20 Mayıs 2013 Pazartesi

Le Notti Bianche






“Le Notti Bianche” filmini İtalyanların önemli yönetmenlerinden Luchino Visconti yönetmiş. Kendisinin çok kaliteli filmleri olmakla beraber "Il gattopardo" filmine de değinmeyi düşünüyorum. Filmimizin senaryosu ise favori yazarlarımdan “Fyodor Mikhaylovich Dostoyevsky”nin favori hikayelerimden olan Beyaz Geceler kitabı. Kitabı ta lise zamanlarımda okumuş ve hayran kalmıştım. Beni Dosto ile tanıştıran bu enfes kitabın filmine değinmemek ayıp olacaktı. Başrollerde ise favori oyuncularımdan olan Marcello Mastroianni yer alıyor. Kendisi bana göre İtalyanların en başarılı oyuncusudur ve Fransızlar için Alain Delon ne ise İtalyanlar için de Marcelo odur. Bu başarılı aktörün ileride “la dolce vita”, “Divorzio all'italiana” ve “8,5” filmlerine yüzde 86 değinirim.


Beyaz geceler o kadar sade ve kaliteli bir öykü ki filme çevrilmesi hem çok basit hem de çok bedava idi. Bu sayede pek çok ülkenin yönetmenleri farklı zamanlarda bu eseri filme almışlar. Bunların da hem ilki hem de bana göre en güzeli le notte bianche’dir. “Quatre nuits d'un rêveur”, “Belye nochi” ve “Saawariya” hikayenin diğer popüler uyarlamaları. Filmin öncelikle kitabını okumalısınız, bu şart. Neden derseniz, dünyanın en iyi yazarlarından birinin hikayesinden esinlenilerek film yapılıyorsa o kitap okunur, bunun lamı cimi yoktur. Direk filmi izleyeyim, konuyu alırım nasıl olsa diyorsanız zaten bu filmden sıkılırsınız ve olayın keyfinden mahrum olursunuz. Önce kitabı ve varsa çevirmenlerin felan yorumlarını okursunuz, ondan sonra filmi izler, iki eseri karşılaştırır ve çevrenize yorumlarsınız. Benim hayatta en zevk aldığım şeylerden biri işte budur. Diğer türlüsü bana çok kabaca ve duygusuz geliyor. Biraz kibar olun lan ayılar, neyse


“ “Bizler, kendi derimiz içinde ebedi yalnızlığa mahkumuz.” T. Williams’ın ‘Kızgın Damdaki Kedi’ oyununun girişine koyduğu bu epigramı Beyaz Geceler’in girişine de yerleştirebiliriz. Bu uzun öyküde yalnızlık ve çaresizlik karşı konulmaz bir ebedi güçle üzerimize çullanır; okurun olduğu kadar yalnızlığı hayalde aşmaya çalışan insanların da. Beyaz Geceler: beyazlığın üzerinde yalnızlığın lekesi” diye bir arka kapak yazısı vardı kitabımda ve katılmadan edemeyeceğim. Sürekli yalnızlık temalı şiir, hikaye ve serzenişlerin bulunduğu bol duygusuz günümüz dünyasında bu kadar sade bir hikaye bulabilmek mümkün değil.


Filmimizin ve eserimizin kahramanı, 26 yaşında içine kapanık, iyi kalpli ve orta halli bir memurdur. Fakirlerin tercih ettiği bir mahallede ve pansiyonda yaşamaktadır. Yine bir gece boş boş belki arkadaş bulurum diye dolanırken (bu çabası kesinlikle barda kız düşürmek değildir) ağlayan bir kızcağızı görür ve ona yardım etmeye, derdini dinlemeye başlar. Derken bu ikisinin bilinmez arkadaşlığı 3-4 gece boyunca sürer. Bir de kızın bir yıl sonunda haber beklediği sevgilisinin belirsiz varlığı. Tabii bizim hayalperestin de hayalleri. Hayalperest, kahramanımızı anlatabilecek belki de en güzel tanımdır.  Bunu Dosto da çokça kitabında vurguluyor.


Dosto demişken, kahramanımızda dosto’nun izlerini bulabilmek mümkün. Dosto’nun yer altından notlar’ı yazmadan, yaşamını keskin biçimde değiştiren o idam sahnesini yaşamadan önce, coşkulu bir yazar olarak, (belki de son defa bu şekilde) ün arzusunun ve yazarlık heyecanının zirvesindeyken yazdığı kısa bir romandı, beyaz geceler. Dosto bu eseri yazdığında 27 yaşındadır ve bu dönemde yazarın hayatında etkili olan bir kadın adı duymayız. Yazar, ortaya çıkarttığı karakter gibi yalnızlık hissetmektedir ama bu yalnızlık çoğunlukla partner eksikliğidir. Öncelik, yeni bir insanı tanımak ve farklı cinsle yeniden hem kendini hem de dünyayı tanımaktır. Ancak ne entelektüel açıdan kendisini besleyebilecek bir aday bulabiliyor ne de iyi bir insanla karşılaşabiliyordu. Gerçi kadınlar da böyle olmasaydı dünya edebiyatı bu haline gelemezdi ya neyse.


Çevirmen Sabri Gürses’in çok güzel bir yorumu var; “hayalperest” şehirde kimseyi tanımadığından yakınır, fakat Nastenka’nın (filmde natalie’dir) da tanıdığı yoktur, Fontanka civarında karşılaşılan ihtiyarın da ve anlaşılan şehir dışına çıkınca karşılaşılan yoldan gelip geçenlerin de. Hatta yaşlı Matryona’nın da kimsesi yoktur. Şehirde insanlar birbirlerinden yalıtılmış bir halde yaşarlar; yalnız kimseler ve aileler vardır. Hayalperest, sürekli olarak maskelidir, rol yapmaktadır; sadece kitabi olduğundan değil, o maskeyi taktığı için de konuştuğu zaman kitap gibi konuşur. Durmaksızın yapmayı hayal ettiği şeyi anlatmakta ve anlatarak o şeyi gerçekleştirmektedir. Nastenka (stenka, yani duvar sözcüğüyle bir yakınlık taşıyan isim), o da kitabidir; diğer adamı sevmesini gerektirecek bir şey olmamış, kitaplarda tanıdığı rolü oynamaya kalkışmıştır. (“…kitapsız yapamaz hale geldim ve Çin prensiyle nasıl evleneceğimi düşünür oldum”).  Roman boyunca birçok metne gönderme yapılır, çoşku anında Sevil Berberi’nden bir parça söylenerek duygu paylaşılır. Nastenka diğerinin gelmediğini görünce, bir kez daha yalnız kalmak istemez ve hemen, ilk iş olarak hayalperest’in, kendi oturduğu eve taşınması ve masraflar konuşulur. Burada herkes rolünü bilmekte ve yerine getirmektedir.”


Çevirmenin dediği gibi şehirde herkes aslında hayalperesttir ve yalnızdır. Ancak bizim konuk olduğumuz hikaye, nastenka ve kahramanımızınkidir. Kahramanımız olan hayalperesti salt filmi izleyerek yorumlamak ve incelemek eksik bir çalışma olacaktır. Çünkü kitapta bu ikili ilk tanıştıklarında hayalperest kendi acınası durumunu inanılmaz edebi bir dille anlatır ve hatta nastenka kendisinin de öyle olduğunu ama onun gibi hecelere dökemediğinden bahseder. Bu konuşmaları filmde göremezsiniz ve zaten filmde olmazdı da. Hayalperest’in kitapta kurduğu şu cümleler kendi ruh halini çok iyi anlatıyor ve filmde net olarak göremiyoruz: “Daha sabahtan itibaren tuhaf bir sıkıntı bana işkence etmeye başladı. Birden tek başıma olduğumu, herkesin ortalıktan kaybolmuş ve beni terk etmiş olduğunu fark ettim”, “Yürürken şarkı söylüyordum, ne iyi bir ahbabı olan ve mutlu anında mutluluğunu paylaşacak kimsesi olmayan her mutlu insan gibi, durmaksızın kendi kendime bir şeyler mırıldanırım”, “Ama şu var ki, yarın buraya gelmeden edemem. Ben bir hayalperestim; gerçek hayatı o kadar az yaşıyorum, bunun gibi, şimdiki gibi dakikaları öyle nadir sayıyorum ki, bu dakikaları hayallerimde tekrar tekrar yaşamadan duramayacağım. Bütün gece, bütün hafta, bütün bir yıl sizi hayal edeceğim. Yarın muhakkak geleceğim buraya, tam buraya, bu yere, tam bu saatte ve bir önceki günü hatırlayarak mutlu olacağım.”



Nastenka, hayalperestle evlenme oyunu oynarken birden eski sevgilisinin geldiğini görür ve bir an bile düşünmeden hayalperestin kollarından sıyrılarak sevgilisine koşar. Hayalperestimiz ise beyaz bir gecede kar yağarken ve etraf sessizken, yani hiçbir zaman unutulmayacak bir anı oluşmuşken belki de kibarca terk edilir. Nastenka’nın hatalıydın beni affet, arkadaş kalalım temalı mektubunu bir gün sonra okurken bile iyiliğinden taviz vermeyen hayalperest son olarak şöyle diyordu: “Ama sana kin tutmak mı, Nastenka! Senin açık, sakin mutluluğunu kara bir bulutla gölgelemek, acıyla suçlayıp senin kalbine sıkıntı düşürerek, onu gizli bir pişmanlıkla iğnelemek ve onu saadet anında sıkıntıyla atmaya zorlamak, onunla birlikte kürsüye doğru giderken, kara buklelerine taktığın narin çiçeklerden birini olsun ezmek… Ah, hiçbir zaman, hiçbir zaman! Senin gökyüzün açık olacak, senin tatlı gülüşün ışıklı ve berrak olacak, o öteki, yalnız, minnettar kalbe sunduğun saadet ve mutluluk anı için kutsanmış olacaksın! Tanrım! Tam bir saadet anı! İnsan yaşamı için, az şey mi sayılır bu?”





13 Mayıs 2013 Pazartesi

The Navigators ve Özelleştirme



“The navigators” filmini Ken Loach yönetmiş. Başrollerde de fazla popüler olmayan orta sınıf oyuncular yer alıyor. Filmimiz çok kaliteli olmamasına rağmen ilgilendirdiği konu bu hafta bizi bir araya getirdi. Film, İngiltere’de demir yollarında çalışan işçilerin özelleştirme sonucunda başlarından geçen traji komik olayları anlatıyor. Filmin anlatımı sade, vurgular çok güzel. Sanki bir film değil de ailelerimizden işçi olanların başlarından geçenleri izliyor gibiyiz.


Bir grup işçi kendi halinde çalışıp az buz kazandıklarıyla yaşamaya çalışırken bir gün işyerlerinde hiç aşina olmadıkları bir firmanın tabelasını görürler. "British railway" artık özel bir mühendislik şirketi ile anlaşmıştır ve yeni şirket bazı radikal fikirlere sahiptir. Ancak bu yeni kararlar işçilerin nazarında pek hoş karşılanmaz ve bir şekilde filmin başında konuk olduğumuz küçük depodaki herkes işi bırakır veya kovulur. Burada işçilerin gözünden olaya baktığımızda özelleştirmenin çok can yakan bir şey olduğu izlenimine kapılıyoruz. Filmdeki pek çok benzer duygusal vurguya rağmen benim kişisel görüşüm çoğunlukla özelleştirmenin lehine olacaktır.


Özelleştirme bildiğiniz üzere kamuya ait olan (tamamı veya önemli bir kısmı) işletmelerin daha fazla kar elde etmesini sağlamak ve işletmenin marka değerini yükseltmek için özel teşebbüslere bir süreliğine kiralanmasına veya satılmasına denir. Özelleştirme yapılan işletmenin de verimsiz veya zarar ediyor olması gerekir aksi halde akıllarda soru işaretleri bırakacaktır. Özelleştirmelerin en çok eleştirildiği noktalardan biri de budur; neden bu çok önemli kurum yabancılara satıldı gibi. Bunun da birkaç sebebi olabilir, ya devlet işletmeyi bilmiyordur ya da devlet kendini kazıklıyordur. Şuursuz ve ahlak dışı kabul edilen özelleştirmeleri bir yana bırakırsak, devletler çoğunlukla bu işten yarar sağlar.


Basit bir örnek verelim; Zonguldak'taki maden ocaklarını düşünün. Eğer bu kömürü dışarıdan satın alırsak ve işçilerin de paralarını çalışıyorlarmış varsayıp ödemeye devam edersek devlet daha karlı olacaktır. Bunu sağlayan ise yerin altında çalışan işçilerin aksine yerin üstündeki yüzlerce kravatlıdır. Ve çok da güzel maaşlar almaktadırlar. Devlet bir şekilde o kişileri kadrosuna almıştır ve atamıyor da, kimse neden az çalışıyorsun da diyemiyor. Hal böyle olunca verimsizlik ve gereksiz masraflar ortaya çıkıyor. Bu tarz işletmelerin bana göre affedilmeden özelleştirmeleri gerekir.


Peki ama özelleştirmeden sonra çalışanların bazı hakları yenmiyor mu der gibisiniz. Haklısınız ama şu anki piyasanın bir şekilde dönmesi için herkes daha fazla ve verimli kazanmayı düşünmek zorunda. Hal böyle olunca adamlar işçiyi bir an bile olsun boş oturtmak istemiyorlar. Eğer işçiyle beraber yemek yerseniz, patronlar ve getirdikleri verimlilik üzerine olan kararların hepsi orospu çocuğudur. Eğer kravatlılarla yemek yerseniz, işçiler aldıkları paraları hak etmeyen insanlardır ve daha fazla çalıştırılmaları gerekir. İki tarafın da emin olun kendilerini haklı çıkaracak argümanları var. Denge nasıl sağlanıyor derseniz denge sağlanmıyor, herkesin ana, bacıları bazı kere de ebeleri anılıyor.


Devlete ait olan bir bankanın hiç de ciroyu artırmak gibi bir derdi yoktur ve çalışanlar da çoğunlukla pişkindir. Ama özelde iseniz tabiri caizse hayvan gibi çalışırsınız ve kotalarınız vardır. Şu kadar kart satalım, şu kadar kredi verelim gibi. Şimdi sen çalışanın gözünden bakarsan devleti tercih edersin ama firma sahibi, piyasa ve benim gözümden bakarsan da kesinlikle devlet mantığıyla iş yapılmamalıdır. 


Yine devlete ait olan bir işletmede, hepiniz bunu bilirsiniz kabul edelim, sabah bir iki saat daşşak saatidir. Sonra öğle yemeği faslı sonra saat 5’in beklenmesi felan. Kimsenin işleri siklediği de yok, hele bir de bir iki saat fazladan çalışmayı teklif etseler kıyamet kopar. Halbuki özeldeki işçi ve kravatlılar maliyetlerini karşılamak zorunda olan robotlardır. Bu maliyetler; maaş, yemek, sigorta felan. Yeri geldiği zaman sabahlara kadar ve hatta hafta sonları çalışmak zorundadırlar. İşi beğenmedin mi, siktir git kapı orada. Ama bu adamlar daha çalışkandırlar ve daha yaratıcıdırlar. Hangisinin piyasa ekonomisine faydalı olduğunu tartışmaya girmiyorum bile.


Daha keskin örnekleri çöken Sovyet ekonomi sisteminden verelim. Biliyorsunuz SSCB soğuk savaştan ve savunduğu üretim, tüketim, iş-işçi gibi temel ekonomik sistemlerinin hepsinden büyük kayıplar vermiş sonrasında ise koskoca devlet çökmüştür. Halkın durumunu yansıtan sistem hakkında Ruslara ait şu söz çok manidardır; “hiç kimse işsiz değil, fakat hiç kimse çalışmıyor. Hiç kimse çalışmıyor fakat herkese ücret ödeniyor. Herkese ücret ödeniyor fakat satın alacak bir şey yok. Satın alacak bir şey yok fakat herkes ihtiyacını karşılıyor. Herkes ihtiyacını karşılıyor fakat herkes şikayet ediyor. Herkes şikayet ediyor fakat ne zaman oy kullanma zamanı gelse herkes evet diyor”.


Sistemde özel teşebbüsün bulunmaması, çalışanların verimliliklerini arttırmalarını sağlayacak ve daha fazla çalışmalarını teşvik edecek bir güdünün olmaması üretimde ciddi problemlerin yaşanmasını beraberinde getirmiştir. Herkese iş garantisinin sağlanması ve ücretlerde homojenliğin olması işçilerin daha fazla performanslarını arttırmaları için bir gerekçenin bulunmadığı fikrinin yerleşmesine neden olmuştur. Dolayısıyla Sovyetler birliğinde işgücünde verimlilik düşmüş ve merkezi yönetimin tutumu halkta “onlar bize ödüyor gözüküyor, bizler de çalışıyor gözüküyoruz” sözüyle de ifade edildiği gibi çalışmamayı teşvik etmiştir. Diğer yandan bir müessesede istihdam zorunluluğu nedeniyle aşırı istihdamın bulunması ve iş yerinde herkesin bir anda çalışma olanağının bulunmaması çalışanlardan bir kısmının sadece maaş dönemlerinde iş yerinde bulunmalarına neden olmuştur.


Filmde sevimli aileleriyle beraber sıkıntı yaşayan işçiler göze batsa da çok değerli ekonomistlerden Mises’e göre, İngiliz ulusunu merkantilizmin yarattığı yoksulluğun ve geri kalmışlığın boyunduruğundan kurtaran, refah ve kalkınmalarını sağlayan piyasa ekonomisidir. Serbest piyasa ekonomisi veya kapitalizm olarak da ifade edilen sistem tanımlanacak olursa, rekabete dayalı, karı esas alan, özel mülkiyet, miras, sözleşme yapma, teşebbüs ve tercih özgürlüğünün güvence altına alındığı diğer taraftan devletin fiyat mekanizmasının işleyişine müdahale etmediği bir modeli ifade etmektedir.


Her ne kadar beğenmesek de kapitalist bir dünyada yaşıyoruz. Kapitalizmin temel mantığı ise sermaye üretimine dayanmaktadır. Kapitalist üretim insan ihtiyaçlarına yönelmiş görünse de, asıl amacı maksimum kar elde etmektir. Bu bakımdan kapitalizm, sermayenin yeniden üretimiyle varlığını sürdürebilmektedir. “Laisses faire-Laissez passer”, liberal kapitalizmin ekonomik yönünü açıklayan temel ilkedir. Bu prensibe göre, herkes istediği kadar üretimi, tam rekabet koşullarında, hiçbir kısıtlama olmaksızın, en yüksek karı elde etmek amacıyla gerçekleştirebilecektir. Liberal ekonomi, en fazla kar getiren üretimi ve maksimum tatmini benimser. Bireysel özgürlüklere ve çıkarlara öncelik tanır. Kar hırsı kapitalistleri rekabete sürükleyerek, zenginleşmelerini sağlayacak ve sınırsız bir servet elde etme olanağı sunacaktır. Tüm bunlar olurken de işçilerin ve maliyet kalemlerinin pek tabii ki de düzene sokulması ve azaltılması gerekecektir.




Sovyetler birliğinin yıkılması anlık bir hadise değil aksine oluşum süreci uzun yılları kapsamaktadır. Stalin’in sanayileşme politikaları sonucunda, üretim açısından dünyanın ikinci büyük sanayi devleti haline gelen Sovyetler birliğinin, kalite ve teknoloji yönünden ise aynı başarıyı sağladığı söylenemez. Kısaca, sanayinin üretim etkinliğine bakıldığında 1955 yılında 13,5 milyar ruble değerinde ağır sanayide hatalı mal üretilmişti. Bu rakam Kruşçev döneminde 25 milyar rubleye, 1989’da ise 150 milyar rubleye çıkmıştır. Bu durum merkezi planlamanın iflasının açık bir kanıtıdır. Böylelikle merkezi yönetimin devam ettirilmesinin imkansız olması sebebiyle buna bağlı olarak ekonomide ciddi dengesizlikler meydana gelmiştir. Örneğin, Sovyet ekonomisinde araba lastiği ihtiyacıyla otomobil ihtiyacı arasında denge, piyasa mekanizmasının temel unsurları yerine merkezi planlama tarafından yapıldığından kurulamamakta, böylece ekonomide ya lastik stokları oluşmakta ya da uzun kuyruklar ortaya çıkmaktaydı. Bazı iktisadi teşebbüsler müşteriler için değil depolar için çalışmaktaydı. Binlerce kilometre ötedeki fabrikanın kaç çivi, kaç ayakkabı üreteceği merkezden tespit edilmekte, sonuçta çivi veya ayakkabı sıkıntısı çekilmekte, ya da üretilenler satılamamakta, bu defa da üretilen malları yok etmek için kaynak israfı yapılmaktaydı.


Filmin sonundaki kazada işçilerin önceliğinin arkadaşlarından ziyade iş güvenliği ve işi kaybetme korkusu olması ise kapitalizmin bir şekilde kazandığını ve hepimizi istediği bireylere dönüştürdüğünü gösteriyor, acı. İşçilerin abartılı şekilde kovulması ve köleleştirilmesini bir yana bırakırsak özelleştirme gerekli bir hadisedir. Filmimizde de bu denge biraz işçiden yana olacak şekilde gösterilmiş. Özelleştirme üzerine yapılmış güzel filmlerden biriydi bu izlediğiniz. Haftaya bir sıkıntı olmaz ise favori oyuncularımdan birinin filmiyle beraber oluruz.





The Navigators film eleştirisi





5 Mayıs 2013 Pazar

Margin Call





"Margin Call" filmini  J.C. Chandor yazıp yönetmiş. Başrollerde ise Kevin Spacey, Stanley Tucci, Paul Bettany, Zachary Quinto, Demi Moore, Simon Baker ve Jeremy Irons gibi önemli oyuncular var. Filmimiz en iyi özgün senaryo dalında oskara aday olabilmiş ama kazanamamış. Filmimiz 2008 yılında patlak veren ekonomik krizden çok az öncesinde, bir gün sonra neler olabileceğini anlayan bir yatırım bankasının aldığı radikal kararları ve şirket içi insan ilişkilerini konu ediniyor.


"Margin call" deyimi wall street kökenli bir deyim ve finans aleminde özellikle iflas öncelerinde çokça gündeme gelir. Yaptığınız işlemin veya yatırımlarınızın belli bir oranın altına düştüğünü yani zararda olduğunuzu düşünelim (bu oran yapacağınız işlemin risk katsayısına ve aracı kuruluşun politikasına göre değişir, örneğin forexte otomatik margin call talimatı vardır ve hesabınız durdurulduğunda zaten olan olmuştur) aracı kurum sizden işlemlerinize devam edebilmeniz için teminat göstermenizi yani biraz daha sermaye yatırmanızı ister, eğer talebi karşılayamazsanız işleminiz sonlandırılır ve zararlarınızı toparlayabilme fırsatı olmadan gümlersiniz, neyse. 2008 kriziyle ilgili en güzel eserlerden biri hiç kuşkusuz inside job’dır ve daha önceden eleştirmiştik. Bu filmi konusundan ötürü izleyecekseniz mutlaka o belgeseli de izleyin derim ama burada da biraz tekrar etmemiz gerekebilir. 2008 krizine o senenin eylül ayında ayyuka çıkan Abd’deki taşınmaz mal piyasasının ve destek aldığı modelin yani mortgage sistemin çökmesi ana etken olarak gösterilmişti. Milenyumdan sonra emtia fiyatları tüm dünya genelinde hızlıca artmış özellikle Çin ve Hindistan’ın zenginleşen nüfusu bu durumu tetiklemişti. Doların da bu süre zarfında özellikle euro karşısında değer kaybetmesi güvenilirliğini azaltıyordu. 2000 yılının ikinci çeyreğinde dolar, euro karşısında tarihinin en yüksek oranına sahipken (1 euro=0,8300 dolar) 2008 yılının ikinci çeyreğinde bu oran tarihinin en düşük oranına dönüşüyordu. (1 euro=1,6000 dolar)


Amerikan rüyasının en güzel hali herkesin müstakil evinin ve arabasının olduğu en az üç çocuklu bol yemeli içmeli ve tüketim dolu bir hayattır. Mortgage denilen sistemle herkesin ev sahibi olması için tüm ülke çapında aileler ve kredi kuruluşları beraberce hareket ediyorlardı. Ev satışlarının sürekli artması da bazı kötüye giden sinyalleri adeta yok sayıyordu ve çoğu kişi ülkenin refah seviyesini ev fiyatlarıyla ve satışlarıyla orantılıyordu. Her şey güzel giderken 2008’de birden evlerin fiyatları yükselmeye başladı. Fiyatlar yükselince de üzerine kurulan sistem birden sektelemeye başladı ve "subprime mortgage" denilen özellikle gariban tayfanın nemalandığı yüksek risk ve faizli kredili sistem çöktü.


İşin asıl yıkım boyutu ailelerin evsiz kalmasından ziyade bu kredilerin karşılıklarının durumu idi. Dünyanın belki de en patlamaya hazır balonunu oluşturan wall street, fakir ailelerin bu ödeyebileceklerini düşündükleri kredi akitlerini tahvil haline getirip çok riskli gelirler elde ediyorlardı ancak aileler borçlarını ödeyemeyince ve acı tablo gün yüzüne çıkınca tüm ilintili kurumlar; bankalar, kredi kuruluşları, inşaat piyasası piç gibi kalmıştı. Elinde çok miktarda mortgage kredisi bulunduran bankalar alacaklılara borçlarını ödeyemeyince daha doğrusu teminat gösteremeyince batmaya başladılar. İlk iflas Bear Stearns’dan geldi ve bu banka hükümet tarafından bir başka banka olan jp morgan’a satıldı.


Bu iflası diğer bir yatırım bankası olan Lehman Brothers (abd’nin en büyük iflası olmuştur, bankanın tam 600 milyar borçla battığı söyleniyor), Merrill Lynch, Washington Mutual ve Wachovia izledi. Ardından kriz dalgası meşhur sigorta firması American International Group’u (yıllık gelirleri 68 milyar dolar civarında) tehdit etmeye başladı ve hükümet bir kurtarma paketi hazırlamaya karar verdi. Çünkü abd’de sigorta şirketleri devasa öneme ve fonksiyona sahiptiler. Az kalsın ülkede uçak dahi kaldıramayacaklardı. Sıradaki tehdidin General Electrics ve Motor (yaklaşık 300 milyar dolarlık yıllık gelir), Us Steel (yıllık 18 milyar dolar) ile başkanın koltuğu olmasından korkuluyordu ve tam 700 milyar dolarlık bir paket hazırlandı. Başı kurtarmak için kolları ve bacakları kestiler. Bu arada dünyanın tüm bölgelerinden abd askerlerinin son 5 yılda çekilmesinin sebebi barış felan değil askeri birliklerin inanılmaz masraflarıdır.


Peki bu kriz bize neler anlatıyordu? 1929 yılında kapitalizm en büyük savaşını vermiş, tarihin gördüğü en büyük krizlerden birini yaşamıştı. Adam smith’in “bırakınız yapsınlar” mottosu "büyük buhran"da büyük bir yenilgi almıştı. Tarihin en büyük iktisatçılarından olan Keynes, 1929 yılındaki krizde yepyeni bir modeli öne sürmüştü. Keynes’e göre piyasa tamamen özgür bırakılmamalı ve devlet yeri geldiğinde müdahale edebilmeliydi. Marx’ın arz fazlalığı diye yorumladığı olayı Keynes talep eksikliği olarak yorumlamıştı ve devletin bu durumu düzeltebilecek merci olduğunu savunmuştu. Dediği gibi de oldu ve devlet getirdiği politikalar sayesinde bir şekilde krizden kurtuldu. Bu politika çoğu kez hala uygulanmaktadır. Bunun en güzel yollarından biri de bence sinemadır. Türkiye’de hadi alışverişe çıkın, yastık altı altın ve paralarınızı piyasaya sürün diye pek çok siyasi tavsiyeler duymuşsunuzdur. Aynı mantığın ürünüdür. Yani tam manasıyla tüketim toplumu keynes’in ana hedefidir. Herkes çoğunlukla kredi kartları yüzünden bir ay arkadan gelmeli ama sürekli alışveriş yapmalıdır. 


Sinemanın en büyük kurtarıcılardan biri olduğunu ve bir şekilde amerikayı ayakta tuttuğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Son yıllarda hiç olmadığı kadar marvel ve dc comics karakterlerini görmeye başladık. Bunlar iron man, spider man, superman, batman, thor vb. fiktif karakterler. Ve bu filmlerin hepsinin de gişelerde milyar dolara yakın hasılat elde ettiğini hatırlatalım. Marvel'ın walt disney company'e, dc comics'in de warner bros'a ait olduğunu hepiniz biliyorsunuz. Bu kadar ilgili filmin sıkça ve cılız senaryolarla sinemalara gelmesine başka bir teoriyi ilişkilendiremiyorum. Şöyle de bir veri vereyim; Amerika'nın en büyük dört bankası ve yıllık gelirleri şu şekilde: JP Morgan (97 milyar dolar), Bank Of America (83 milyar dolar), Citigroup (70 milyar dolar), Wells Fargo ( 86 milyar dolar). Uluslararası çapta büyüklüğe sahip titan firmalara da bakalım mı; PepsiCo (66 milyar dolar), CocaCola Camp. (47 milyar dolar), McDonald's (28 milyar dolar), WallMart (470 milyar dolar), Apple (156 milyar dolar). Bir de sinema devlerine bakalım; Walt Disney Company (38 milyar dolar), Warner Bros (12 milyar dolar)
 

1929 krizinden bir şekilde çıkılmıştı ancak devlet, keynes’in dediği gibi sadece piyasalara müdahale etmekle kalmadı, finans ve borsa dünyasını da getirdiği kurallarla kontrol altına aldı yani modeli güya kendi lehine güncelledi. Ancak 1970 yılında stagflasyon olunca ki keynes’e göre hem işsizlik hem de enflasyon aynı yönde hareket edemezdi, keynes’in ve koca ekonomik yapının güvenilirliği sarsıldı. Bu modelin de güncellenmesi gerekiyordu ve artık dünya iyiden iyiye globalleşmeye başlıyordu.


Ardından friedman isimli bir diğer önemli ekonomistin savunduğu model kısmen uygulanmaya ve benimsenmeye başladı. Bu model devletin temel kamu hizmetleri dışında piyasaya müdahale etmemesi gerektiğini savunuyordu. Ve çoğu kişiye göre ekonomik model en iyi halini almıştı. Diğer modellerin doğruluğu tartışılır ancak aralarından tek bir hatalı seçmemiz istenirse bu bence smith olacaktır çünkü devlet hiç müdahale etmeseydi ihaleler ve tröstleşme şu an ne durumda olurdu bilinmezdi neyse.


Hep yeni modeller aranıyordu ama 10-20 yılda bir görülen krizler ve krizcikler var olan sistemi sorgulatıyordu. Acaba karl max’ın dediği gibi kapitalizm eninde sonunda kendini öldürecek miydi? Yoksa krizler kendiliğinden olan orman yangınları gibi belli periyotlarda olması normal olan şeyler miydi? Self-temizlik mi yapılıyordu yani lo? Derken dünyada hızlı bir neoliberal yapı hakim olmaya başladı (Türkiye’de de özal ile aynı sistem benimsendi) ve internet ile haberleşmeyle de beraber inanılmaz büyük bir global ağ ortaya çıktı.


Bundan sonra olacak bir kriz ister istemez tüm ülkeleri etkileyecekti. Neyse dünya bir şekilde etrafında dönerken abd’de finans piyasaları artık abuk sabuk şeyleri bile satıp almaya başlamışlardı. Bunlar arasında en acayip ve sonu öngürülemez olanı mortgage sistemindeki krediler ile bunların alacakları ve verecekleriydi. Ev alan adamın borcunu bir şekilde wall street sanki çok ender bir emtiaymış gibi tüm dünyaya sundu ve bu şekilde yüksek risklerle ilk etapta baya da bir para kazandılar. Çoğu banka ve yatırım kuruluşunun geliştirdiği modeller vardı. Ve modelin hatasız olduğu tezi hakimdi. Ya da risk yönetimleri sayesinde büyük tehditlerden kurtulabileceklerdi. Finansal piyasalara sürülen bu türev kağıtlar öyle bir hal almıştı ki ünlü yatırımcı Warren Buffet: “Bunların neleri kapsamakta olduğunu normal insanların, hatta delilerin hayal gücü kavrayamaz” diyordu. Yine Warren Buffet’ın verdiği bir diğer örnek de durumun boyutlarını gözler önüne seriyordu: “Nebraska’da bu yıl kaç ikiz doğacak?” diye bir iddia kağıdını menkul bir kağıda dönüştürmek için hiçbir engel yoktu.


Ancak tarih hataların tekrarından ibarettir ki 1998 yılındaki büyük kriz çıkageldi. 1998 yılında önce uzak doğu krizinin tetiklediği rusya’nın tahvillerini ödeyememesi felan akabinde abd’ye sıçrayan durum o zaman için dünyanın en büyük hedge fonu olan long term capital management’ın hata yapması imkansız modelini batırmıştı. Bünyesinde iki adet Nobel ekonomi ödüllü ve her katında okullarında derece yapan ekonomistler olan kravatlılar kulesi batmıştı. Kimse ne olduğunu anlayamadı ve bu şirket bir haftada modellerinin akıbeti anlaşılınca 2-3 milyar dolar para kaybetti. O sene modeli batan bir tek onlar değildi. Borsacıların kralı olan George soros’un quantum fonu 2 milyar dolar kaybetti. Bir diğer ağa babası Julian Robertson’un tiger fonu ise 3.3 milyar doları kısa bir sürede batırdı.


Wall street’te meşhur bir laf vardır: “iki tür insan para kaybeder, her şeyi bilenler ile hiçbir şey bilmeyenler” İşte bu krizlerde maalesef her şeyi bilenler iflas etmişlerdi. İflas etmelerini sağlayan ise yüzlerce süper zeki çalışanlarının sürekli kontrol ettiği modelleriydi. İşte 2008 krizinde özellikle mortgage sistemi tüm büyüklerin modellerini patlatmıştı. Ve şimdilerde herkes yine aynı düzen devam ediyor. Tarihin en büyük ikinci krizi diye adlandırılan 2008 durumu unutuldu gitti. Üzerinden 5 yıl geçmiş, şimdilerde hep beraber yeni krizler ve modeller bekliyoruz.


Peki filmimiz neyi anlatıyor. İşte bu 2008 yılında devasa yatırım firmalarından birinde toplu işten çıkarmalar yaşanmaktadır, daha büyük kriz başlamamıştır. İşten çıkartılan risk masası şeflerinden biri önemli bir tehditten bahseder ama yine de bunu kovarlar. Derken çalışmalarını, yanında çalışan teknik analistlerden birine verir. İlgili arkadaşımız firmanın modelinin tabiri caizse sıçtığını görür ve bu yakın zamanda firmanın güvenini yıkabilecek boyuttadır. Önemli olan ilk etapta batmak değildir. Firmanın aleyhindeki tek bir haber zaten zamanla o işi yapacaktır. Bu durum ilgili tüm çalışanlara duyurulur ki herkesin bir patronu vardır ve herkes de kötü kalplidir, işte sana wall street.


Büyük patronların işin özünden anlamayıp sürekli bize İngilizce konuş bebeğim teknik konuşma demeleri çokça vurgulanmış. Soros da dahil tepedekiler teknik bilgiden yoksundurlar. Kimisinin derdi köpeği kimisininki ise lüks arabadan olma korkusudur. Gördükleri katastrofik krizden ise tüm dünya etkilenecektir ama adamların tabi umurlarında değil. Şirket olağanüstü toplanır ve ellerinde bulunan hisselerin bir an önce elden çıkarılmasına karar verirler, bu hisseler ölü hisselerdir ve tüm alıcılara patlayacaktır. Tamamen ahlak dışı olan ama bir şekilde yasalardan dolayı sıyrılabildiğiniz bu yöntemle krizden en azından sağ çıkabilirsiniz, filmdeki firma da aynen öyle yapmıştır. Aynısını deneyip de yapamayan lehman bro ise malumunuz tarihteki yerini almıştı.


Filmdeki alt üst ilişkileri, wall streetin o meşhur kravatlı ordusu, hızlı yaşa genç öl prensibi, başarısızın kabullenilmediği bir dünya ve ruhsuz orospular diyarı güzelce vurgulanmış. Filmdeki en başarılı aktörler de tabii ki risk birimi başkanı kevin spacey (kriz adamın sikinde değil ölecek köpeğini, başarısız aile yapısını düşünmekte fazla da bir şey yapmamaktadır) ile jeremy irons’un canlandırdığı big boss karakteridir. Bu gaddar kerim edasındaki karakterin film içindeki karizması görülmeye değer. İnsanın film izlerken ayağa kalkası geliyor. Buyurun efenim, hoş geldiniz felan. Yaptığı acımasız planın ne kadar gerekli olduğunu vurguladığı sahnelerde maalesef kendisine katılıyorum. Sonlara doğru söylediği şu sözler çok acı ve gerçek: “Hepsi kağıt parçası için. Ama bunu neredeyse 40 senedir her gün yapıyorsun Sam. Eğer bu kağıt parçası içinse, her şey öyle. Bu sadece para. Uydurma (hayali). Üzerinde resimler olan kağıt parçası. Yani yiyecek bir şeyler alabilmek için birbirimizi öldürmemize gerek yok. Bu yanlış değil.


Bugün de geçmişten farklı değil. 1637, 1797, 1819, 1937, 1957, 1984, 1901, 1907, 1929, 1937, 1974, 1987, Tanrım! Ne sikmişti belamı. (1720’de, Güney Denizi balonunun doruğunda, döneminin en büyük dehası olan Sir Isaac Newton bile isteriye kapılmıştı. Bilimsel alandaki parlaklığı finans alanında da geçerliymiş gibi yatırım yapan Newton sonunda 20,000 sterlin kaybetmiş ve iflas etmişti) 1992, 1997, 2000 ve daha nicesi. Hepsi aynı sebep için, tekrar ve tekrar. Kendimize engel olamıyoruz. Ayrıca kontrol etmek, durdurmak hatta yavaşlatmak istiyoruz. Ucundan bile değiştiremedik durumu. Sadece tepki veriyoruz. İşleri doğru yaptığımızda bir sürü para kazanıyoruz. İşleri yanlış yaptığımızda ise yol kenarına terk ediliyoruz. Her zaman böyleydi ve böyle olacak. Kazanan-kaybeden, mutlu sikler-üzgün çoraplar yüzdesi hep aynı kalacak. Şişman kediler ve açlıktan ölen köpekler. Belki bizim gibilerin sayısı bugün olduğundan daha fazla olacak fakat yüzde yine aynı kalacak.” Bu son sahnedeki konuşmaya ve içeriğine bayılmamak elde değil.


Filmi açıkçası başarılı buldum, çoğu wall street temalı filmi sevmem ama burada şirket içi hiyerarşi ve alınan acımasız kararlar çok güzel oynanmış. Filmde bazı yerlerde aşırı teknik konuşma geçiyor konuya ilginiz yoksa sıkılabilirsiniz, daha az sıkılacağınız ve filmde bahsedilen dolandırıcılığın gerçek yüzlerini görmek isterseniz dediğim gibi inside job belgeselini izlemelisiniz. Neyse bebeğim haftaya bir sıkıntı olmaz ise yine güzel bir filmle karşınızda oluruz.





Margin Call film eleştirisi