20 Mayıs 2012 Pazar

Salò, or the 120 Days of Sodom




Geçen yazımızda ütopyaya tekrar değinmiş ve bazı önemli ütopya örnekleri üzerinde durmuştuk. Yazımızın sonunda da ütopyaların bi bakıma tarihte denenmiş ama başarıya ulaşamamış uçuk kaçık fikirler olduğunu vurgulamıştık. Bu haftaki eleştirimizin odağında yer alan film de tamamen hayali dünyalara ait sahneler içermektedir. Aslında ütopik dediğimize bakmayın filmin konusu ve mesajları sadece başroldeki manyaklar için ütopyadır, geri kalan herkes için bu filmdeki dünya distopiktir yani özendirici bir güzelliği olmayan hayali dünya. Distopik filmlere daha önceden "metropolis" ve "el topo" ile değinmiştik ileride değinmeyi de düşünüyorum ama gerçekten de yılan görse iki gün yemek yiyemeyen okuyucularım var, arada sayılarını tam bilmediğim bayan okuyucular olduğu da kesin, bu kesimden şiddetli küfürler yememek için maalesef fazla değinemiyorum. Kafamda birkaç tane daha sıkıntılı film eleştirisi var, cesareti topladığım bir zamanda onlara da değinebilirim.


Bu haftaki filmimizin adı “Salò, or the 120 Days of Sodom” yani "salo ya da bir sodomun 120 günü". Filmimiz dünyanın gelmiş geçmiş en sıkıntılı, en iğrenç, en idraki zor birkaç filminden biri. Filmimizin yönetmeni ise pier paolo pasolini. Bu manyak adam, filmi aynı isimli romandan sinemaya çevirmiş. Kitabın yazarı ise Marques de Sade. Kendisi aristokrat olmasının yanı sıra (marques bir aristokrasi derecesidir) sıkı bir sapıktır. 13 yılı akıl hastanesinde olmak üzere 30 yıl hapiste kalan bu kendi asrının manyağı, erotik ve sert pornografik yazılarıyla ünlenmiştir. Güzel sayılabilecek filmlerden "Quills", bu manyağın hayatını anlatıyordu hatırlarsanız. Günlük hayatta çokça duyduğumuz “sadist” kelimesi de bu manyağın adından türetilmiş.  İtalyan yönetmen de, sade'nin bu acayip kitabını 1940'lı yıllara uyarlar yani ikinci dünya savaşına. Biliyorsunuz pier pasolini aşırı derecede komünist eğilimleri olan dolayısıyla da hemşerisi mussolini ve rejimi faşizmden nefret eden birisidir. Ayrıca eşcinsel olduğu da söyleniyor. Esinlendiği kitabın ismini “salo” ekleyerek değiştirmesinin nedeni ise mussolini'ye yaptığı göndermedir. İkinci dünya savaşı esnasında 1943-1945 yılları arasında yaşayabilmiş İtalyan sosyal cumhuriyeti'nin diğer adı salo cumhuriyetidir. 


Film 1975 yılında İtalya'da çekilir ve gösterime girmeden birkaç gün önce de yönetmen öldürülür. Çünkü filmdeki sahneler idraki zor sahnelerdir. İtalyadaki fanatikler pasolini'yi daha önceki çalışmalarından ötürü kara listeye almışlardı. Bu filmle bardağı taşıran yönetmen, filmini sinemada izleyemeden öldürülmüştür.


Film dediğimiz gibi kitaptan esinlenmiş ama birebir aynısı değil. Filme göre ikinci dünya savaşının son günlerinde mağlubiyeti anlayan İtalyanlar savaşın acılarını unutmak için salo cumhuriyetine bağlı bir kalede, distopik bir atmosferde 120 gün boyunca dış dünyayla teması keser ve hayallerini yaşarlar. 4 tane varlıklı mussolini rejimine mensup İtalyan, 9'u erkek 9'u da kız olmak üzere 18 tane genci civar köylerden kaçırırlar ve ilgili kaleye getirirler. Bu gariban gençlere eşlik etmesi ve kıvama gelmelerini sağlaması için de, galiba her gruba bir tane düşüyordu, 4 adet yıllanmış orospu vardır. Ayrıca 4 zengin italyanın şahsi korumaları da vardır ve onlar da olaylara müdahil olurlar.


Film kabaca dört bölümden oluşur. İlk bölüm giriş bölümüdür ve gençlerin toplanması ve kaleye geçiş süreci anlatılır. 120 günlük acayip düşün bir iki günü bu girişle geçiştirilmiştir. Daha sonra kuralların, planların anlatılması gelir ki kaçırılan gençler başlarına fiziksel ve psikolojik deney yapılacaklarını hatta erkekli kızlı tecavüze uğrayacaklarını bilirler. Düklerden biri bunu deklare eder. Ama gençler de benim gibi ilerleyen sahnelerde nelerin yaşanacağından habersizdir. Sadece kaçırılıp tecavüze uğrasalar bu filme şu an değinmezdik çünkü buna benzer olaylar maalesef çokça yaşanıyor ve ilgili onlarca film var. Ama burada işkencenin bokunu çıkartıyorlar. Bokunu çıkartıyorlar demişken filmimizin üçüncü kısmı bok çemberidir. Bildiğin bu bölümde bok ile ilgili acayip sahneler var. Bok nerden gelir, nasıl çıkar, bok banyosu nasıl yapılır, bok küvetinde kaç saat kalmak cilde yararlıdır, bok yemeği nasıl pişirilir ve en önemlisi nasıl ikram edilir? Ve tabii ki de bok nasıl yenir? Çatal sol elde mi olmalı sağ elde mi olmalıdır? Ağızda bok varken konuşulmalı mı ya da dudaktan öpüşülmeli midir? Tüm bunların hepsini sağ olsun film sayesinde öğreniyoruz. Daha fazla söylenecek şeyler var ama idrakı zor kardeşim, baştan sona izleyemezsiniz, iddia ediyorum çok zorlanırsınız. En iddialı gerilim kesme doğrama filmlerinin bile nice müptelaları varken bu filmi izlemek çok zor hem de çok.


Son bölüm ise artık kesme doğrama işkencelerinin olduğu kısımdır ve 120 günlük hayal de yavaşça sona erer. Buradaki sahneler de anlatmanın mümkün olmadığı görüntüler içermektedir. Ama tüm bu olup bitenlere rağmen gençlerden bazılarının birbirlerine derin duygular beslemesi ise gözlerden kaçmamıştır. Bunun da sebebi gençler güya solcu oluyor ve her durumda ümitlerini yitirmiyorlardır. Ne kadar güzel duygulandım diyemeyeceğim. Çünkü bu gençler sağlı sollu tecavüz yetmiyormuş gibi bir de ağızlarına sıçılıyor (gerçek anlamda) ve sonlara doğru da dal taşak her şeyleri kesiliyor, o saatten sonra ümidi kesmesen ne olur camış? Yani demeye çalıştığım böyle faşizm ya da artık neyse onun eleştirisi olmaz. Oradaki gençler satanist olsa yine acırsın, çünkü varlıklı İtalyanlar öyle bir resmedilmiştir ki iş artık siyasi bir tarafı haklı veya haksız göstermenin çok ötesine geçmiştir.


Bazı filmler vardır hakketen değişik bir atmosferi, akışı ve hikayesi vardır ama bu filmi kategorilendirmek imkansız. Grotesk bir havası var diyeceğim ama zıt şeylerin birleşimi yok. Yani korkuyla sevinç, komediyle hüzün ya da aşkla intikam belki de ütopik ile distopik. Ama bu filmimiz kötü bir rüya görüp de bir an önce uyanmak isteyen bir insanı andırıyor. Oyuncuların bile rahatsız oldukları aşikar. Sanki bir an önce çekelim de bitirelim havası var gibi. İnanır mısın filmin müziklerini ennio morricone yapmış. Kendisini meşhur western müzikleriyle tanıyoruz. Böyle bir projede olmayı nasıl kabul eder anlamak güç. Bir de filmi baştan sona izleyemedim diyor, ulan herhalde izleyemecen am yarması. Senin gibi bir entelektüelin böyle iğrenç bir projede ne işi var ya.




Filmimiz faşizmin ve güc odaklarının çok ama çok sert bir eleştirisi. Passolini biriktirdiği yılların kinini bu filme çıkartmak istiyor gibi. İdraki zor bir film. Estetik mi derseniz tartışılır. Passolini'nin dünyasına girebilmek lazım galiba. yönetmenin Teorema (1968) filmini beni çekmişti içine ve çoğu kişiye de öneriyorum ama bu film açıkçası beni kendi dünyasına çekemedi. İlginç bir deneyim için denenebilir.





Salò, or the 120 Days of Sodom film eleştirisi

5 Mayıs 2012 Cumartesi

Ütopya


Bu hafta filmden ziyade serbest çalışmalardan biriyle karşınızdayız. Kafamda bu hafta ne yazsam diye pek çok soru ve cevap varken birden aklıma şu sıralar okuduğum inanılmaz güzel kitap geldi. Kitabın adı “karıncaların devrimi”, yazarı da bernard werber.  İlk öyküsünü 14 yaşında yazan yazar, 10 yıl kadar popüler bilim gazeteciliği yaptı. 1991'de "Les Fourmis" (Karıncalar) ile "Sciences et Avenir Dergisi"nin okuyucu ödülünü alır. Bu kitap, kısa sürede 12 dile çevrilir. Birçok okulda biyoloji, matematik, felsefe vb. ders programlarına dahil edildi. 1992'de yine büyük yankılar uyandıran "Le jour des Fourmis"i (Karıncaların Günü) kaleme alır. Bu kitabı da elle büyük ödülünü alır ve 22 dile çevrilir. 1993'te bu iki kitabın devamı niteliğindeki "Le Livre Sceret des Fourmis"i (Karıncaların Esrarlı kitabı) ve 1994'te de "Les Thanatonautes"i yazar. Nihayet En Büyük Eserim dediği, "Le Revolution des Fourmis"i (Karıncaların Devrimi) yazar. Kitap hakkında söylenecek çok şey var ama ben kitapta ara ara ortaya çıkan “ansiklopedi” bölümünden bahsetmek istiyorum.


Çok faydalı olabilecek ve konudan konuya atlayan bu ansiklopedi bölümünün yazarı kitapta edmond wells olarak geçiyor ve bu bilgi yumağının adı da “görece ve salt bilgi ansiklopedisi” tabi edmond ve ansiklopedisi kurmaca ama anlatılanlar enfes ve şaşırtıcı bilgilerle dolu. İmdb'ye bernard werber diye yazdığımızda amatör ruhlu birkaç eser çıkıyor, neden bu karıncalar ile ilgili doğru düzgün bir film yaptırmadığı ise muallak. Zamane ergenlerinin de beğeneceği bir hikaye okuyoruz ve devrim, darbe ile insan ilişkileri de güzelce harmanlanmış. Neyse ben bu kitaptaki ansiklopedi bölümünde anlatılan konulardan ütopya örneklerini sizlerle paylaşmak istiyorum. Daha önceki yazılarımızda ilk ütopya'nın (o isimle bahsedilen) yazarı olan Thomas more'a ne kadar hayran olduğumu ve daha başka yazılarımızda da ütopya kelimesini kullanmasalar da ütopyayı hayal edip tasvirler yapan antik yunan'ın bazı çılgın düşünürlerine olan saygımı belirtmiştim. Yani bebeğim zaafım olan konulardan olan ütopyayla ilgili çok güzel örnekleri bu kitap vasıtasıyla sizlere sunuyorum;


THOMAS MORE’UN ÜTOPYASI

Ütopya sözcüğü 1516’da ingiliz Thomas More tarafından uyduruldu. Yunanca'da olumsuzluk bildiren önek -ü ile yer anlamındaki -topos'dan oluşan "ütopya" hiçbir yerde bulunmayan demektir. Bazılarına göre, sözcük -ö önekinden ve -topi'den bu durumda “ötopi”, “iyi yer” demektir. Thomas More bir diplomat, Eramus'un dostu bir hümanistti ve İngiltere Krallığı şansölyesi unvanına sahipti. Ütopya adını verdiği kitapta, Ütopya adında harika bir adayı betimledi. Verginin, sefaletin, hırsızlığın olmadığı düşsel bir toplum tanımladı. Ütopik topluluğun ilk özelliğinin özgürlük olduğunu düşünüyordu. Böylece kendi ideal dünyasını tanımladı; aile halinde gruplaşmış yurttaşlarıyla bir adada yaşayan yüz bin insan. Her elli aile kendi şefini, sifogrant'ını seçen bir grup oluşturur. Sifograntlar bir konsey oluştururlar. Konsey dört adayın bulunduğu listeden bir prens seçer. Prens ömür boyu seçilir, ama zorba haline gelmeye başlarsa görevinden alınabilir. Savaşlara gelince, Ütopya Adası paralı askerler, Zapoletler kullanır. Bu askerlerin düşmanlar tarafından yok edilecekleri var sayılır. Böylece, araç kullanıldıkça ortadan kalkar. Dolayısıyla hiçbir askeri darbe riski yoktur. Ütopyada para yoktur. Herkes pazardan gereksinim duyduğu kadarını alır. Bütün evler birbirlerinin aynıdır. Kapılarında kilit yoktur ve insanlar alışkanlıklarında kalıplaşmasın diye on yılda bir taşınmak zorunludur. Aylaklık yasaktır. Ev kadını, papaz, soylu, uşak, dilenci yoktur. Böylelikle günlük çalışma altı saate iner. Parasız pazarın gereksinmelerini karşılamak için, herkes iki yıl zorunlu tarım hizmeti yapmak zorundadır. Zina ya da adadan kaçma girişimi durumunda, Ütopya yurttaşı özgür insan nitemini yitirir ve köle haline gelir. O zaman, canından bezinceye kadar çalışmak ve eski yurttaşlarına itaaat etmek zorundadır. Kral VIII. Henri'nin boşanmasını onaylamadığı için 1532'de görevinden alınan Thomas More 1535'te başı kesilerek idam edildi. 


ÇOCUKLARIN HAÇLI SEFERİ

Batı'da, ilk çocuk Haçlı Seferi 1212’de oldu. Aylak gençler şöyle düşünmüşlerdi: "Ruhlar, temiz olmadığından, yetişkinler ve soylular Kudüs'ü kurtarmakta başarılı olamadılar. Oysa bizler çocuğuz, dolayısıyla safız." Bu coşku, özellikle Kutsal Cermen Roma İmparatorluğunu etkiledi. Bir grup çocuk İmparatorluktan ayrılıp Kutsal Topraklara doğru yollara duştu. Elerinde haritaları yoktu. Doğuya doğru gittiklerini sanıyorlardı ama gerçekte güneye doğru ilerliyorlardı. Rhone Vadisine indiler ve yolda sayıları gittikçe arttı, birkaç bine kadar ulaştı. Yol boyunca köyleri talan ediyor, köylüleri soyuyorlardı. Köylüler, ilerde karşılarına denizin çıkacağını söylediler. Bu onları yatıştırdı. Tıpkı Musa gibi denizin önlerinde akacağına ve ayakları ıslanmadan Kudüs'e varacaklarına inanmışlardı. Hepsi Marsilya'ya ulaştı, oysa deniz açılmadı. İki Sicilyalı onları gemiyle Kudüs'e götürmeyi önerinceye kadar boşu boşuna limanda beklediler. Çocuklar mucizeye inandılar. Mucize olmadı. Sicilyalılar Tunuslu bir korsan çetesine bağlıydılar. Onları Kudüs'e değil, ama Tunus'a götürdüler. Orada, pazar yerinde iyi fiyatlarla köle olarak satıldılar.


CHENGDU ÇOCUKLARININ DEVRİMİ

1967'ye kadar Çin'in Sichuan eyaletinin başkenti olan Chengdu, huzurlu bir kentti. Himalayalar’ın yamacında, 1000 metre yükseklikte kurulmuş bu tarihi kale kentin, Pekin ve Şanghay'da olan bitenden habersiz üç milyon nüfusu vardı. Oysa o dönemde bu büyük metropoller çok kalabalıktı ve Mao Ze-dong bunları boşaltmaya karar vermişti. Aileler parçalandı, anne babalar kırlara çalışmaya, çocuklar iyi komünistler olarak büyütülmek üzere Kızıl Muhafız yetiştirme merkezlerine gönderildiler. Merkezler gerçek birer çalışma kampıydı. Yaşam koşulları çok ağırdı. Çocuklar iyi beslenemiyorlardı. Odun talaşı ağırlıklı gıdalar çocuklar üstünde deneniyordu. Sinekler gibi kırılıyorlardı. Bu sırada, Pekin saray tartışmalarıyla çalkalanıyordu. Mao'nun resmi ardılı ve Kızıl Muhafızların sorumlusu Lin Piao gözden düştü. Partinin önde gelenleri çocuk Kızıl Muhafızları zindancılarına karşı ayaklanmaya kışkırttılar. Tam bir Çinli kurnazlığı; bundan böyle, çocukların görevi Maoizm adına Maoist kamplardan kaçmak ve yetiştiricilerini pataklamaktı. Serbest kalan Kızıl Muhafız çocuklar, kokuşmuş devlete karşı Maoist sözleri yaymak bahanesiyle ülkenin dört bir yanına dağıldılar. Aslında çoğu Çin'den kaçmanın bir yolunu arıyordu. Garlara saldırdılar ve söylentilere göre, sınırı gizlice aşmalarını ve Hint topraklarını geçmelerini sağlayacak bir örgütün bulunduğu batıya doğru yola çıktılar. Oysa batıya yönelen bütün trenlerin son durağı Chengdu'ydu. Böylece, yaşları on üç ile on beş arasındaki binlerce “genç öncü” bu dağ kentine vardılar. Başlarda işler o kadar kötü gitmedi. 

Çocuklar Kızıl Muhafızlar kamplarında çektiklerini anlattılar ve Chengdu halkı onlara acıdı. Onları yedirdiler, içirdiler, beslediler, onlara uyumaları için çadırlar, ısınmaları için yorganlar verdiler. Ama Chengdu garına dalgalar halinde gelmeye devam ediyorlardı. Başta sayıları bin iken, kısa zamanda iki yüz bin kaçak olmuştu. Bu durumda, mahallenin yurttaşlarının iyi niyetleri onları tatmin etmeye yetmez oldu. Hırsızlıklar yayıldı. Mallarının çalınmasına itiraz eden tüccarlar dövüldü. Kentin belediye başkanına şikayette bulundular. Ama tepki gösterecek vakti olmadı. Çünkü çocuklar onu götürüp meydanda özeleştiriye zorladılar. Arkasından pataklandı ve kaçmak zorunda kaldı. O zaman, çocuklar yeni bir belediye başkanlığı seçimi düzenlediler ve kendi arkadaşlarını, yaşından daha fazla gösteren on üç yaşında bir oğlanı aday gösterdiler. Öteki Kızıl Muhafızların saygı duyacağı kadar karizması olan bir çocuktu. Seçmenleri ona oy vermeye davet eden afişlerle kaplandı bütün kent. İyi hatip olmadığından, projelerini dazibaolar tanıttılar, hiçbir zorlukla karşılaşmadan seçildi ve en kıdemlisi on beş yaşında bir belediye meclisi üyesi olan çocuklardan kurulu bir hükümet oluşturdu. Artık hırsızlık bir suç değildi. Bütün tüccarlar, yeni başkanın buluşu olan yepyeni bir vergiye tabi tutuldular. Herkes Kızıl Muhafızlara bir lojman sunmak zorundaydı. Kent çok ücra olduğundan, çocukların seçim zaferinden kimsenin haberi olmadı. Yörenin burjuvaları bu durumdan endişelendiler ve bölge valisini uyarmak üzere bir heyet gönderdiler. Beriki işi ciddiye aldı ve asilere boyun eğdirmek için Pekin'den ordu istedi. Başkent, iki yüz bin çocuğa karşı yüzlerce tank ve baştan ayağa silahlandırılmış binlerce asker yolladı. "On beş yaşın altındakilerin hepsi öldürülecek" talimatı verilmişti. Çocuklar, bu beş surun çevrelediği kentte direnmeye çalıştılar ama Chengdu halkı onları desteklemedi.  Kendi çocuklarının canını kurtarmak için dağlarda barınak arama derdine düşmüşlerdi. İki gün boyunca çocuklarla yetişkinler savaştılar. Kızıl ordu son direnme noktalarını teslim almak için hava desteği istedi. Bütün çocuklar öldürüldüler. Olayın duyulması engellenecekti, çünkü Amerikan Başkanı Richard Nixon, Mao Zedung'la buluşacaktı ve Çin'i eleştirmenin sırası değildi.


ADEMİLERİ’İN ÜTOPYASI

1420’de  Bohemya’da Hussitler ayaklanması oldu. Protestanlığın öncüleri olarak, din adamları sınıfında reform ve alman senyörlerin gitmesini istiyorlardı. Hareketten daha radikal bir grup ayrıldı: Ademiler. Onlar sadece kiliseyi değil, bütün toplumu tartışma konusu yapıyorlardı. Tanrıya en yakın olmanın, ilk günahtan önce ilk insan Adem’le aynı koşullarda yaşamakla mümkün olacağını düşünüyorlardı. Ademiler adı buradan gelmektedir. Prag yakınlarında maldau nehrindeki bir adaya yerleştiler. Orada çıplak, bütün mallarını paylaşarak, “kabahatten önceki yeryüzü cenneti”nin hayat koşullarını yeniden yaratmak için ellerinden geleni yaparak yaşadılar. Hiçbir toplumsal yapı tanımıyorlardı. Parayı, çalışmayı, soyluluğu, burjuvaziyi, yönetimi, orduyu kaldırmışlardı. Toprağı işlemeyi yasaklamışlardı ve yabani sebze ve meyvelerle besleniyorlardı. Vejeteryandılar ve kilisesiz, aracı din adamları olmadan tanrıya tapıyorlardı. Tabi bu durum, bu kadar radikallikten haz etmeyen komşuları Hussitleri kızdırıyordu. Elbette tanrı dini sadeleştirebilirdi, ama bu kadar da olmazdı ki. Hussit senyörleri ve orduları Ademiler’i adalarında kuşattılar ve bu eski zaman hippilerinin tekini bile bırakmadan katlettiler.


RABELAİS’NİN ÜTOPYASI

1532’de françois rebelais gargantua’da, theleme manastırını betimlerken ideal hayali kentini nasıl gördüğünü anlattı; hükümet olmamalı çünkü “insan kendisini yönetmeyi bilmezken, nasıl başkasını yönetebilir” diye düşünür rabelais. Böylece thelemliler keyiflerince davranırlar. “İstediğini yap” onların şiarıdır. Ütopyanın başarılı olması için theleme manastırına konuk olacaklar büyük bir titizlikle seçilirler. Oraya sadece terbiyeli, esprili, eğitimli, erdemli, güzel ve iyi tabiatlı erkekler ve kadınlar kabul edilir. Gündüz, herkes istediğini yapar. Canı isterse çalışır, istemezse dinlenir, içer, eğlenir, sevişir. Saatler kaldırılmıştır, böylece geçen zaman kavramı diye bir şey yoktur. Canı istediğinde uyanır, acıktığında yemek yer. Karışıklığa, şiddete, kavgalara yer yoktur. Manastıra yerleştirilen hizmetçiler ve zanaatkarlar ağır işleri yapmakla görevlidirler. Rabelais ütopyasını da betimler: manastır loire’ın kıyısında, port-huault ormanında kurulacaktı. 9332 odası olacaktı. Etrafında surlar olmayacaktı. “duvarlar fesatları besler.” Altmış adım çapında yuvarlak altı kule olacaktı. Yapıların her biri altı kat yükseklikte olacaktı. Bir sürü kütüphanesi, bir labirenti ve ortasında bir çeşmesi bulunan bir parkı olacaktı. Rabelais enayi değildi. İdeal manastırının demogoji, zırva doktrinler ve nifak ya da çok basit bir şekilde ıvır zıvır şeylerden eninde sonunda yıkılacağını biliyordu, ama yine de denemeye değerdi.


AMERİKAN YERLİLERİNİN ÜTOPYASI

İster Siular, ister Ceyenler, ister Apaçiler, ister Krovlar, ister Navahoiar, ister Komançiler olsun Kuzey Amerika Yerlileri aynı ilkeleri paylaşırlar. Her şeyden önce, kendilerini doğanın sahipleri olarak değil, onun bir parçası olarak görürler. Bir bölgede av hayvanları tükenmeye başlayınca, av hayvanları yeniden çoğalsın diye, kabile bölgeden göç ederdi. Böylece doğadan aldıkları yeryüzünü tüketmezlerdi. Yerlilerin değerler dizgesinde, bireycilik bir onur kaynağı olmaktan çok bir utanç kaynağıydı. Kendisi için bir şey yapmak utanılacak bir davranıştı. Kimse bir şeye sahip değildi. Kimsenin bir şey üzerinde bir hakkı yoktu. Hala günümüzde yeni bir araba satın alan bir yerli, arabayı kendisinden isteyecek olan ilk yerliye ödünç vereceğini bilir. Çocukları baskısız eğitilirdi. Gerçekte, onlar kendi kendilerini eğitirlerdi. Örneğin mısır melezleri yaratmakta kullandıkları bitki aşıları keşfetmişlerdi. Hevea özsuyu sayesinde bezlerin su geçirmeyeceğini bulmuşlardı. Eşine Avrupa'da rastlanmayan ince dokunuşlu pamuk giysiler yapmayı biliyorlardı. Aspirinin (salisiklik asit) ve kininin faydalı etkilerini biliyorlardı. Kuzey Amerika yerli toplumlarında, ne babadan oğula geçen, ne de sürekli bir iktidar vardı. Pow-pow'larda (kabile konseylerinde), her kararda, herkes kendi görüşünü ortaya koyardı. Bu, (Avrupa cumhuriyetçi devrimlerinden çok daha önce) bir meclis rejimiydi. Çoğunluğun reise güveni kalmamışsa, reis kendiliğinden çekilirdi. Bu eşitlikçi bir toplumdu. Elbet bir şef vardı ama insanların sizi izlemek içlerinden geldiği sürece şeftiniz. Liderlik bir güvenlik sorunuydu. Pow-pow'da alınan bir karar lehine oy kullananlar, bu karara uymak zorundaydılar. Diğerleri uymak zorunda değildi. Hani biraz bizdeki bir yasayı sadece adil bulanların uygulaması gibi. En parlak dönemlerinde bile, Amerikalı Yerlilerinin meslek olarak bir orduları olmadı. Gerektiğinde savaşa herkes katılırdı. Ama savaşçı, her şeyden önce toplumsal olarak bir avcı, bir yetiştirici ve bir aile babasıydı. 


Yerli dizgesinde, biçimi ne olursa olsun, her hayat saygıya layıktır. Onlar da aynı şekilde yapsınlar diye düşmanlarının hayatlarını bağışlarlardı. Hep karşılıklılık fikri vardı; size yapılmasını istemediğiniz şeyi başkalarına yapmayın. Savaş, cesaretin gösterildiği bir oyun gibi görülürdü. Hasmının fiziksel olarak ortadan kaldırılmasını istemezdi. Dövüşün amaçlarından biri yuvarlak uçlu sopayla düşmana dokunmaktı. Bu onu öldürmekten çok daha büyük bir onurdu. "Birinci dokunuş" diye sayarlardı. Kan akar akmaz dövüş kesilirdi. Ölüm çok ender olurdu. Yerliler arası savaşların temel amacı düşmanın atlarını çalmaktı. Avrupalıların uyguladıkları kitlesel savaşı kültür olarak anlamaları çok zordu. Beyazların kadın ve çocuklar dahil herkesi öldürdüğünü görünce çok şaşırdılar. Onlara göre bu sadece dehşet verici değil, özellikle sapık, mantıksız ve anlaşılmazdı. Yine de Kuzey Amerika Yerlileri uzunca sayılabilecek bir süre direndiler. Güney Amerika toplumlarına saldırmak daha kolay oldu. Bütün toplumun çökmesi için kralın kafasını uçurmak yetiyordu. Aşamalı ve merkezi yönetimli sistemlerin en büyük zaafıdır bu. Monarklarını yakaladın mı onları da yakalardın. Kuzey Amerika'da, toplumun daha dağınık bir yapısı vardı. Kovboylar yüzlerce göçmen kabileyle uğraşmak zorunda kalmışlardı. Devinimsiz büyük bir kabileyi yola getirseler ya da yok etseler bile, yeniden ikinci bir yüz elli kişilik kabileye saldırmak zorunda kalıyorlardı. Bütün bunlara rağmen büyük bir soykırım oldu. 1492'de, Amerikalı yerliler on milyondu. 1890'da sayıları yüz elli bine inmişti ve çoğu batılıların getirdiği hastalıklardan ölüyordu. "Little Big Horn" Savaşı sırasında, 25 Haziran 1876'da, yüzlerce yerli kabilesi bir araya geldi. Üç dört yüz kadarı savaşçı on-on iki bin kadar birey toplandı. Amerika Yerlileri ordusu general Custer'in ordusunu ezdi geçti. Ama dar topraklarda, onca insanı beslemek zordu. Bu yüzden, zaferden sonra Yerliler birbirlerinden ayrıldılar. Bu aşağılanmadan sonra, beyazların bir daha saygısızlık etmeye kalkışmayacaklarını sanıyorlardı. Nitekim, kabilelere tek tek boyun eğdirildi. Amerika hükümeti, 1880’e kadar onları yok etmeye çalıştı. 1900'den sonra, Amerika Yerlilerinin Siyahlar, Çinliler, İrlandalılar, İtalyanlar gibi melting-pot'la bütünleşeceğine inanıldı. Ama hükümet, burada yanıldı. Amerika Yerlileri kendilerininkinden açık bir şekilde daha az gelişmiş buldukları Batılılar'ın toplumsal ve siyasal sistemlerinden ne anlayacaklarını kesinlikle bilmiyorlardı.



FOURİER’NİN ÜTOPYASI

Charles Fourier, 1772’de Besançon'da doğmuştu ve bir kumaşçının oğluydu. Daha 1789 Devrimi'nde insanlık için her şeyi göze alır. Toplumu değiştirmek ister. 1793'te tasarılarını açıklayınca, Directoire üyeleri onunla alay ederler. Ondan sonra, aklını başına almaya karar verir ve veznedar olur. Yine de, boş zamanlarında ideal toplum araştırmaları saplantısını sürdürür, ideal toplumu ayrıntılarıyla tanımladığı kitaplar yazar. Bunlardan biri de “Sanayici ve Ortaklaşmacı Yeni Dünya”dır. Bu ütopyacıya göre, insanlar bin altı yüz ile bin sekiz yüz arasında üyesi olan küçük topluluklar halinde yaşamalıdır. Ailenin yerini falanj adını verdiği topluluk alır. Aile olmayınca, akrabalık ilişkileri de otoriter ilişkiler de kalmaz. Hükümet olabildiğince kısıtlanmıştır. Önemli kararlar ortaklaşa ve günübirliğine, merkezi alanda alınır. Her falanj, Fourier'nin “falanster” adını verdiği ev sitelerine yerleşir. İdeal falansterini çok belirgin bir şekilde tanımlar; üç ya da beş katlı bir şato. Kentin sokakları yazın fıskiyelerle serinletilir, kışın kocaman ocaklarla ısıtılır. Merkezde gözlemevinin, çanın, Chappe telgrafının, gece bekçisinin yerleştiği Düzen Kulesi bulunur. Aslanlarla köpekleri melezleştirerek yeni bir evcil tür meydana getirmeyi ister. Bu köpek-aslanlar hem binek hayvanı, hem de falansterlerin bekçisi olarak kullanılacaklardır. Charles Fourier, düşünceleri dünyanın her yerinde harfiyen uygulanacak olsa, falanster sakinlerinin organizmalarında açık seçik görülecek doğal bir gelişme göstereceklerine inanıyordu. Bu gelişme, özellikle göğüs seviyesinde bitecek üçüncü bir kolla kendisini gösterecekti. Bir Amerikalı, Fourier'nin planlarına bağlı kalarak bir falanster kurdu. Mimari sorunlardan dolayı, tam bir fiyasko ile sonuçlandı; mermer duvarlarıyla domuz ahırı, falansterin en bakımlı yeriydi, ama bir sorun vardı. Kapı bırakmayı unutmuşlardı. Domuzları vinçlerle içeri sokmak zorunda kalmışlardı. Dünyanın her yerinde, özellikle de Arjantin, Brezilya, Meksika ve Birleşik Devletler'de, Fourier’in tilmizleri benzer falansterler ya da aynı anlayış içinde topluluklar kurmuşlardır. Fourier, ölürken bütün öğrencilerini yadsıdı.


HİPPODAMOS’UN ÜTOPYASI

İÖ 494'de Pers Kralı Darius'un ordusu, Halikarnas ile Efes arasında kurulmuş olan Milet kentinde taş üstünde taş bırakmıyordu. Kentin eski sakinleri mimar hippodamos'tan hemen yeni ve tamamlanmış bir kent kurmasını istediler. O devir tarihinin bu ilk fırsatıydı. O zamana kadar kentler karmakarışık bir biçimde gittikçe genişleyen kasabalardı. Örneğin, Atina gerçek bir labirent olan, hesapsız plansız yapılmış sokaklardan oluşuyordu. Her şeyi ile orta büyüklükte bir kent kurmakla görevlendirilmek, ideal kenti yaratmak için tam yetki almak demekti, hippodamos talihine sarıldı. Geometrik olarak düşünülmüş ilk kenti çizdi. Hippodamos, sadece sokaklar çizmek ve evler kurmakla yetinmek istemiyor, kentin biçimini düşünürken, onun sosyal hayatını da düşünmek gerektiğine inanıyordu. Esnaflar, çiftçiler, askerler olmak üzere üç sınıfa ayrılmış on bin nüfuslu bir site düşünür. Hippodamos'un gönlünde, ortasında bir pasta gibi on iki parçaya bölünmüş on iki yarıçapın kestiği akropol bulunan, doğadan hiçbir alıntı yapmayan yapay bir kent yatar. Yeni Milet'in sokakları dik, alanları yuvarlaktır ve bütün evler, komşular birbirlerini kıskanmasınlar diye tıpatıp birbirinin aynıdır. Zaten halkı, eşit hakları olan yurttaşlardır. Burada köleler yoktur. Hippodamos sanatçıları da istemez. Ona göre, sanatçılar sağı solu belli olmayan, karışıklık çıkaran insanlardır. Milet'te şairlere, oyunculara ve müzisyenlere yer yoktur. Yoksulların, bekarların ve aylakların da kente girmeleri yasaktır. Hippodamos'un projesi, Milet'i asla bozulmayacak mükemmel bir mekanik sistemi olan bir site yapmaktır. Zararlı şeylerden kaçınmak için yenilik, özgünlük ve insan kaprisine yer yoktur. Hippodamos “onat” kavramını (düzenli, verimli, uygun) icat etmiştir. Site düzeninde onat bir yurttaş, devlet düzeninde onat bir site, kendisi de kozmos düzeninde onat bir varlık.


SHABBATAI ZEVİ’NİN (SABETAY SEVİ) ÜTOPYASI

Binlerce hesaplamalardan, İncil'in, Tevrat'ın ve Zebur'un batıni yorumlarından sonra, Polonyalı büyük kabala alimleri Mesih'in tam olarak 1666 yılında ortaya çıkacağı kehanetinde bulundular. O devirde Batı Avrupa Yahudi halkının morali çok kötüydü. Kazak ataman Bogdan Khmelnitski, birkaç yıl önce, büyük mülk sahibi Polonyalı derebeylerinin hakimiyetine son vermek için köylülerden oluşan bir ordunun başına geçmişti. Sağlam şatolarındaki derebeylerine ulaşamayınca öldürme çılgınlığına kapılan ordu, öcünü süzerenlerine çok sadık gördükleri küçük Yahudi kasabalarından aldı. Birkaç hafta sonra, Polonya soyluları kanlı karşı saldırılar başlatınca, bunun ceremesini bir kez daha Yahudiler çekti; binlerce kişi öldü. “Bu en son Armaggedon savaşının işareti” dediler kabalalar. “Bu Mesih'in geleceğinin yakın olduğunun alameti.” İşte tam bu sırada, bakışları etkileyici, yumuşak genç bir adam, Shabbatai Zevi ortaya çıktı ve kendisinin Mesih olduğunu ileri sürdü. Adam iyi konuşuyordu, güven veriyordu, insanlara hayaller kurduruyordu. Mucizeler yapabileceği öne sürülüyordu. Batı Avrupa'nın büyük acılar çekmiş Yahudi cemaatleri arasında yoğun bir dinsel coşku yarattı. Tabii, hahamların çoğu “gaspçı”, “sahte kral” diye feryatlar kopardılar. Shabbatai Zevi yandaşları ve onu sahtekar ilan edenler şeklinde bölünmeler ortaya çıktı ve aileler parçalandı. Bununla birlikte, yüzlerce kişi her şeyi terk etmeye, evlerini barklarını bırakıp kendilerini Kutsal Topraklar'da ütopik yeni bir toplum kurmaya götüren bu yeni Mesih'in ardından gitmeye karar verdi. Ama arkası gelmedi. Osmanlı Padişahı'nın casusları, bir akşam Shabbatai Zevi'yi kaçırdılar. İslam dinine geçerek, ölümden kurtuldu. Tabii en sadık müritleri onun yolunu izledi. Diğerleri ise onu unutmayı yeğledi.