4 Haziran 2016 Cumartesi

Bir Müptezel'in Hayat Hikayesi-4

Alper  ve Mustafa memlekete gitmek üzere otobüse binmişlerdi. Alper’in o şirin köyünde çile çekmiş dert görmüş garip anası vardı, babası yıllar önce vefat etmişti. Yine bazı akrabalar da mevcuttu köyde. Şehrin heyecanından olsa gerek çok sık gidemiyordu annesinin yanına. Ama şimdi temelli mi gidiyordu bilinmez. Mustafa ise çok heyecanlıydı. Önce mavi dolmuşlara binmişlerdi. Sonra o büyük otobüse bineceklerdi nasıl da mutluydu kerata. Zamanla daha bi güzelleşiyor akıllanıyordu galiba Mustafa. Belki bu durumda ve  şartlarda çocuk yetiştirmek çok doğru değildi ama iyi ki Mustafa vardı Alper’imin dünyasında.

Son 15 dakika kala otobüse bindiler ve dünyanın en gri şehri Ankara’dan uzaklaşmak için kaptanı beklediler. Geride pek bir şey kalmamıştı, satılacaklar satılmış, atılacaklar atılmış, yakılacaklar yakılmıştı, unutulacaklar için ise biraz daha zamana ihtiyaç vardı. “Cosss” diye bi sesin ardında o koca araç geri geri hareket edip perondan ayrıldı. Muavinin bilmem kaçıncı seferiydi ama Mustafa’nın taş çatlasa 4. veya 5. yolculuğuydu. Aşti’den ayrılan otobüs yavaş yavaş trafikten de kurtulmaya yolda özgürleşmeye başlıyordu. Gidilen her kilometrede Alper birer anısını düşünüp beyin havuzuna tekrar yolluyordu. Bazı anılarda tebessüm bazılarında ise hüzün vardı, aynı hayatın kendisi gibi. Galiba tam o sırada Alper, Michael Burks’tan “don’t let it be a dream”i dinliyordu. Bunu Ceylan’a söylemek istiyordu. Hayalde olmasa keşke diye düşünürken o güzel müzik ve yorumla beraber otobüsün önü birden kesildi. Kimin veya neyin aracı durduğunu göremedi Alper, korkmuştu birden, acaba kaza mı oldu diye. Otobüsün kapısı açıldı. Muavin yerinden kalktı koridorun önünü açtı. Mavi gömlekli ve güneş gözlüklü kaptan ise kafasıyla olur işareti yaptı Ceylan’a ve beklemede kaldı. Aman tanrım bu Ceylandı.

Yaşadığı hayatın ne kadar yavan ve sahte olduğunu anlamış olmalıydı ki bugün buraya gelmişti Alper’in yanına. Yavaşça Alper’e doğru geliyordu. O saçları felan yine harikaydı. Daha bi güzelleşmişti sanki. Kalbi hızlı hızlı atıyordu Alper’in. Allahım bu kız için ölebilirdi Alper. Ceylan’ın yüzündeki gülümse gittikçe artıyordu. Alper o kadar heyecanlıydı ki yerinden kımıldayamıyordu bile. İster misin diye sordu Ceylan, Alper’e. Alper, anlamadım, dedi. Sıcak mı soğuk mu, diye tekrar sordu Ceylan. Alper yine, anlamıyorum, dedi. Çay, kahve, kola, meyve suyu hangisi diye sordu Ceylan. Nasıl yani Ceylan bunun için mi durdurdun otobüsü derken bu ne biçim Ceylan lan diye irkildi. 1,70 boylarındaki işini hiç sevmeyen muavin ablak ablak bakıyordu Alper’e. Hay sikecem diye doğruldu şöyle bi Alper yani bunun gerçek olabileceğini düşünmek bile bi hataydı. Müzikler saolsun uyutmuştu Alper’i ağzı da leş gibiydi sanki, nescafe istedi muavinden. 

Uyumaya çalıştı tekrardan Alper, şu an o rüyaya o umuda fazlasıyla ihtiyacı vardı. Ama yok uykusu kaçmıştı. Olsun yavşak Ankara’dan kurtuluyordu. Reklam panolarında melih gökçek’i gördü. Reklamdaki yazıları okumadı panonun vermek istediği mesajı da okumadı Alper. Genelde daha doğrusu yıllardır melih’i görürdü sağda solda ama pek paslaşmazlardı. Bu sefer melih’e bakakaldı Alper. Melih gökçek gülüyordu. Trafik lambalarında takılı kalan araç durmuştu ve melihle Alper bakışıyorlardı. Melih gökçek tatlı tatlı sırıtıyordu. 15 saniyelik bi bakışmanın ardından Alper de gülümsemeye başladı. İkisinin de gözleri gülüyordu adeta. Utanmasa Alper kahkaha atacaktı. Otobüs yavaşça ilerlemeye başladı. Melihle son bi kez bakıştılar bir daha görüşürler miydi bilinmez. Sana da hoşça kal i. Melih gökçek.

Antonio salieri, döneminin en başarılı ve çalışkan müzisyenlerinden. Başka bi zamanda yaşasaydı daha mutlu veya başarılı bi müzisyen olabilirdi ama ah o Mozart yok mu.  Şımarık, serseri, çapkın Mozart belki saray ve zenginler tarafından çok sevilmedi, belki en fazla öğrenci Salieri’nin oldu ama kimin iyi olduğunu kimin eserlerinin ölümsüz olduğunu Salieri çok iyi biliyordu. Tüm dünyaya karşı Salieri’nin düşünceleri. Belki de bu yüzden Mozart’ı öldürdü veya öldürmek istedi bilinmez ama Salieri’nin çektiği huzursuzluk neyse Mozart’ı gördüğünde, dinlediğinde, hissettiğinde; Alper de eskiden bazı şeyleri hatırlayınca o duyguya kapılıyordu. Hani hiç yenemeyeceğin birisiyle aynı sınıftasındadır ya ve senin de birinci olmak gibi bir derdin vardır, aynı onun gibi. Mozart’ın Salieri’ye yaptğını, hayat Alper’e yapıyordu. Tat alamıyordu artık. Bu şehir değişikliği belki iyi gelirdi bilinmez.

Ankara’dan uzaklaştıkça Alper’in içi biraz rahatlamaya başladı. Bu şehrin koşturmacası, amaçları, yönlendirmeleri, emeklilik planları, ev almaları, avmleri, ne bileyim ruhsuzluğu yormuştu Alper’i. Yani hayatın amacı Ankaralıların yaşadığı gibi olmamalıydı. En kötüsü de biraz düşünecek zamanı olmuyordu hiç. Gerçekten söylüyorum, klişe olarak görülmesin kazan, al, ye, iç, biriktir, daha zengine gıpta et, git, gel, izle, büyülen bunlarda hatalar olmalıydı. Eğer bir sıkıntı olmasa insanlar bu kadar garip, mutsuz, salak gibi olmazlardı diye düşünüyorduk Alper’le ikimiz. Bir amaç verilmeli insana belki de onu yapmalı. Kendi amaçlarımız genelde ev almak tarzı şeyler. Alper’i son zamanlarda bir korku salmıştı. Şimdi böyle düşünüyordu ama ya ilerde keşke güzel bi iş için zorlasaydım, keşke emekliliğe daha iyi girseydim tarzında cümlelerle boğuşursa. Eleştirmek kolay yapmak zordur. Bazen acabalar gelmiyor değil ama Ankara’da tek başına  düşüncelerine sahip çıkamazdı Alper. Gitmeliydi zehirlenmeden önce. Yapıcı olmanın, heyecanla alınmış kararlara delicesine sahip çıkmanın ve asla pişman olmamanın zamanı gelmişti. Bundan sonra olacakları da kabul ediyordu.

Annesinin yanına vardıklarında güzelce bir hasret giderdiler. Eğer o kişi anne değil de çok yakın bir arkadaş olsa didik didik her şeyi sorardı ama anne öyle mi. Hayata reset atmak anneye sarılmak resmen. Annesi hiçbir şey sormadı Alper’e. Hemen bir sofra hazırladı mis gibi. Sonra Mustafa’yla tavuklara yem vermeye gitti. Alper ise biraz kafa dinleyebilecekti sonunda. Köyün biraz ilerisindeki tepeyi gözüne kestirdi. Hafif de rüzgar vardı ne güzel püfür püfür esiyordu. Köyün patikasından tepeye doğru yol alınca üç yaşlı dayı gördü. Önyargılarının kurbanı olan Alper bu üç yaşlıyı alelade köylüler diye düşündü. Ne bileyim tembel tembel yatan, genelde köy içi ihtiraslara, dedikodulara kurban gitmiş hafiften cahil bir grup olarak gördü onları. Ama yanılmıştı. Alper yaşlıların yanına gittiğinde onların bir süredir Alper’i bekledikleri anlaşıldı. Hiç konuşmuyorlardı. Alper hangisini haklı bulsa diğer ikisi yok olup gidecekmiş gibi bir izlenim sezinledi. Kısa bir merhabalaşmadan sonra yaşlı bilgelerin isimleri Alper’i şaşırttı. Garanti, eleştiri ve amaç isimli bu üç yaşlı, Alper’i adeta şaşkına çevirmişlerdi. Kısa tanışma faslından sonra sanki amaç’ın direktifleri hakimmiş gibi hemen tepeye çıktılar. Ufak amaçları o yolu bitirmekti. Tepeye geldiklerinde bir masa ve dört sandalye hazırda bekliyordu. Hepsi yerlerine oturdu. Umarım dayılık taslayıp kuru tavsiyelerde bulunmazlar diye düşündü Alper.

Garanti, insanların neden kendilerini garantiye almaları gerektiğinden bahsetti yine. "Bu uzunca bir hayattı ve hayatın ne getireceği belli olmazdı. Az da olsa garantiden bir şey olmaz" diyordu. Bu sefer Alper dayanamadı ve söze girdi; “Ama köye ilk geldiğim günden bu en karşı olduğum fikrin babasını duymak istemiyorum, gerçekten çok yoruldum" dedi Alper. Garantiyi mağlup edememekten korkuyordu. Eleştiriye yalvarırcasına baktı Alper. Eleştirinin gözleri kanlanmıştı. Tam garantiye yanılıyorsun diyecekti ki Alper,  Eleştiri birden Alper’e “hiç kendini eleştirdiğin oldu mu Alper” dedi. “Sürekli dem vuruyorsun yalnız kalmaktan, insanların seni bırakmasından, hayatın anlamsızlığından peki sen ne yapıyorsun eleştirmekten başka. Ben bu kadar mı basitim dedi” eleştiri, Alper’e. Alper hiçbir şey söylemedi. Çok haklıydı eleştiri belki de çoktandır içini acıtan şeyi bulmuştu bu bilge. “Neden her canın sıkıldığında bana sığındığını söyleyebilir misin dedi” eleştiri, “bu kadar basit olmamalı değil mi Alper” diye devam etti. Alper garantiye sinirlenmiş, eleştiriden azar işitmişti.

Tartışmanın şeklinden midir bilinmez Alper baya sıcaklanmaya başladı. Yanıyordu adeta. Ceylan’a yalvarıyordu içinden, gelsen rüyalara dalsak felan, diye. Muhtar Ekrem çıkıp gelse bi filmde oynamak istiyordu deli gibi. “Tangerines”de bile oynayabilirdi şu an. O alev gibi sıcakta garanti, çantasından buz gibi bi şerbet çıkardı ve önüne koydu. İçmiyordu sadece önüne koymuştu. Alper hayatında ilk defa bu kadar susamıştı. Garantiyle arası iyi olsaydı keşke. Eleştiri, Alper’i eleştirmeye devam derken Alper’in de aklı fikri o şerbetteydi. Eleştiriden istediği desteği bulamayan Alper, kendinden utanma noktasına geldi. Hayatı ve kişileri bu kadar yermenin ne anlamı vardı ki. 7 milyar insandan biriydi en nihayetinde. Her şeyden önce kendini eleştirmeyi öğrenmeliydi. “Kendini bil sonrası belki daha kolay olur” diye son bir vurucu öğüt verdi eleştiri. Bu iki bilgenin tek derdi Alpermiş gibi çocuğun üstüne geliyorlardı. Alper’in gözlerinden ufak birkaç damla gelmeye başladı. Amaç, ansızın hiddetlendi ve “ağlamayı kes lan, ya bu şerbeti içip siktir ol git bu köyden ya da”  diye devam edince voo voo bu nasıl bilgeymiş böyle diye irkildi Alper birden. 

O şerbeti içmek istemiyorum dedi Alper. “O zaman eleştiriden beslenmeyi bırak” dedi amaç. “Peki ne yapmalıyım” dedi Alper. “Tek bildiğim garantinin iyi bir şey olmadığı ve bildiğim tek silah onu bunu eleştirerek kendimin, kendi hayatımın doğru olduğuna inanmak. Bazen yıpranıyorum ve beceremiyorum, o zamanlarda da yalnız kalmak istiyorum sonra yine eleştiriyorum” dedi Alper. “Yiğidim” dedi garanti “beni eleştirmek çok basittir ama benden ayrı kalmak zordur. Bu konuda umarım tek olduğunu düşünmüyorsundur. Çoğu kişi benden nefret eder ama ben olmasam trafik olmaz hayat olmaz”. “Sen aslında nefis gibi bir şey misin amca” dedi Alper, garantiye. “Nefsim bana senin amcanı sikerim dedirtiyor Alper” dedi garanti. “Sence ikimiz nefisle aynı olabilir miyiz” diye devam etti garanti. “Yok ağam farklıymışsınız” dedi Alper ve amaca dönüp yalvardı; “bana bir tane verebilir misin. Kendi amaçlarıma inanmıyorum bazı zamanlarda onlara ihanet ediyorum” dedi. Eleştiri, bu laflar üzerine Alper’in sırtını sıvazladı. “Kendini eleştirmeye devam et, doğruyu mutlaka bulacaksın” dedi. Ve alper’e ilk defa gülerek baktı. “Amaç seçmek kolay ama ona sahip çıkmak zordur delikanlı” dedi amaç, Alper’e. “Eğer sana bir tane verirsem garantiyle ömür boyu düşman olacaksın bunu kabul ediyor musun” dedi. “Ediyorum” deyince Alper, amaç Alper’e okkalı bir tokat attı. “Aslanım mesele şehri terk etmek, kaçmak değil. Eleştirmek hiç değil. Bunlar basit. Eğer bir amaç istiyorsan sana vereceğim amaç ateş gibi olacaktır” dedi. “Onu beslemezsen zayıflar ve söner. Garantiyle haşır neşir olduğun her an o ateşi zayıflatırsın. Ve o ateş bir kere küstü mü sana, bir daha alevlenmez” diye devam etti amaç. “Peki, neden benimle uğraşıyorsun garanti” dedi Alper, garantiye. O güzel ve soğuk gözüken şerbeti içen garanti, “terk etmeseydin Ankara’yı, bir işe felan girseydin. Sen kaşındın” dedi. “Ve bundan sonra daha fazla ilgileneceğim seninle” diyerek şerbetini içmeye devam etti. Eleştiri de bu sefer “artık beni kullanmayı da bırakacaksın Alper” dedi. Alper kafasını salladı ve kafasını öne eğdi. Üzgün müydü neydi tam bilemiyorum ama bir değişikti. Bu dördü sessizliğe ansızın düşüncelere gömüldüler.

Bilgeler, Alper için zorlu bir hayatı düşünürken, Alper de yeni amacına alışmaya onu tanımaya çalışıyordu. Daha şimdiden korkuyordu “amacın ateşi” söner mi diye. Bu dörtlünün sessizliğini Nina Rota’nın “L’illusionista”sı böldü. Yanlarındaki boş alana insanlar gelmeye başlamıştı ve müziğin tonu giderek artıyordu. Kimler yoktu ki; Alper’in okuldan arkadaşları, eski eşi, muhtar Ekrem, Muhammed abi, Bora, Şevket abi, ben, Alperin annesi ve oğlu, mahalleden pek çok sima hepsi el ele tutuşup dönüyorlardı. Bunlara üç bilge de katıldı. Herkes her şeyi bırakmış sadece el ele tutuşup dönüyorlardı. Alper çok şaşırdı ve Muhtar Ekrem’e bakıp “federico fellini diyorsun yani” diyerek başını eğdi. Muhtar Ekrem gülerek raksa devam etti ve “gelsene hadi” dedi. Alper dayanamadı ve onların yanına doğru gitti. Hemen önündeki saçlar ne kadar güzeldi, yoksa bu o mu. Evet ceylan da buradaydı. Hemen Ceylan’ın elinden tuttu ve çembere katıldı. Orkestra da gelmişti artık, müzik daha da netti. Alper Ceylan’ın elini sımsıkı tutmuştu beraber dönüyorlardı artık. “Ceylan” diye tam söze başlayacakken Alper, Ceylan “sus dedi” Alper’e. “Peki” dedi Alper ve bu ikili kendilerini gruba ve müziğe bıraktılar… 



Bitti...