25 Aralık 2011 Pazar

Metropolis


"Metropolis" filmi gelmiş geçmiş en iyi ve yaratıcı filmlerden biridir. Daha önceden bahsettiğim favori yönetmenlerimden olan Fritz Lang tarafından çekilen bu başyapıt çekildiği yıl olan 1926 (filmimizdeki zaman 2026 bu arada) dikkate alındığında diğer filmlerin hepsinden bir adım öne çıkmaktadır. Filmimiz belki de en bilim kurgu ve en distopik filmdir. Filmde anlatılanlar hemen hemen gerçekleşmeye başladı. İnsan ilişkileri ise filmdeki yapısını biraz daha değiştirerek korudu. Filmin sessiz sinema oluşu izlemenizi biraz zorlaştırabilir ama izlediğinize değecek diye düşünüyorum.


Filmde 21. yüzyılın karamsar çalışma ve sosyal hayatı farklı bir dille anlatılmış. Filmimiz gelmiş geçmiş en pahalı sessiz sinema olmakla kalmamış en fazla figüranı da bünyesinde barındırmıştır (bazıları da en fazla figüranın "ben hur"da yer aldığını söylüyor, "ben hur"a da ileride değinebiliriz). On binlerce gerçek insan, işçi motiflerinde kullanılmış. Filmin Türkiye'deki gösterimi ise söylenenlere göre filmin ateizm temaları içermesinden yasaklanmış. Ayrıca sınıf farklarının arasındaki derin uçurumun açtığı yaraların sosyal yapıyı bozması ve istenilen ütopik ortamlardan distopik bir atmosfere geçilmesi filmin ne kadar sivri bir anlatım tarzı olduğunu gösteriyor. Bunun için bile yasaklanmış olabilir.


Thomas more‘un ya da şehir hayatından bıkmış bir yaşlının ütopyaları benzerdir; insan muhtaç olmayacak kadar çalışmalı ve kendine vakit ayırabilmelidir. Tüm bunları yaparken de kişisel gelişimini göz ardı etmemelidir. Ve en önemlisi doğa ile iç içe olmalı ve canlı olduğunun her daim farkında olmalıdır. Ne yazık ki pek çok insan distopik ortamlarda yani ütopyada olmaması gereken argümanlarla yaşıyor. Bunun en belirgin benzetmesini hapishane benzeri ortamlarda  görüyoruz. İnsanlar hangi dalda çalışır, şehirde ve kesimde yaşarsa yaşasın zamanın nasıl geçtiğini anlamadan kendi yaşam habitatları ile çalışma habitatları arasında gidip geliyorlar. Yaşanılan bu sosyal çevrelerin sert ve belirgin kuralları bulunmakta bu yapının sorgulanması dahi düşünülememektedir. Öğrenci yıllarından itibaren hapishane hayatı başlıyor; okula geliş saatin, çıkış saatin, sınavlarının ne zaman olacağı her şey belli ve sabit, sen ise bu düzene uymak zorundasın. Okul bittikten sonra iş hayatı başlıyor ki her hangi bir fabrikayı ele alalım; güneş doğmadan önce iş başı yapıp güneş batarken işi bırakanlar var. Bu insanlara günde iki defa çay molası verilirken öğle yemeğinde bol yağlı ve sağlıksız yemekler veriliyor ayrıca fabrikadaki zehirli gazlardan ve pis ortamdan etkilenmemeleri için de bol bol yoğurt yediriliyor.


İşçiler sabah evden nasıl alındılarsa o şekilde evlerine bırakılıyor. Bu servislerde çoğunlukla sessiz ve sıkıcı bir hava vardır. Çünkü insanların gülmeye dermanları kalmamıştır. Eve gittiklerinde ise ailelerini görmeyi bir yana bırakırsak yine aynı durum devam ediyor. Dört yanı duvarla kaplı birkaç metre kare bir yer. Hayatlarından kesitler vermeye çalıştığımız bu insanları hapishaneye koysak psikolojik travmayı bir yana bırakırsak fazla zorlanacaklarını zannetmem. Aynı hayat düzeni devam ediyor. En güzel örneği de belki herhangi bir alışveriş merkezinin üst katında bulunan sinema salonu görevlileri oluşturacaktır. Onlarınki daha da sıkıcı olabiliyor. Fabrika ortamında herkes seninle aynı muameleyi görürken sen hiç güneş görmeden tüm o eğlenen kesimin yanında emek gücünü onların eğlencesine hediye ediyorsun ve evet aldığın para (ne fabrika da ne de başka bir işgücünün olduğu yerde) sana yetmiyor. 25 yaşındaki bir işçinin tüm hayatı 30 yıllık ev kredisini ödemek olursa tüm bu hapis hayatının ne kadar zor olduğu anlaşılacaktır. Metropolis filminde de işçilerin çok sıkıcı ve anlamsız hayatları sınıf farkını güzelce ön plana çıkartılarak gösterilmiş.


Filmdeki işçilerin durumu biraz abartılı şekilde gösterilmiş ve bu durum çok sert bir eleştiriyle vurgulanmış. İşçiler zamanlarının büyük bir kısmında devasa makinelerin içinde çalışmakta, vardiyaları bittiğinde de yerin altındaki izbe mekanlarına gitmektedirler. İşçilerin bu süreçte ezik ve kafaları önde olması kurbanlık koyun izlenimi uyandırıyor yani sorgulamadan yolu katetmek. Ancak tüm insanoğlu yerin altında yaşamamaktadır. Yerin altındaki sınıf ne kadar dibe gidiyorsa yerin üstündeki sınıf da bir o kadar yükselmekte ve teknoloji ile iç içe yaşamaktadır. Sınıf farkı dediğimiz şey ancak bu kadar dramatize edilebilirdi. İşçilerin sualsizce enerjilerini vermelerine rağmen basit işçi hatalarını istemeyen “beyin” yani tüm makinelerin patronu, ağa babası, mücit rotwang'ın da yardımıyla işçi robot fikrini gündemine getirir. Artık tüm işçiler robotlardan oluşacak ve hata payı en aza indirilecektir. İlk robot işçiyi gördüğümüz sahnede acaba diyoruz, demeliyiz de. O şekil ve anlatılanları bu seneki her hangi bir filmde görsek normal karşılayabiliriz çünkü bu tür sembollere ve okültik adamlara alıştık alıştırıldık. Ya da tüm bunların farkında olan yani acayip sembollerin dikkat çektiğini düşünen bir yönetmen de kendi filminde herhangi bir amaç gütmeden sırf popüleriteye hizmet etmek için kullanabilir. Ama yıl 1926 ve filmde gördüğümüz semboller ile ilgili kişinin düşünceleri korkutucu. Daha hala köylerimizde illumanitiyi duymayan duysa da siklemeyen insanlar varken bizim daha yeni Türkiye'yi kurduğumuz bir zamanlarda böylesine bir sembolün varlığından acaba dünyada kaç kişi haberdardır? Bu arada filmin Hitler'in favori filmlerinden olduğunu belirtmekte fayda var. Hitler ve Joseph Goebbels'in yönetmenle film hakkında görüştüğünü ve yönetmenin yahudi soy bağlantısına rağmen kendisinden film çekilmesi talebinde bulunduklarını da ek bilgi olarak sunalım.



Mucit rotwang, robot işçiyi tasarlar tasarlamasına ama asıl hedefi koca şehirde kaos ortamı yaratmaktır. Zaten o adamın başka bir şey yapabilmesi de mümkün  gözükmemektedir. Mucit rotwang'ın robotunun, robotun kopya edildiği gerçek kişi maria'nın ve başroldeki iyi oğlanın (büyük patronun oğlu) mücadeleleri işçi sınıfının durumlarını sorguladıkları bir ortam yaratır. Tüm şehrin dinamiği tehlikededir. Rotwang'ın fitnesi insanları başka varlıklara döndürmek üzeredir ve iyilerin çabaları da bir o kadar keskindir. Buralardan finalin sert olacağı beklenirken filmimiz yumuşak bir zeminde biter. Zenginliği sembolize eden beyin ile işçileri sembolize eden kol gücü eksiksiz çalışmaktadır ama birbirlerinden bihaber olduklarından totalde verim alınamamaktadır. İşte filmimiz de araya kalbin yerleştirilmesi sahnesiyle biter. İyi oğlan rolündeki beynin oğlu bir eline kolu bir eline de beyni alır yani ilgili kişileri ve barış sağlanır. Peki sınıf farkı bitti mi? Hayır bitmedi bitmesi de düşünülemez. Ben de isterim herkes zengin olsun ama o zaman toplum dediğimiz yapı bozulur. Ama en azından bu sınıflar birbirlerine saygı duyabilirler. Dediğimiz gibi film beklenilmeyecek ölçüde yumuşak kapandı. Bir devrim veya ona benzer bir kaos ortamı beklenirken gayet uzlaşmacı bir şekilde işler tatlıya bağlandı. Özetleyecek olursak darbenin yerine barışçıl ve demokratik bir platformda sınıflar arası iletişim sağlanmış, sosyalist doku güçlendirilmiştir. Dediğim gibi darbe vb. bir müdahalenin ve sınıf farklarının yok edilişinin filmde gösterilmeyişi bize yönetmen ve senaristin (ilgili kitabın) komünizmi incelemek veya yorumlamak gibi bir derdinin olmadığını gösteriyor. Değerli bir takipçimizin dediği gibi filmdeki ana vurgu demokratik sosyalizmdir. Bunu da filmde kalple sağlamışlardır (filmdeki kalp gerçek hayattaki sendikaların işini yapmaktadır) neyse,


Daha önce "the birth of a nation" ile sessiz sinema eleştirisi yapmıştık. Bu film ile muhtemelen sessiz sinema defterini kapatıyoruz. 3d'nin hayatımıza girdiği ve insanların bilgiyi şırıngayla almak istediği şu devirde herhangi bir okuyucumun farklı bir felsefeye aşina olmak için 2-3 saat boyunca müziksiz, renksiz ve romantizmden yoksun bir filmi izleyebileceğini düşünmüyorum. Bu yüzden ilerleyen haftalarda değinmeyi düşündüğüm 1929 yapımı yine bir alman sessiz filmi olan "pandora’s box"tan vazgeçtim. Lateral genikulat çekirdeğinizden gelen merak uyandırıcı, öğrettirici sinyallerinizi sikeyim. Amına koduğumun kompülsif endoplazmik retikulumlu ibneleri.




Metropolis film eleştirisi

20 Kasım 2011 Pazar

One Flew Over the Cuckoo's Nest


Evet, değerli okuyucular yine çok güzel bir filmle başbaşayız. Ken kesey'in aynı isimli romanından sinemaya çevrilen bu kurguyu milos forman yönetmiş. Milos forman başarılı yönetmenlerden birisi. Kendisi hem bu filmle hem de "amadeus" ile en iyi yönetmen ödülünü kazanmıştır. Amadeus'a ileride değineceğiz. Filmimiz 5 dalda oskarı kazanabilmiştir. Bu 5 dal dediğimiz de oskar ödüllerinde verilen en iyi dallar olduğundan filmimiz sinema camiasında çok özel bir yerde bulunmaktadır. En iyi erkek oyuncu, en iyi kadın oyuncu, en iyi yönetmen, en iyi film ve en iyi kurgu dallarında oskarı kazanan bu filmimiz gelmiş geçmiş en iyi filmler arasında yer almaktadır. Bana göre en iyi 20-30 filmden biri de budur. Film 1975 yılı itibariyle yaklaşık 150 milyon dolar (dünya çapında) gelir elde etmiştir. Ayrıca bu en iyi 5 dalda oskar alabilen toplam 3 film bulunmaktadır. Bir tanesi bu film olmakla beraber diğerleri; “it happened one night” ve “the silence of the lambs” filmleridir.


Filmin başrollerinde çok sağlam oyunculardan olan jack nicholson yer almaktadır. Kendisine danny devito ve louise fletcher eşlik etmekte. Bu üçünün oynadıkları karakterleri başka birileri bu kadar güzel canlandırabilir miydi merak konusu. Jack nicholson'un canlandırdığı murphy karakterinin taliplisi çok olmasına rağmen rolü kapmayı başarmıştır. Çok da güzel oynamıştır. Kendisi bu filmle birlikte artık reis benim der gibidir. Zaten buradaki performansı onu, stanley kubrick’in shining filminde başrole taşıyacaktır. Danny devito'nun canlandırdığı deli martini rolü ise tartışmasız on numara oyunculuktur. Bence en iyi bir iki deli karakterinden biridir. Gelelim louise fletcher'in canlandırdığı "hemşire ratched" karakterine, bu karakter dünya sinemalarında görülen en kötü 5-10 karakterden biri olmalı. En kötü bayan sıralamasında ise bana göre bir numaradır. Yani öyle bir oyunculuk izliyoruz ki onu kendi ellerimizle gebertmek istiyoruz. Bu dediğimize teşebbüs eden jack nicholson sayesinde tüm sinirimizi atabiliyoruz. İşte bu olay sinemalarda pek çok yapılan bir taktiktir; bir karakterin tüm kötülüğünü ön plana atması yavaş yavaş izleyiciye sunulur ve ardından seçilmiş iyi ya da farklı bir karakter o kötü rolü hırpalar veya öldürür, biz de seviniriz. Bu dediğimiz olaya müzikler de eşlik edince bilinçaltımız neyin iyi neyin kötü olduğunu fısıldadığından biz de dana gibi duruma göre rahatlayıcı tepkiler veririz.


Maalesef benzer mantık ikinci dünya savaşı ya da amerika'nın olduğu herhangi bir savaş filminde bize karşı uygulanır. Filmin sonunda Naziler ya da Ruslar imha edildiğinde iki saat boyunca kendimizi hazırladığımız için Yahudilerin ve Amerikalıların intikam çabaları bizde de mantıklı hareket görünümünü alır ve filmin sonunda istemesek de rahatlamaya maruz kalırız. İşte bu gıcık taktik profesyonelce holivıd tarafından sıkça yapılmaktadır. Hemşire ratched karakterini direk çalan mahsun kırmızıgül, beyaz melek filminde huzur evindeki yaşlılara kötü muamele eden kötü karakteri feci şekilde dövmüştür. Bizden de rahatlama tepkisi, iyi ki dövdün mahsun abi yorumlarını beklemiştir. Mahsun bu sahneyi direk bu filmden çalmıştır.


Filmimizin konusu ise; murphy isimli sorunlu bir karakterin bilerek kendisini tımarhaneye attırması sonucunda gelişen olaylar silsilesidir. Murphy karakteri asi, vurdumduymaz, tembel ve hafiften de deli bir kişiliktir ve hapis yattığı yerden kaçmak istemektedir ki bu da zor gözükmektedir. Murphy de deli numarası yaparak akıl hastanesine gitmeyi ve ardından daha az güvenlikli bu yerden kaçabilmeyi planlamaktadır. Tabii bu planı kısmen işe yarar ama gördüğü deli manzaraları onu derinden etkiler. Bazı toplumsal mesajlara da açık kapı bırakan filmimizde otoritenin nelere yol açabileceği irdelenmiştir; insanlara ot gibi muamele edip bazı hak ve hürriyetlerinden mahrum bırakmanın Rönesans döneminin çılgın yaratıcı ortamından çok uzakta olduğu aşikardır, işte filmimiz de hem delilerin dünyasını hem de otoritenin kişisel gelişimi zedeleyebileceğini gözler önüne sermektedir. "A clockwork orange" filminde de benzer bir konu irdelenmişti: "İnsan ne kadar suçlu veya dengesiz olursa olsun sırf onu düzeltmek için insanlık dışı muameleler görmemelidir, toplum böyle şekillenememelidir." Elbette, hikayenin bir başka boyutu daha var; davranış psikolojisinin ve psikolojik şartlanmanın totaliter hükümetler açısından vatandaşları üzerinde sonsuz kontrol sahibi olmak ve onları bir robottan farksız kılmak için kullanabileceği yeni ve tehlikeli bir silah olup olmayacağını irdeleyen sosyal bir yerginin acı vurgusu.


Deliler demişken, filmde gördüğümüz çoğu deli gerçek hastadır birkaçı ise (çok zeki gülücükler atabilenler) normal oyuncudur. Ama çok da fazla fark edemiyoruz hangisi deli hangisi akıllı. Özellikle martini ve billy karakterleri çok gerçekçi roller. Onları kendi dünyanızda olan biriymiş gibi algılıyorsunuz. Filmimiz biraz uzun olduğundan yaklaşık bir saat sonunda sanki o akıl hastanesinde siz de varmışsınız gibi hissedebilirsiniz. Özellikle delilerin sigarasına oynadıkları kağıt oyunları ile tesisten arabayla kaçtıklarında başlarından geçenler duygusal ve komik, geri kalanlar ise çok acıklı sahneler. Delilere her gün zorla içirilen haplar ise hakikaten can sıkıcı konular. Hiçbir insani özellik göstermeksiniz yaşamamızı sağlayan bu haplar belki de en kötü insan yapımı ilaçtır. Bunu kullanan hiçbir şeye heyecanlı tepki veremiyor. Benzer konulara ise pek çok filmde rastladık. Özellikle “equilibrium” filminde bu konu güzelce işlenmiştir ki bu filme ileride değineceğiz. Otoritenin zararlı olabileceği ve insanların mankurtlaştırılması ana temalı equilibrium, son zamanların en değişik ve güzel filmlerinden.


Murphy'nin bu tesisten kaçmak için yardımını istediği şef karakterini de unutmamak lazım. Filmin ortalarında hepimizi piç gibi şaşırtacaktır. Filmin sonundaki olgunluğu ve yaptıklarına ise duygulanmamak elde değil. Biraz zorlasanız ağlayabileceğiniz bir final sizleri bekliyor. Daha fazlasını anlatmak mümkün değil izlemeniz gerekecek. İlerleyen zamanlarda birkaç tane daha jack nicholson filmine değinebiliriz.




One Flew Over the Cuckoo's Nest film eleştirisi

12 Kasım 2011 Cumartesi

Stanley Kubrick Kimdir?



Bu yazımızda en başarılı ve özgün yönetmenlerden olan (ki kendisi "a man for all seasons" film eleştirimizde bahsettiğim üzere favorilerimden biridir) Stanley Kubrick hakkında bazı az bilinen gerçekleri anlatmaya çalışacağız. Kendisini hiç filmlerden anlamayanlar bile bilir ve onun filmlerini iyi film referansı olarak kullanır ama anlaşılamama sıkıntısından hiç kurtulamamıştır kendisi. Sürekli yeni teknolojiler ve fikirler deneyen kubrick, yaptığı her yeni filmde izleyicisini şaşırtabilmiştir. Ama artık onun zamanı, daha doğrusu kült film yapanların zamanı doldu. Zamane insanının izlediklerine bakacak olursak bunu net olarak anlayabiliriz. Zaten milenyumdan sonra da elle tutulur bir kült film göremedik.


1928 yılında Bronx’da doğan Kubrick’i, hobi olarak natürmort fotoğrafla tanıştıran, doktorluk yapan babasıydı. Taft High School’da sınıf fotoğrafçısı olarak genç yaşta göze batmaya başlamıştı. 68 not ortalamasıyla mezun olduğu için, yurda dönen askerlerle yarışamadı ve üniversiteye giremedi. Look dergisi, kendi deyimiyle ona acıdığı için Kubrick’i fotoğrafçı olarak işe aldı. Kubrick sinema dünyasına iki belgesel filmle adım attı. Yirmi beş yaşındayken ilk uzun filmi olan “fear and desire” ı yaptı. Film 9 bin dolar, artı 30 bin dolara mal oldu, çünkü kubrick müziği nasıl halledeceğini bilmiyordu. İlk dört uzun filminden hiç para kazanamadı. Kimi hayranlarının hala kubrick’in en iyi filmleri olarak kabul ettiği “the killing” ve “paths of glory”den de tek kuruş kazanamamıştı.


Kubrick’in sevmediği tek filmi "Spartacus" idi. Bu filmi devraldığını söylüyor. Yönettiği diğer bütün filmleri, mevcut standartlarının belirlenmiş sınırları içinde kendine uydurmayı başardı. Keşke "lolita" biraz daha erotik olsaydı diyor mesela. Filmlerinin algılama ve sonlandırma arasındaki zaman 3-5 yılı buluyor. Bu kısmen, Kubrick’in filmin bütün sanatsal ve finansal bağlantılarıyla bizzat kendisinin ilgilenmek istemesinden kaynaklanıyor. Kubrick de Fellini gibi filmlerinin tek sorumlusu ve yöneticisi olmak istemişti. Onun kadar beceremese de yine de kendi hayallerini (yapmak isteyip de yapamadığı bir iki film haricinde) gerçekleştirmeyi başarabildi.


Amerikan sinema endüstrisinin stüdyo sisteminde çok az film yönetmeni, stanley kubrick’in elde ettiği özgürlükle çalışma fırsatına sahip oldu. Kubrick zaman içinde film yapımcısı olarak uluslararası bir öneme sahip olurken, filmlerinde ön planlama ve senaryo yazımı aşamasından post-prodüksiyona kadar her şeyi kendisi yöneterek, filmlerinin bütün sanatsal denetimini elinde tuttu. Kubrick, büyük stüdyoların ona tanıdığı geniş sanatsal özgürlüğü rahatça kullanabiliyordu, çünkü mesleğini sıfırdan öğrenmişti. Film çekme tekniklerini kendi kendine öğrendi, bir film stüdyosunda çıraklık ya da daha alt düzeyde işler yapmadı ve bu konuda film yönetmenleri arasında neredeyse bir benzeri daha yok. Büyük stüdyolar için film çekmeye başladığında, sinema sektörü tarihinde nadir görülen bir özgürlüğe sahipti.


Henüz kariyerinin başlarındayken onunla röportaj yapan sezgileri kuvvetli gazeteciler, kubrick’in orson welles’den bu yana gördüğü, hayal gücünü kameraya yansıtma konusundaki en başarılı yönetmen olacağını söylüyorlardı. Belki de orson welles’in sık sık tekrarladığı, “genç kuşak içinde kubrick bir dev gibi karşıma çıkıyor” gözlemini dile getirmekteydiler.


Yaratıcılığıyla beraber her filmde farklı bir şeyler deneme dürtüsü de kendisini diğerlerinden farklı kılabilmişti. Yani kendisinin filmlerine baktığınızda devam niteliğinde olmasını geçtim  az  biraz ilişkilendirebileceğiniz iki filmi yok. Filmleri ise şunlar: "fear and desire", "killer’s kiss", "the killing", "paths of glory", "spartacus", "lolita", "dr. strangelove or: how I learned to stop worrying and love the bomb", "2001: a space odyssey", "a clockwork orange", "barry lyndon", "the shining", "full metal jacket"  ve son filmi "eyes wide shut". Bu filmlerden "2001" ve "a clock work orange"a değinmiştik. "Dr. strangelove"a da ileride değinebiliriz. Dediğimiz gibi çoğu yönetmenin aksine bir alanda film çekme çabasından yoksun olan kubrick aklına ne gelirse, o ara hangi kitabı okuyup etkilendiyse filme çekmiş. Ama artık devir, onun devri değil. Şu dönemde sinemalarda onun yaptığı bir film fazla izlenmez. Kurtlu vampirli bir kült yapsa belki izlenebilirdi.


Kubrick’in kariyeri boyunca dile getirdiği görüşlerdeki tutarlılık açıkça gözlemlenebiliyor. Yıllar içinde onlarca farklı gazetecinin filme çekeceği eseri nasıl seçtiği konusundaki sorularına verdiği cevap hep aynı oldu. Filmini çekeceği bir eser bulmak için oburcasına okuyor, hayal gücünü etkileyecek bir hikaye bulana kadar dek durmak bilmiyordu. Bu yüzden, tuhaf olaylarla ilgili bir eser ararken, onlarca korku romanını dikkatle okumuş, onu memnun etmeyenleri çalışma duvarına fırlatıp atmıştı. Ama hikayeyi sevince de acımayıp defalarca o kitabı okuyor, sağ ise yazarıyla temasa geçiyor ve senaryo hazırlıklarına başlıyordu. Bunun en güzel örneklerine "shining", "a clockwork orange" ve "2001: a space odyssey"de şahit olduk.


Kubrick, gerçek bağımsızlığın ancak yönetmenin büyük stüdyolardan mümkün olduğunca uzak durmasıyla elde edilebileceğini söylüyor. Bu sözleriyle yönetmenin, para istemek amacıyla büyük stüdyolardan birine gittiğinde elinde tamamlanmış bir senaryo, mümkünse seçilmiş ve sözleşmeleri imzalanmış oyuncular olması gerektiğini anlatmaya çalışıyor. Elinizde bundan azı olduğunda bir sürü müdahalenin ve kontrol kaybının yolunun açılacağı muhakkaktır. Yönetmenin elinde en az bir tanınmış yıldız olmalıdır ve diğer muhtemel oyuncuların listesini de kısa tutmalıdır; kubrick, “on beş erkek ve sadece yedi kadın” demişti. “bu şunu anlatır”, diye de özetliyordu, “senaryo bitene, bir yıldız oyuncu bulana ve düzgün bir sözleşme imzalanana kadar bağımsız kalmayı talep ediyorsunuz”. (kubrick, düzgün diyerek yönetmenin kontrolünün sözde kalmayacağı bir sözleşmeden bahsediyor)


Kubrick, günümüz Hollywood yönetmenleri arasında malzemesiyle en iç içe olan yönetmenlerden biri. Bütün filmlerinde senaryonun ya baş ya da tek yazarı  (paths of glory filminin orijinal taslakları ona ait , sadece calder willingham bunların üzerinde çalışmış) ve filme çektiği malzemesinin ana kurgusunu ya kendisi yapıyor ya da kurguyu yönetiyor. "Killer’s kiss" filmini hem yönetti hem de görüntü yönetmenliğini yaptı. "Paths of glory" filminde saldırı sahnelerinden birinde kameramanlığı üstlendi. Bu yüzden, filmlerinin taşıdığı o güçlü bütünlük ve samimiyet duygusu hiç şaşırtıcı değil. Elbette bütün kontrolün tek bir kişinin elinde olması böyle bir sonuç alınmasını temin edemez, kişi tereddüt içinde de olabilir. Fakat kurulların hazırladığı filmlerde bu duygular çok nadiren yakalanır.


Kubrick’in filmlerinde alışılmadık bir entelektüel hava sezilir; fakat bu kasti bir unsur olmaktan ziyade kubrick’in tarzının bir ürünüdür. Kubrick elbette, filmlerin herhangi bir konuya katı bir ifade anlatması noktasında bir entelektüellik taşımasını istemiyor. “örneğin , "paths of glory"nin felsefi anlamını sözcüklerle özetleyemem. Filmin amacı izleyiciyi bir deneyimin içine çekmek. Film insan duygularını ve tecrübenin parçalanmasını anlatıyor. Bu yüzden, filmin anlamını sözcüklerle anlatmaya çalışmak yanıltıcı olur.” Bu açıklamanın benzerlerini ve “filmde ne anlamalıyız” tarzı sorulara,  daha katı ifadeli cümleleri  (diğer filmleri için de) söylediğini biliyoruz. "2001 : a space odyssey" bunun en güzel örneğidir.


Kubrick’in bir başka önemli özelliği de satranç oynama hevesi. Çoğu film çekimlerinde oyuncuları çileden çıkartırcasına sabahlara kadar satranç oynadığı, oynattırdığı söyleniyor. Ve bu hastalığı sinemaya girmeden önce olan bir alışkanlığı. Kubrick o dönemlerde Washington square‘de para karşılığında satranç oynayarak kendine küçük bir kazanç sağlamaya çalışıyormuş. Altıncı caddedeki altıncı sokakta oturuyor ve güzel günlerde macdougal ile west fourth sokaklarının yakınındaki beton satranç masalarından birinde yerini alıyormuş. Akşam olduğunda sokak lambalarının birinin yanındaki masalara geçermiş. Tıpkı kubrick gibi oraya her gün gelen ve on iki saat boyunca satranç tahtasının başında oturup sadece yemek yemek için ara veren yaklaşık on müdavim varmış. Kubrick kendini güçlü rakiplerin arasında görüyormuş. Etrafta çaylak ya da yarı çaylak olmadığında, müdavimler para karşılığında birbirleriyle oynuyorlar ve birbirlerinin yeteneklerindeki eksiklikleri ortaya çıkarmak için türlü numaralara meylediyorlarmış. En iyi oyuncu, arthur feldman, kubrick’e bir piyon vermiş ve kubrick’in hatırladığı kadarıyla onun parasını alamamış. Müdavimler Usta’yı yarı çaylak olarak görüyorlarmış; parlak fakat değersiz, daha düşük seviyeli çaylakları tuzağa düşürüp, mümkün olan en hızlı şekilde kazanmayı ve parasını alıp bir sonraki müşteriye yönelmesini garanti altına alan numaralarla dolu oyunlar oynuyormuş.


O günlerde, kubrick’in satranç oyunculuğu mesleği, şimdiki işi olan film yapımı gibiymiş. Nitekim kubrick, yirmi yedi yaşındayken, look dergisinde dört yıllık kadrolu fotoğrafçılık, hemen ardından beş yıllık yönetmenlik kariyerini arkasına almış durumdaydı; iki kısa, iki de uzun film çekmişti: "fear and desire" (1953)  ve "killer’s kiss" (1955). Bütün sosyolojik etkenler, kubrick’in sinema sektörüne asla adım atmaması gerektiğini gösteriyor. Ataları Avusturya–Macaristan’a dayanan, amerikan yahudi bir aileden geliyor. Babası ise doktor. Kubrick, Bronx’un rahat orta sınıf çevresinde büyümüş. Eğer her şey yolunda gitseydi, kubrick doktor ya da fizikçi olurdu; okulda az da olsa ilgi gösterdiği tek ders fizikmiş. Taft high school’da dört istikrarsız yılın ardından, üniversitelerin yurda dönen askerlerle dolduğu 1954 yılında düşük not ortalamasıyla mezun olmuş. Böyle bir karneyle abd’de hiçbir üniversite onun başvurusunu dikkate bile almazdı. Her şey bir yana, kubrick bir yıl ingilizce’den kalmıştı ve dersi yaz okulunda vermişti. Kubrick lisedeki İngilizce derslerini, kitabın arkasına saklanmış otururken, öğretmenin “bay Kubrick, silas marner kapıdan çıkınca ne gördü?” diye sorduğu ve ardından kubrick’in silas maner’i ya da başka herhangi bir kitabı okumamış olmasından dolayı uzun sessizliklerin geldiği dersler olarak hatırlıyor. Belki de bu günlerin intikamını almak adına ilk yönetmen olduğu andan itibaren delicesine her türden kitabı okumaya başlayacaktı. Büyük ihtimal sevdiği işi yapmanın verdiği bir azimdi bu.


Kubrick on iki yaşındayken, babası ona satranç oynamayı öğretmiş. On üç yaşındayken de kendisi fotoğraf makinelerine çok düşkün olduğundan oğluna ilk fotoğraf makinesini hediye etmiş. Kubrick, o sırada caz davulcusu olmayı hayal ediyor ve bu teknikleri ciddi şekilde çalışıyormuş, fakat kısa süre sonra fotoğrafçı olmak istediğine karar verip, ders çalışmak yerine fotoğrafçı olmak üzere kendi kendini eğitmeye başlamış. Liseden mezun olduğunda look dergisine iki fotoroman satmış durumdaydı; bunlardan birisi, ironik şekilde, taft’da İngilizce öğretmeni olan ve sınıfta oyunları canlandırarak kubrick’in şekspire ilgi duymasını sağlayan aaron traister’le ilgiliymiş. Kubrick liseyi bitirdikten sonra city college’da akşam okuluna kaydolmuş, doğrusunu isterseniz, B ortalama yapıp örgün üniversite derslerine geçiş yapmak istiyormuş, fakat henüz derslere gitmeye başlamadan yeni, ilginç fotoğraflarla look’un kapısını çalmış. Kubrick’in akademik sorunlarını duyan derginin fotoğraf editörü Helen o’brian, ona look’da stajyer fotoğrafçı olarak işe başlamasını önermiş. Derken oradan da sinemaya merak sarmış ve kendisini büyük riske atarak tüm farklı iş tekliflerini reddetmiş.


"Killer’s kiss"in eş yapımcısı, bronx’da bir eczane sahibi olan Kubrick’in akrabası, morris bousel’miş. 1955 yılında gösterime giren bu film de herhangi bir kazanç getirmemiş, beş parasız ve bousel’e borçlu olan kubrick bir çeyrek karşılığında satranç oynamak üzere Washington square’e geri dönmüş. Sonrasında o günleri hoş bir anı olarak hatırlayan kubrick filmlerinde artık hatırı sayılır paralar kazanabilmişti tabi satranç da onun hiç bırakmadığı eski bir dostu. O eski sokak satrancı oynayan arkadaşlarıyla görüşmüş mü bilmiyoruz belki bir kaçını filmlerde oynatmıştır. 


Peki bu çok tartışılan adamın inançları neyle alakalıydı? Bazı filmlerine özellikle son filmi olan "eyes wide shut"a pek çok komplo teorisi yazıldı. Şu da bir gerçek ki kendisini bir sınıfa soktuktan sonra filmi izleyince illaki ilişki kurulabilecek malzemeler çıkıyor, ama kendisinin evrim teorisini desteklediği ve tek tanrı inancına sahip biri olmadığını biliyoruz. "2001" filminin felsefi yönüne dair bir soruya (2001 dini bir film miydi?) şöyle cevap veriyordu: “2001’in merkezinde tanrı kavramının olduğunu söyleyebilirim; ama bu, tanrı’nın geleneksel, insan biçimindeki imgesi değil. Ben dünyadaki hiçbir tektanrılı dine inanmıyorum…” kendisiyle ilgili özellikle inanışları ve filmlerinde vermek istediği gizli mesajlarla ilgili pek çok farklı teori mevcut. Bu teorilerden bazıları gerçek de olabilir ama bana göre kendisi ateist olmasından öte başka mistik topluluklara üye veya hizmetli olduğunu düşünmediğim bir şahıs, oladabilir çok daha önemli hadise değil. Daha önce de dediğimiz gibi bizden sonrası onun ve benzerlerinin filmlerini izlemeyecek, izlese de sıkılacak.


Filmlerinin izlenmesi demişken, bazı insanların stanley'e taparcasına yaklaşmaları gerçekten güldürücü. Kendisi disiplinli ve azimli olmasının yanı sıra geniş hayal dünyası olan bir adam ayrıca filmleri bir kere izlendikten sonra bir daha izlemeyi gerektirmeyecek kadar sıkıcı olabiliyor. Ayrıca bazı insanların onun filmleri hakkında eminim ki kubrick'e sorsalar dahi höt diyeceği derecede felsefe yapmaları da hem komik hem de küçük düşürücü. Bana göre birisinin en sevdiği fimleri arasında kubrick’in filmlerinden biri varsa o arkadaş bir ihtimal yalan söylüyor olabilir. Çünkü bir kişinin yaşamını, hayat felsefesini, arkadaşlıklarını  ve hedeflerini bilmeden o kişinin yapıtlarını sevmenin bir faydası olmadığını düşünüyorum.

Stanley Kubrick'in filmlerinin afişleri(zincirleme isim tamlaması)

















7 Kasım 2011 Pazartesi

A Clockwork Orange



"A Clockwork Orange" nam-ı diğer "otomatik portakal" filmini yüce Stanley Kubrick yönetmiş. Filmin senaryosu ise anthony burgess’in aynı isimli romanından esinlenilerek oluşturulmuş. Filmimiz sayılı kült filmler arasında yer almakta. Bazı yönleriyle tartışmasız öncü ve özgün olan bu filmi anlayabilmek için kubrick’in tarzına ve yaşam felsefesine aşina olmak ve konuyu sulandırmadan anlamaya çalışmak gerekecektir. Filmlere ilgili olup da bu filme temas etmemek olmaz.


Filmin başrollerinde Malcolm McDowell (alex rolü için en uygun aday o görülmüştü), Patrick Magee ve Michael Bates yer alıyor. Bu film pek çok yönetmen için dönüm noktası olmuş ve ilham kaynağı yaratabilmişti. Geleceğin Londra'sındaki bir acayip oğlan Alex'in değişken ve çelişkili hayatını konu alan bu film, şipilberg'e göre tarihteki ilk “punk rock” filmdi.


Kubrick, (otomatik portakal filmi gösterime girdiği zamanlarda) bir kült figür haline geldiğinin farkındaydı; ironik bir şekilde çok sevildi “akılları baştan alan adam” katına yükseltildi ve yine ironik bir şekilde, medya kültlerine şüpheyle yaklaşanlar tarafından hiç sevilmeyip yerildi. Filmi hakkındaki karşıt görüşler oldukça patırtılı ve pervasız, ama bütün bu eleştiriler tek bir amaca hizmet ediyordu: Kubrick'in filmlerinin reklamını yapmaya. Orson Welles'in kariyerinin Kubrick'te yenilenmeyeceği görüşü hakimdi, kimileri de kubrick'in çöküşüne ramak kaldı diyordu ama bu azınlık yanılmış olacaklardı. Orson welles'in durumuna değinecek olursak; kim 26 yaşında “citizen kane” i çekip, 57 yaşında eastern havayollarının “wings of a man” reklamlarını seslendiren işsiz bir dahi olarak anılmak ister ki? Eleştirmenler welles'e saygı duyuyor, fakat kubrick'e yok edilmesi gereken bir canavar gibi davranıyorlardı. Tabi bu düşünceleri, yerini zamanla zorunlu saygıya bırakacaktı ama kubrick'in kendi dünyasına, zamanının popülist medyasını almaması onun pek de sevilmemesinde bir etkendi.


Kubrick, "2001: bir uzay yolculuğu"ndan sonra napoleon üzerine bir film yapmaya niyetlendi ve projede hatırı sayılır derecede yol aldı, fakat bu sırada stüdyonun tasarruf politikası ve büyük bütçeli işlere temkinli yaklaşması sebebiyle film rafa kaldırıldı. Bu film yerine, anthony burgess’in genç alex'le özdeşleşme gösterisi olan otomatik portakal’ına yöneldi. Bu romanın kubrick’i çeken yanlarından birisinin burgess’in dili olduğu çok açık. Konuyla ilgili bazı röportajlardan derlemeler yaptım. Kubrick kendisine yöneltilen sorulara samimi cevaplar veriyor:


Anthony burgess’in romanını 1962 de ilk çıktığında mı okumuştunuz?


Kitabı ilk olarak (bu soruya filmin galasında cevap veriyor) iki buçuk yıl önce okudum. Kitabı bana 2001’i çekerken terry southern vermişti, fakat o sırada hiç vaktim olmadığından rafta okunmayı bekleyen kitapların arasına girdi. Sonra bir akşam rafın önünden geçerken hala sabırla bekleyen kitaba şöyle bir bakıp elime aldım. O sırada okumaya başladım ve aynı gün bitirdim. Birinci bölümün sonunda bu kitaptan harika bir film çıkacağını anlamıştım. İkinci bölümün sonunda çok heyecanlanmaya başladım. Kitabı bitirir bitirmez yeniden okudum. Vaktimin büyük bölümünü kitabı düşünerek geçiriyordum. Bence eşsiz, muhteşem, hatta dahiyane bir hayal ürünüydü. Anlatım tarzı büyülüydü, karakterler renkli ve heyecan vericiydi, fikirler kusursuz bir şekilde geliştirilmişti, ayrıca bütün bunlar kadar önemli olan bir başka nokta, hikayenin fazla basitleştirilmeden ve en temel konusuna indirgenmeden sinemaya uyarlanabilecek uzunlukta ve yoğunlukta olmasıydı. Aslına bakarsanız, hikayenin neredeyse tamamını filme alabildik. Çoğu kişi kitabın kendine has diline övgüler yağdırdı, sadece bu bile insanı hayrete düşüren bir fikir; fakat ben yine de oldukça sıra dışı olan ve daha iyi bir tanımlama bulamadığım için sıradan dil diye adlandıracağım kısmın yeterince övgü aldığını düşünmüyorum. Örneğin, kitabın sonuna bakan, gazetecilere, “bu kadar laf yeter. Eylemin sesi daha yüksek çıkar. Harekete geçelim. Her şeyi gözlemleyelim” diyor. Burgess, dille olağanüstü derecede güzel oynuyor.


Önceki iki filminiz oldukça fazla araştırma ve okuma gerektiriyordu. Bu filminizdeyse romanı olduğu gibi çekmişsiniz gibi görünüyor, oysa bu film için de (örneğin beyin yıkama tekniği üzerine) çeşitli araştırmalar yaptınız, öyle değil mi?


Kimi filmler gerçeklerin biriktirilmesiyle başladı, sonra bu gerçeklerden hikayeye dair fikirler gelişti, ancak elbette “otomatik portakal” bitmiş bir hikayeyle başladı, yeni bir bir hikaye geliştirme sancısından kurtulduğum için çok mutluydum. Teknik araştırma konusuna gelince, çok fazla araştırma yapmama gerek olmadığı açık. Davranış psikolojisi ve şartlı refleks terapisi üzerine kitaplar okudum, hikayedeki önemli teknik konulara hakim olmak için yapmam gereken sadece bu kadardı.


Kitapta herkesi şaşırtan nokta , Alex’in hapse girdiğinde, “hepsini ben yaptım ve on beş yaşındaydım,” demesi. Bunun perdeye yansıtılamayacağının farkındayım, peki siz hiç o yaşta birine rol vermeyi düşündünüz mü?


Hayır. Kitabın üçüncü ya da dördüncü bölümünü ilk okuyuşumdan itibaren aklımda malcolm mcdowell vardı. Onun yeteneğinde bir aktörü kolay bulamıyorsunuz. Bir aktörün karşısına da kurgunun en şaşırtıcı, en keyifli icatlarından biri olan Alex gibi bir karakteri oynama fırsatı kolay kolay çıkmaz. Edebi ya da dramatik bir kıyaslama yaparsak onu sadece bir karakterle karşılaştırabilirim: "3. Richard" (şekspirin kısa bir oyunudur, şu sıralar kevin spacey ile tekrar sosyetenin gündeminde, yakınlarda da Türkiye'de oynandı) Alex de, tıpkı Richard gibi, sevmeyeceğiniz, korkacağınız, fakat yine de dünyasına kolaylıkla girip kendinizi bir anda olaylara onun bakış açısından bakarken bulabileceğiniz bir karakter. Bunun nasıl sağlandığını açıklamak kolay değil, ama kesinlikle karakterin samimiyeti, zekası ve diğer karakterlerin onlar kadar baskın insanlar olmaması, hatta bir anlamda onlardan daha kötü insanlar olmasıyla ilgili.


3. Richard kıyaslaması harika, fakat 3. Richard uzak geçmişte kalan bir karakter. Dolayısıyla, izleyicinin günümüzdeki şiddetle doğrudan bağlantı kurabilmesi pek mümkün değil.


Bence burada kaygılanmayı gerektirecek bir durum yok. Gerçek ile kurgu arasında derin bir uçurum var ve insanın film seyrederken yaşadığı tecrübeyi olsa olsa rüya görmekle kıyaslayabiliriz. Kişinin, o olayları gerçekten yaşasa 3. Richard'ın yaptıklarından keyif alması mümkün değil, ama 3. Richard’ı izlemekten keyif alıyoruz, elbette alex’i izlemekten de. Alex’in maceraları bir çeşit psikolojik efsane. Bilinçaltımız alex karakterinde su yüzüne çıkıyor; tıpkı rüya gördüğümüzde olduğu gibi. Bilinçaltımız alex’in otorite tarafından boğulmasına, baskı altında tutulmasına kızıyor, oysa bilincimiz bütün bu yapılanların gerekli olduğunun farkında. Hikayenin yapısı tıpkı bir peri masalınınki gibi; çekiciliğini ve güçlü etkilerini tesadüflerden alıyor, ayrıca konunun simetrisi de tıpkı peri masallarında olduğu gibi; alex’in bütün kurbanları final sahnesinde alexe yaptıklarının karşılığını vermek üzere yeniden ortaya çıkıyorlar. Elbette, hikayenin bir başka boyutu daha var; davranış psikolojisinin ve psikolojik şartlanmanın totaliter hükümetler açısından vatandaşları üzerinde sonsuz kontrol sahibi olmak ve onları bir robottan farksız kılmak için kullanabileceği yeni ve tehlikeli bir silah olup olmayacağını irdeleyen sosyal bir yergi.


Peki, ya şiddetin stilize edilişi? Çoğu kısmı oldukça komik, fakat beyin yıkama sahnesinde alex’in başına gelenler, onun kurbanlarına yaptıklarını izlemekten çok daha zor.


Elbette, filmdeki şiddet stilize edildi, tıpkı kitapta olduğu gibi. Benim sorunum, haliyle, yazının faydalarından yoksun olarak bunu filmde yansıtmanın yolunu bulmaktı. Filmin ilk ve en yoğun şiddeti içeren bölümü rossini’nin "thieving magpie uvertürü" etrafında kurulmuştu ve geniş bir açıdan bakacak olursak burada şiddetin dansa dönüştüğünü söyleyebiliriz, ama elbette anladığımız anlamdaki danslara hiç benzemiyor. Fakat sinema açısından bakarsak, hareketin ve müziğin dansla kaçınılmaz şekilde birbirine bağlanması gerektiğini söyleyebilirim, bu tıpkı 2001 filminde, dönen uzay istasyonunun ve dok uzay gemisi orion’un "blue danube" eşliğinde hareket etmesi gibi. Metruk kumarhanedeki tecavüz sahnesinden çıkan kavgaya, İsa figürlerinin olduğu karelerden "beethoven’ın dokuzuncu senfonisine", su kenarındaki ağır çekim kavgaya ve dev beyaz penisin bethoven’ın büstünün karşısına yerleştirildiği, kedili kadının olduğu sahnelere kadar hareket, kurgu ve müzik en önemli noktalar; neden dans olmasın?


Bir de alex’in eczanede tanıştığı iki kızla olan hızlandırılmış çekimli sahneleri var.


Evet, elbette, hızlı çekim deliliğinden bahsetmeyi unuttum. Ekranda yaklaşık kırk saniye süren, saniyede iki karenin geçtiği bu sahnelerin çekimleri yirmi sekiz dakika sürdü. Bu fikir aklıma bir gece “eine kleine nachtmusik”i dinlerken geldi. Hızlı çekim zaten saniyede iki kare gerektirir. Filmde kullandığımız William tell’in hızlı ritmi sahnenin amacına daha uygun oldu.


Sahnelerin ne kadarını önceden planlıyorsunuz? Hitchock tarzı, detaylı ön planlama yapmıyorsunuz, öyle değil mi?


Oldukça fazla planlama yapıyorum ve sahneye çekmeden önce naçizane hayal edebildiğim her şeyi değerlendirmeye çalışıyorum, fakat çekime başladığımızda durum çok farklı oluyor. Aklınıza ya sahneyle ilgili yepyeni bir şey geliyor, ya da aktörlerden birinin kişiliği bir şeyleri değiştiriyor veya sahneyle ilgili önceden düşündüğünüz binlerce seçenekten birkaçı uygun olmuyor. Bu elbette, filmin en can alıcı anı. Filmin gerçek çekim aşaması,  ne yapacağınızı önceden bilirseniz, görece kolay oluyor. Ama film işte tam da burada dengede duruyor. Burada temel sorun, belki biraz basitçe ifade etmiş olacağım ama, çektiklerinizin filme koymaya değer olması. Ne çekeceğinizi bilmeden önce onu nasıl çekeceğinizi düşünmek her zaman baştan çıkarıcıdır, ama çoğunlukla sadece zaman kaybıdır.


Alex, "otomatik portakal"daki tek büyük, hatta tek geliştirilmiş karakter. "2001" filminde en insan karakter şüphesiz, bilgisayar "HAL"dı ve "Dr. Garipaşk" filminde çeşitli seviyelerde karikatürle karşımıza çıktınız. Sanırım gerçekçi bir anlayış taşıyan bir filminizi bulmak isteyen izleyicilerin "paths of glory", hatta "the killing" filmine kadar geri gitmeleri gerekiyor.


Gerçeküstü durumları ele alıp onları gerçekçi bir tavırla sunmak hep hoşuma gitmiştir. Peri masallarını, efsaneleri, doğaüstü öyküleri, hayalet öykülerini, gerçeküstü ve alegorik hikayeleri severim. Bence bu filmler günümüz gerçeklik anlayışına, gerçekçi tarzını koruyabilmek için yüksek oranda seçicilik ve eleme içeren, bahsettiğim diğer filmler kadar stilize edilmiş gerçekçi hikayelerden daha çok uyuyor. Örneğin, Lolita’da quilty karakteri, tıpkı Dr. Garipaşk’daki birçok karakter gibi, tam bir kabustu. Bir diğer deyişle, otomatik portakal benim önceki filmlerimle büyük benzerlikler taşıyor.


Stanley kubrick’in detaylara olan öfkeli, hatta kimilerine göre zorlayıcı dikkati hakkındaki hikayeler birer fıkraya dönüştü. Otomatik portakal filminde sadece 5 dakika gözüken clive Francis kendi sahnelerini şöyle anlatıp kubrick'e olan hayranlığını dile getiriyordu: “Bu sahnede, filmin şiddetten zevk alan karakteri alex, hapishaneden ve bilimsel kaçınma terapi programından henüz çıkmış, tecavüz ve yağma arzularından arınmıştır. Dört yıl sonra evine, annesiyle babasının yanına dönen alex evde bir yabancıya karşılaşır. (bu yabancı olayı anlatan clive Francis'tir) Annesi ve babası eve kiracı alıp, onu alex’in odasına yerleştirmişlerdir. Alex adamın odasından çıkmasını ister, fakat kiracının buna niyeti yoktur. O sahne için iki hafta prova yaptık. Kubrick aradığı apartman dairesini bulabilmek için bütün Londra’yı gezdi. En sonunda elstree’de aradığı daireyi buldu. Dairenin parasını ödeyip içindeki çifti evden gönderdi, tasarımcılarıyla birlikte daireyi yaklaşık 5 bin pounda mal olan futuristik, pejmürde mobilyalarla döşedi. Çekimler bittikten sonra daire restore edilerek eski haline getirildi ve çifte teslim edildi, derken kubrick’ten bir telefon geldi. İki yakın planı yeniden çekmek istiyordu. Elstree’deki daireye tekrar gittik. Çifte para ödenip evden gönderildi ve kubrick daireyi bir defa daha baştan dekore etti. Herhalde o çift, filmin nihayet gösterime girdiğini duyunca rahatlamıştır. Fakat bu hikayeler insanı kubrick’i tanıma tecrübesine kesinlikle hazırlamıyor. Birbiri ardına son derece başarılı filmler çekmişti; paths of glory, lolita, dr. Garipaşk ve 2001:bir uzay yolculuğu ve karşınızda sabırsız bir zalim bulacağınızı sanıyordunuz. Oysa hiç öyle değildi.”


Dünyanın gidişatıyla ilgili sizi kaygılandıran şeyler neler? Neler canınızı sıkıyor? Anthony Burgess’in otomatik portakal romanını seçmiş olmanız insan beyni üzerinde yapılan deneylerin sizi endişelendirdiğini gösteriyor.


Öncelikle, seçtiğim hikayeleri siyasal mesajlar içeriyor diye seçmiyorum. Burgess’in romanının günümüzün önemli konularından birine (psikolog B.F.Skinner’ın "Beyond Freedom and Dignity" adlı kitabıyla da bağlantısı bulunan davranış psikolojisi ve anti-sosyal davranışın düzenlenmesi sorununa) parmak basıyor olması, otomatik portakal’da ilgimi çeken noktalardan sadece birisiydi. Kitaba ilgi duymamı sağlayan etken, bir sanat eseri olarak taşıdığı özelliklerdi. Temel olarak filmlerim için seçtiğim hikayelere ilgi duymamı sağlayan kriter budur. Ben işe, aklımı kurcalayan nedir ve bu konuyla ilgili bir hikaye nereden bulabilirim diye koyulmuyorum.


Toplumumuzun karmaşık toplumsal sorunların çözümüne gösterdiği sabırsızlığın en temel sebebinin, televizyonda ve filmlerde karmaşık toplumsal sorunların otuz, altmış ya da yüz dakikada çözüldüğünü görmemiz öne sürüldü. Siz bu görüşe katılıyor musunuz?


Bence bu durumu yaratan, yeni bir çağ açılacağına dair verilen boş siyasal vaatler. Bu vaatler ve ayrıca, eğer bir sorun çok kısa zaman içinde çözülemiyorsa, kişinin siyasal ya da yasal çözümler yerine daha radikal veya anti-sosyal ya da kanundışı çözümlere başvurması gerektiğine dair çok fazla fikrin iç içe geçmesi.


Sizin gözünüzde otomatik portakal’daki iyiler ve kötüler kimler?


Olaya bu şekilde bakamayız. Bu bir yergi, yani günümüz değerleri ele alınıp onlarla alay ediliyor. Gerçeği yıkmak için onun tam tersini söylüyor gibi görünüyorsunuz. Bu durumun tek istisnası, rahip. (alex'le hapishanede arkadaş olan) Biraz da soytarılık görevini üstlenerek, hikayenin ana fikrini o anlatıyor. Hikayenin en önemli ana fikri seçimlerle ilgili sorular ve insanın elinde kötü olma seçeneği bulunmadan da iyi olup olamayacağı, elinde böyle bir seçenek bulunmayan kişinin yine de bir insan olarak kabul edilip edilmeyeceği. Alex’in kötünün kişileştirilmesi olmasına karşın yine de tuhaf bir şekilde ilgi uyandırmasının birkaç sebebi var; dürüst, ikiyüzlü değil, enerjik ve zeki. Onu hep 3. richard’la kıyasladım ve bence bu çok iyi bir kıyaslamaydı. 3. Richard'ın nesini seviyoruz? Ama çok farklı bir açıdan da olsa seviyoruz işte. Sonuç olarak, alex’i anlamaya başlıyorsunuz, çünkü onu çok daha büyük bir kötülüğün kurbanı olarak görüyorsunuz. Belki de, bundan çok daha önemli olarak, kendi bilinçaltımızın farkına varıyoruz. Bu, filmin yarattığı tezatla da ilgili olabilir. Bilinçaltının bilinci yoktur ve bunu algılamak insanı gergin ve öfkeli bir hale getirir.


Kimileri sizi alex’i ilgi çekici bir karakter yaparak kötülüğü yüceltmekle suçluyor. Kabaca buna cevabınız, ilgiyi kötülüğe çekmek istediğiniz ve anlatmak istediğinizi en uç örnekle anlatmanız olabilir mi?


Evet, elbette. Eğer alex daha az kötü bir karakter olsaydı filmin anlatmak istediği şeyin etkisi azalacaktı. Tıpkı masum insanların da linç edilebileceğine dikkat çekerek lince karşı bir film yapmanın hedeflendiği western'lere benzeyecekti. Filmin anlatmak istediği şu: "insanları linç etmemelisiniz, sadece masum insanları linç edemezsiniz değil, kimseyi linç etmemelisiniz". Şu açık ki eğer alex daha az kötü bir karakter olsaydı, ona uygulanan tedaviyi reddetmek çok kolay olurdu. Ama alex kadar kötü bir karaktere bile böyle tedavi uygulanmasına karşı çıktığınızda vurgulanmak istenen ahlaki nokta daha belirgin bir şekilde ortaya çıkıyor.


Burgess’in romanındaki kimi nahoş sahneleri filme almamışsınız. Örneğin, alex’in on yaşındaki bir kıza tecavüz edişi ve sırf heyecan olsun diye küçük hayvanları ezişi.


Kitapta alex on beş yaşında. On beş yaşındaki çocukların on yaşındaki kızlara tecavüz ettiğine şahit olmak istemeyiz, ama bu yine de yirmi beş yaşındaki bir adamın on yaşındaki kıza tecavüz etmesinden farklı bir durum.


Alex’in beyin yıkama sahnesinde uygulanan şiddet, onun yaptığı her şeyden çok daha dehşete düşürücü…


Alex’in zorbalığına gerekli ağırlığı vermek çok önemliydi, yoksa hükümetin ona yaptıkları karşısında ahlaki bir karmaşa yaşanabilirdi. Alex daha az kötü bir karakter olsaydı, izleyenler ona bu psikolojik ıslah uygulanmamalıydı; bu korkunç bir şey, hem zaten alex o kadar da kötü değildi diyebilirlerdi. Öte yandan, onu bu kadar zalim şeyler yaparken gösterdiğiniz halde, hükümetin alex’i iyi biri yapmak için onu insanlıktan uzaklaştırmasının büyük bir kötülük olduğunu fark ediyorsunuz; işte ben ancak o zaman kitabın anlatmak istediğini net bir şekilde verebildiğimi düşünüyorum. En önemli şey, insanların iyi ya da kötü olmayı seçme şanslarının olması. Kişiyi bu seçim hakkından yoksun bırakmak, onu insanlıktan çıkartıp otomatik bir portakala dönüştürmektir.


Purcell’in “music for the funeral of queen mary” parçasını nasıl seçtiniz?


Sözcüklerin yetersiz kaldığı bir yerdesiniz. Sahne için uygun müziği düşünürken aklıma purcell’in parçası geldi, parçayı filmin bağlamını düşünerek defalarca dinledikten sonra içimde hiçbir kuşku kalmadan kullanmaya karar verdim.


Otomatik portakal’ı iki büyük film arasında bir dinlenme süreci olarak mı gördünüz?


Ben filmleri büyük ya da küçük filmler olarak düşünmem. Her film kendi sorunları ve avantajlarıyla birlikte gündeme gelir. Her film lojistik ve sanatsal sorunları aşabilmemiz için verebileceğiniz her şeyi katmanızı gerektirir. Bir epik film yapmanın dezavantajları olduğu kadar avantajları da vardır. Büyük, kalabalık bir sahneyi çekip onu ilgi çekici bir hale getirmek, masaya oturmuş düşünen bir adamı çekmekten çok daha kolaydır.






A Clockwork Orange film eleştirisi