31 Aralık 2012 Pazartesi

Gangs of New York




“Gangs of New York” filmini Martin Scorsese yönetmiş. Senaryo ise Jay Cocks’a ait. Jay Cocks’un “the age of innocence” ve “strange days” isimli filmlerin de senaristi olduğunu hatırlatmakta fayda var çünkü bu filmlerin hepsinde başrol oyuncu favori oyuncularımdan olan Daniel Day-Lewis’tir. Daha önceki yazılarımda pek çok kere bahsetmişimdir bu favori oyuncularımdan. Lewis’in bu listede olması ve beni karakterleriyle etkilemesi kaçınılmazdı. Bunca yılın film birikimini şöyle gözümün önünden geçirdiğimde yüzlerce çok güzel karakterden en güzelini seçmemi isterseniz cevabım sanıldığının aksine klasiklerden değil bu filmimizdendir. Daniel Day-Lewis’in canlandırdığı "uncle sam"in bir yansıması olan “the butcher” karakteri şu ana kadar izlediğim en iyi karakterdir. Hatta bunu tartışmaya açık bir konu olarak görmüyorum bile. Benim en sevdiğim film "Matrix"tir, kimisine göre de “Citizen Kane” ya da “to kill a mockingbird”dir, bunları tartışabiliriz ama “the butcher”ın en iyi performans olması tartışmaya açık bir konu değil, o kadarrr.


Filmi ilk izlediğim zamanı hatırlıyorum, filmde hep bir hata hep bir aksaklık aramaya çalışmıştım özellikle de oyunculuklar konusunda (yeni filmlerde bunu hep yapıyorum) ama bana göre en ciddi mesele konu ve karakterler yapmacık mı değil midir ki aradığım cevabı fazlasıyla buldum. Olamaz dedim, böyle bir oyunculuk olamaz. Sevdiğim karakterin daha eski ya da klasik bir filmden olması gerekir diye tonla zaman düşündüm, hatta john cazale’nin bir karakteri olsa daha manidar olurdu dedim ama hayır, yiğidin hakkını vermek lazım. Ve ben şuna da inanırım, bir adamın tek bir rolü iyiyse o adam iyi oyuncu olacak diye bir şey yok, yani Lewis’in diğer eserleri sıradan ve basit olsaydı tercihimi mutlaka değiştirirdim ama geçmişine ve şimdisine baktığımızda ne kadar kaliteli bir oyuncu olduğunu görebiliyoruz. Bloğun ismi john cazale blogspot olmasaydı daniel day-lewis blogspot olabilirdi. Kendisi İngiliz olmakla beraber gençliğinden itibaren bu oyunculuk işinin içinde olmuştur ki dedesi dahil önemli figürlerdendir. Uzun bir süre basit projelerde yer aldıktan sonra resmen patlama yaşamıştır, bu uzun sürede eğitimini tamamladığı söylenebilir.


Bu uzun süreçteki popüler olmayan sıradan projelerinin olması onu sevmemdeki asıl etkendir diyebilirim çünkü gelişimini net bir şekilde görebiliyoruz, kimse kusura bakmasın ama fiziksel özellikleri nedeniyle ilk projesinde başrolü kapanlara çok gıcık oluyorum, keşke bu yazıda ve blogta bahsetmeseydik ama bu mankenlerimizin oynadığı gerçekten kalitesiz dizilerdeki başrol oyuncuları beni çok geriyor, kıskanıyor musun der gibisiniz ama benim derdim oyunculuk meselesiyle. Herkesin bildiği bir karakter olan Erdal bakkal yıllarca yurt dışında çalışmış, yanılmıyorsam londra’da tiyatro eğitimi almış ve oyunculuk da yapmış ama bakıyorsun adam ellisinden sonra parayı kırıyor ya da popüler oluyor diyelim. Öte yandan 19 yaşındaki bebelerin ki entelektüel birikimleri belli, her gün yüz sayfa kitap okusan o yaş yine kurtarmaz, bu durum beni hem üzüyor hem de geriyor. Bundan on sene sonra da o yaştakiler, oyuncu diye ekranlara çıkacaklar. Yaşarsam eğer o zamanki tepkilerim nasıl olur bilemiyorum.


Oyuncu dediğin adam rolüyle özdeşleşmeli, haftalarca ön hazırlık yapmalı ve mutlaka ilgili karakter ve dönemle ilgili kitap okumalıdır. Bunların hepsi bir araya geldiğinde emin olun başarı geliyor, öyle uç bir örnek vermeyeyim mesela natalie portman’ın “v for vendetta” için çabaları takdire şayan, günlerce aksan kursu alması, saçlarını kestirmesi felan, yine aynı karının “black swan” için ciddi balerin dersi aldığını, ki balerin geçmişi de vardır, ve psikolojik destek gördüğünü duyunca insan hem şaşırıyor hem de başarıyı kıskanıyor. Natalie portman, yahudi olduğundan ya da güzel olduğundan bu projelerde yer alıyor iddiasını da bir gün çay içersek bir 3,5-4 dakikada çürütürüm. Abuk sabuk konuşmayın. Ayrıca Lewis de yahudi değildir. Her başarılı ya da zengin, yahudi olacak diye bir olay da yok, siz de çalışın sizin de olsun.


Bu tarz fedakarlıkları matrix’te de görmüştük, detayları ilgili yazımızda tekrar okuyabilirsiniz. Aynı yoğun çalışmayı belki de fazlasını “the butcher”a hazırlanan Lewis’te görüyoruz. Bir önceki filmini tam beş yıl önce çeken Lewis, ciddi bir hazırlık ya da kafa toplama sürecine girmişti, yıllarca film çekmemesinin müthiş bir performansa gebe olduğunu otoriteler söylüyordu ama bu kadarını da doğrusu beklemiyordu hiç kimse. Film çekilmeye başladığı günden itibaren sadece new york aksanıyla konuşan bu İrlandalımsı (kendini fanatik bir İrlandalı olarak görür ve İngiliz vatandaşlığından vazgeçer) film bitene kadar tek bir İngiliz aksanını kullanmamıştır. Zaten Lewis’i diğer oyunculardan öne çıkaran detaylardan biri de aksanlarla olan ilişkileridir. Al pacino, benim favori oyuncularımdan ya da Henry fonda diyelim, bu ikisinin hemen hemen tüm filmlerinde aynı ses vardır, karakterler çok değişkendir ama aksan çoğunlukla aynıdır ama Lewis farklı akranlarla karşımıza çıkabilmektedir. Adamın kendi saf sesini bildiğim için bu filmdeki konuşmaları nasıl yaptığını hala şaşkınlıkla düşlerim.


Film boyunca yaptığı en büyük fedakarlık ise leonadro di caprio ile olan dövüş sahnelerinin çekimlerinin birinde burnu kırılmıştır ve bu kırık burunla filmi bitirmiştir. Emin olun bunu bi bizim Cüneyt arkın (bir keresinde elini cama kestiren hayatında hiç figüran kullanmamış cücünün bilekten itibaren eli kesilir ve hemen hastaneye yetiştirerek dikerler, birkaç ay sonra da kaldığı yerden devam eder) bir de Lewis yapabilir. Filmdeki bir sürü kişisel ironisine rağmen role kendini kaptırması ise emin olun olağanüstüdür. Kendisi ciddi bir İrlanda hayranıdır muhtemelen ıra’ya felan da sempatisi vardır (İngiliz olmasına rağmen) ama bu filmde irlanda’ya ve özellikle de dini inanışlarına çok ağır hakaretlerde bulunur. Olay budur. Gerçi “the boxer” ve “in the name of father” filmleriyle yeterince ıra reklamı yapmıştı neyse. Demem o ki bebeğim kendisi favori oyuncularımdandır ve “the butcher” karakteri de gelmiş geçmiş en iyi oyunculuk performansının sergilendiği roldür.


Filmimizin diğer başrol oyuncuları ise cameron diaz ve Leonardo di caprio’dur. Camerion diaz’ın oyunculuğu bu filmde iyi veya kötü diye yorumlamaya gerek yok. Basit bir orospuyu canlandırmalıydı canlandırdı da. Gelelim sinirlendiğim meseleye. Herkes bu filmdeki oyunculukların abartı olduğunu ve özellikle de di caprio’nun hiç beceremediğini söylüyor. Tabii insana karizmatik geliyor bir başrol oyuncusunu beğenmeyince de, sen kimsin lan hırbo. Elalem babasının hatırına mı bu adamı oynatıyor itoğlu itler. Martin scorsese’nin ilk prensi Robert de niro ise ikinci prensi de di caprio’dur. Bu herif bilmiyor mu oyunculuğu. O yüzden mi ilk önce bu adamı alıyor castlere. Ben şu an para kazanmak için bir film çeksem oynatacağım ilk adamlardan biri di caprio’dur ve oynadığı filmler de çok iddialı, güzel yapıtlardır. Bu filmde çok ergen gibi çıkmış ve hiç oyunculuğu becerememiş diyorlar, la sen oyunculuktan ne anlarsın dallama, hayatında kaç kere film izledin piçin evladı. Adamın rolü babasının intikamını almak isteyen bir ergen karakteridir ve bu karakter olgun olmamakla beraber aceleci davranıp duygularını ön plana çıkaracaktır, şimdi bu dediğimi ben filmde çok rahat bir şekilde görebiliyorum ve başka bir adamın da bu kadar güzel oynayabileceğini düşünmüyorum. Ekşi’den duyup ezberden yorum yapıyorsunuz pislik basitler. Amcık beyinliler. Yaşınız 20-25 elin sanatçısına bok atıyorsunuz. Bazıları the butcher’ı da beğenmiyormuş da sinemadan çıkmışmış. Eğer var ya o filmde ben olsam ve filmden çıktığını görsem seni domaltır sikerdim.


Orospu çocukları sizi, anlamadığınız meselelere ne yorum yapıyorsunuz. Adamı soğuk savaş filmine götürüyorum oyunculuk görsün diye bu filmde aksiyon yok diyor siken mi öpen mi. İşte, tvlerden zeka düşürücü program ve yarışmaları (yemin ediyorum acunun sunduğu programı izleyen birisinin zekası azalır) izleye izleye bu hale gelen milyonlar ve utanmadan ona buna laf atıyorlar. Bu durumun tam tersi de geçerli, bazen de öyle bir sevip övüyorlar ki bir şey zannedersin. Yönetmenin en kötü eserimdi dediği bir filmi adamlar bir övüyor yemin ediyorum kafayı yersin, bunun tek bir açıklaması var; bizim millet hem özentidir hem de farklı olmaya çalışır, bu yüzden de sürekli saçmalıklarda bulunur. Bunların bir gün düzelmesini felan da beklemiyorum cehennem olup gidin, benim ilgi alanlarıma yorum yapmayın. Geçen de sinemada denk gelmiştim, küçücük çük kadar bir kız ile bir oğlan filmi beğenmemiş oyunculuklar sıkıcıymış, amın feryadı, senin yaşın kaç? Sen hayatında kaç kitap okudun? Siyah beyaz kaç film izledin de yorum yapıyorsun? Siyah beyaz film kültürü olmayan filmler hakkında yorum yapamaz bu kadar basit, çünkü öncül akım ve örnekleri görmeden nasıl karşılaştırma yapacaksın, kötü diyorsun ama neye göre kötü yarram. Mesela monte cristo kontu’nu beğenmeyebilirsin, 2002 versiyonu kötüydü çünkü 1934 yapımı tam bir klasikti demen lazım. Siktirip gidiniz Özcan denizin filmine de oranızı buranızı mıncıklayarak yiyişin ve yanınızdakileri tahrik edin, amcık beyinli döl israfları, götünüzün astarını sikerim sizin haa. "Fight Club" diye bir film var izlediniz mi bilmiyorum, ben açıkçası beğendim, filmin sonunda bir adet kıllı yarrak ekranda tebaruz ediyor, o yarağı sokarım size bir daha böyle abuk subuk yorumlar yaparsanız eğer.


Filmimizdeki oyuncu ve oyunculuklara düzeyli bir şekilde değindikten sonra gelelim konuya ve akışa bir de ironilere. Filmimiz 1850’li yılların amerikasını daha doğrusu new york’unu anlayıtıyor. O dönemlerde iç savaş ve deniz aşırı yerlerden göç en büyük olaylardır ve filmde de sıkça vurgulanır. İç savaş ile ilgili filmlerden “the birth of a nation”a daha önceden değinmiştik. İleride muhtemelen “the good the bad and the ugly” ve “glory” filmlerine de sırf iç savaş malzemesi var diye değinebilirim. Film, iki tarafın şiddetli ve acımasız ama onurlu savaşıyla başlar. Bir tarafta bölgenin yerlisi olduğunu iddia eden Protestanlar (şu an amerikanın yarısı protestandır) bir tarafta da irlanda’dan amerika’ya göç edip orada kendi kültürlerini yaşamaya çalışan Katolik İrlandalılar. Zencilerin ve diğer etnik kökenlilerin de irlandalılar’ı destekledikleri ise aşikar. İrlandalıların başında peder vallon yer alırken yerlilerin başında “bill the butcher” yer almaktadır. “Bill the butcher” karakteri gerçek bir karakterden esinlenilmiştir. Adamın adı da “bill poole”dur ve kendi zamanında filmdeki gibi nam saldığı ve buraların ağası da marabası da benim dediği söylenir. Bu kadar vahşi ve orijinal miydi bilemiyorum ama “Bowery Boys” isimli çetenin lideri olduğu ve ölene kadar herkese korku saldığı o zamanın gazetelerinde yazıyor (internette mevcut). Tek bir sıkıntılı nokta var o da asıl karakterin “draft riots”’tan sekiz yıl önce ölmüş olması. Yani filmimizde fazladan sekiz yıl yaşayan bir “the butcher” var.


Bu adam da iki kuşak önce ingiltere’den amerika’ya göç eden kasap işiyle uğraşan bir ailenin üyesi. Niye oranın yerlisi oluyor derseniz ayrı bir tartışma konusu. “draft riots” dediğimiz filmin sonundaki büyük isyan Amerikan tarihinin en önemli isyanlarından biriymiş, fazla bilgim yok, filmde anlatılanlar iyi özetliyor gibi. Bu sahnelerde aslında yerli ol olma büyük devlet planında herkes öldürülür imajını bariz bir şekilde alabiliyoruz. Butcher’ın yerli olmasına rağmen lincoln’ü sevmemesi ise muhteşemce yorumlanmış. O zamanın resmedilen siyasetçileri de yine muhteşem yansıtmalardı. Hepsinden öte the butcher’ın özlemini duyduğu amerika’ya alsa kavuşamaması ise sinir bozucuydu, tüm ihtişamıyla yalnız bir insandı. Bu yüzden de en saygı duyduğu adam öldürdüğü peder vallon idi. Çünkü mefkuresi için çabalayan ve ölümü göze alan herkes the butcher’ın gözünde onurluydu tabii mertçe savaşmak koşuluyla. İlk çete savaşının bitiminde peder’e davranışlarını gördüğümde hem duygulanmıştım hem de evet birinci karakterim bu olabilir demiştim. Lewis’in bu filmde Lincoln posterine bıçak atmasına rağmen (köleliğin kaldırılmasını istemiyordu) son filminde lincoln’ü canlandırması ise hep sevdiğim ironilerden olmuştur. Şipilberg 2010 yılında bu filmi çekmek ister ve Lewis'e teklif götürür ancak Lewis, şipilberg'ten tam bir yıl istemiştir. Bu bir yıllık süre içerisinde filme hazırlık yapmış ve 100'den fazla lincoln ve dönemiyle ilgili kitap okumuştur. Yine bu süreçte makyaj ekibinin de yardımıyla lincoln ile fiziksel benzerlik yakalanmaya çalışılmıştır. Fragmanı lincoln kendisi görse hıçkırarak ağlardı. Muhtemelen bu film ile oskarı alacaktır. Oskar demişken “gangs of new york” filmi tam 10 dalda oskara aday olmuş ama bir tanesini bile alamamış. Al pacino’nun bir tane oskar aldığı dünyada çok fazla şaşırmıyorum aslında, neyse.


“The butcher” karakteri onurlu bir adamdır ve kesinlikle kalleş değildir. Acımasızdır ama hain veya kalleş değildir. Filmin bir sahnesinde insanları korkuttuğu için bunca yıldır yaşayabildiğini söylemişti. Bir gözünü neden bıçakla çıkarıp pedere gönderdiğini anlattığında ne kadar orijinal bir adam olduğunu anlıyoruz. Bazı adamlar vardır hayatları kesin kurallar çerçevesinde geçer ve asla taviz vermezler ya işte “the butcher” onlardan biridir. “The butcher” rakibini yok ettiğinde her şey bitecek zannetmişti ama kendi tarafının tavizleri onu delirtiyordu. O ilk savaştan sonra geçen 16 yılda tamamen otoriter birisi olup çıkmıştı artık düşünceleri tartışmaya açık değildi gel gör ki siyasetten de anlamıyor ve haz etmiyordu. Tüm çeteleri ya yok etmiş ya da emrine sokmuştu. Adamlarından bazıları ise İrlandalıydı ve gün içinde onlarla dalga geçerek kendine eğlence buluyordu, bu adamların bazıları ise peder vallon’un eski adamları idi. İşte bu karaktersizliği ancak bir İrlandalı yapabilir diyen “the butcher” onların yüzüne hainliklerini vurgulamak için yanında taşıyordu. Sadece tek bir çetenin isminden bahsedilmiyordu o da peder valley’in yönettiği “death rabbit” çetesiydi. Bunun anlamı ise ölü tavşan demek değildir, her ne kadar sembolleri ölü bir tavşan olsa da anlamı korkusuz/korkulası İrlandalılar demekmiş. Bu bilgiyi de şu yazıdan öğrenmiştim: “The name "Dead Rabbits" has a second meaning rooted in the Irish American vernacular of 1857. The word "Rabbit" is a phonetic corruption of the Irish word ráibéad, meaning "man to be feared". "Dead" is a slang intensifier meaning "very." "Dead Ráibéad" thus means a man to be greatly feared.”


Film, pederin oğlunun “the butcher”ı yok etme planlarıyla süsleniyor, ama sonlara doğru filmin çok hızlı akıp bittiği de bir gerçek. Sebebi ise filmden tam bir saatin kesilip atılması. Filmde çok orijinal sahne ve diyaloglar var demiştik. Bunlardan bir tanesinde the butcher, pederin oğluna adın ne diye soruyor. Amsterdam cevabını alan the butcher çocuğa benim de adım new york diyor. Buradaki gönderme new york şehrinin eski adının new Amsterdam olmasınadır. İngilizler şehri ele geçirince ismini de değiştirmişler. Bu isim şakasında ben yerliyim sen İrlandalı göçmen yani sonradan gelensin ama senin adının da benimkinden öncül olduğu bir gerçek mesajı vardır. Ne kadar seksi bir şaka. Bunlardan başka the butcher’ın domuz etiyle olan mücadelesi beni benden almıştı. İdama gidem masum gençlerle olan muhabbetine de bayılmamak elde değil. Tiyatrodaki, çocuk gibi heyecanı ve kalabalığı ateşlemesi de muhteşem oyunculuklardandır ama birkaç sahne daha olmalıydı en iyi karakter ödülü için.


The butcher’ın amsterdam’ı dövdüğü sahne en iyi dayak sahneleriyle yarışır. O nasıl bir kafa atmaktır hala kafamı meşgul ediyor, izleyelim. The butcher, Amsterdam’ın yüzüne iz bırakır ve yaşamasına müsaade eder. Zamanla Amsterdam iyileşir ve ölü tavşanı eski yerine tekrar asarak çeteyi hortlatır. Polis şefiyle bu olayı konuştukları sahnede the butcher şunları söyler: “Mesele şu. Ahlaki muammanı hiç takmam seni koca kafalı rezil. Olay aşağı yukarı böyle. Oraya gitmeni istiyorum. Sadece sen başkası değil. Emrindekilerden biri değil. Senin oraya gitmeni ve bu zavallı küçük tavşanın ölümünden kim sorumlu ise (bunları söylerken ağlamaya başlıyor) onu cezalandırmanı istiyorum (burada birden güler) Anlaşıldı mı?” işte bu sahneden sonra artık kesinlikle en iyi performans ödülüm the butcher’a gitmişti, izleyelim. Ya yemin ediyorum hem oyuncu olasım geldi hem de ben böyle yapamayacaktım ve hiç başlamamak daha iyiydi. Bu konuşmanın benzerini bana yapsaydı ve tehditlerde bulunsaydı, evdeki en gizli yerlerde saklanmış bayramlık çikolataların bile yerini söyleyebilirdim. Ondan sonraki bir sahnede de İrlandalıların seçmenini öldürür ki bu sahneyle beraber artık onunla kimse yarışamaz. Bu sahne tam bir kült sahnedir, izleyelim. Fight club’ta ele yara izi yapmak ne kadar kült ise bu öldürme sahnesi de o kadar kült ve taklit edilemezdir. Bir tane daha muhteşem sahne var; Amsterdam, the butcher’a meydan okuyunca kabul ediyorum demesi yok mu o tavırlara ve soğukkanlılığa, titrememeye yürek dayanır mı? Hiç şöyle karizmatik olamadım ya ona yanarım. “Le samourai” yazımızda bu ezikliğime değinmiştim.


Filmimiz, isyanın bastırılmasında yerliler ile İrlandalıların savaşamadan rekabeti bitirmeleriyle son bulur. The butcher ölürken “I die a true american” demiş ve hepimizi duygulandırmıştır. Filmdeki, Amerikan olmasak da, en çok duygulandığımız yer ise “William cutting” yani the butcher ile peder vallon’un mezarlarının yan yana bulunması ve gelişen new york teması ile beraber mezarların da yıpranması idi. O esnada çalan müzik de duygulanmamızı oldukça kolaylaştırıyor. Son temada ikiz kulelerin yer alması yıkılmadık ayaktayız mesajını veriyor olsa gerek. Film gösterime girdiğinde hatta çekilirken de kuleler yoktu. Favori oyuncularımdan Lewis’in canlandırdığı “the butcher” karakterini sırf benim hatırıma bir kere daha izlemenizi tavsiye ederim, şu mukayeseye de bayılmamak elde değil, izleyelim. Bir sonraki filmimiz de kendini belli etti gibi.






Gangs of New York film eleştirisi

24 Aralık 2012 Pazartesi

Death Takes a Holiday





“Death takes a holiday” filmini Mitchell Leisen yönetmiş, kendisi ikinci dünya savaşı zamanlarında Amerikan kültürünün o ilk romantik filmlerinden ve anlatımlarından bazılarını çekmiş, ortaya çıkarmıştır. Başrollerde ise Fredric March ve Evelyn Vanable yer almaktadır. Fredric March, eskilerin önemli jönlerinden biridir, kendi zamanını düşünecek olursak ciddi şekilde başarılı bir aktördür. Şu devirde aktör olmak istesen önünde yüzlerce güzel örnek olacaktır, kendine bir psikopat, deli, sapık veya salağımsı bir örnek alabilirsin ama 1934 yılında oyuncuların böyle bir şansı olduğu söylenemez. Eskiden örnek alınacak tek yer tiyatro olduğundan eski filmlerdeki dilin de mükemmele yakın olduğunu görürüz, zaten çoğu eski aktörün de tiyatro geçmişi vardır. Bir de tiyatro demişken bu zırt bırt reklamlara çıkan çok güzel hareketler bunlardakiler tiyatrocu felan değil.


Tiyatrocu dediğin adam sürekli kitap okuyacak, bir kere kesinlikle Fransızca veya İngilizceden birini çok iyi konuşacak, kendi tiyatrosuna klasik oyunlardan birini uyarlayacak ve yorum katacak, konuşurken de kendini belli edecek, Ferhan Şensoy mesela o adamı bir konuşurken izleyin ya da Erdal Bakkal ya da Erdal Beşikçioğlu felan. Bu kadar basit, uyuşturucu partileri, akşam hayatı, cılız dizi ve reklamlarda şaklabanlıklar böyle tiyatrocu olmaz, en azından bana göre. Fredric March’ın “the best years of our lives” ve “dr. Jekyll and mr. Hyde” diye iki adet çok iddialı filmi daha var, bu filmlere ileride değinmeyi düşünüyorum. Özellikle “dr. Jekyll” benim favorilerimden ve mutlaka izlenilmesi gereken bir başyapıt. “Death takes a holiday” filmi alberto casella’nın 1924 yılındaki operası “la morte in vacanza” dan uyarlanmıştır. Asıl dikkat çeken ise hepinizin bildiği başrollerinde brad pitt ve anthony hopkins’in yer aldığı 1998 yapımı “meet joe black” filmi “death takes a holiday”in bir remake’idir, yani uyarlaması.


1934 yapımı bir filmi 1998 yılına uyarlayınca da haliyle bariz değişiklikler göze batıyor, en çok dikkat çeken değişiklikler bahsi geçen Amerikaların farkları. İlk filmde aristokrat bir aileyi ziyaret eden ölüm, ikinci filmde yine zengin bir kişiyi seçer ama bu sefer diğer insanların içine de karışacak, şirket hayatının içinde kendine ufak eğlenceler arayacaktır. İkinci filmin de çok başarılı olduğuna inanıyorum. Bazı ödül törenlerinde (1999 razzie ödülleri) bu filme en kötü remake ödülü verilmişti ama unutmayın ki yılın en iyi filminin twilight ve en iyi sanatçısının da justin bieber olduğu alemler mevcut. O yüzden kale almayın, rahat olun.


Bu iki filmdeki çok hoşuma giden farklılık da şu; ilk filmdeki ölümün kolay sinirlenebilen ve anında tehdite başvuran ve dayanamayarak kendini belli eden bir karakterde olmasına rağmen, ikinci filmimizde ölüm, çok doğal davranabilmektedir. İlk defa tattığı zevklere verdiği reaksiyonlar çok başarılı sahnelerdi. Nereden çıktı bu ölüm kalım filmi diyecek olursanız, size “macario” adlı yazımı hatırlatırım. O şaheserin eleştirisinde ruhani varlıkların insanoğluyla iletişimiyle ilgili filmlere ve içerdiği mesajlara değineceğimi söylemiştim. Macario’da dünyanın ve içindeki güzelliklerden ziyade fakirlik ve cahilliğin de geçici olduğu, hırsın zararları vurgulanmışken, ilgili filmlerimizde dünya malını hiçe saymanın asıl vurgu olduğu görülüyor. İlk filmden ziyade ikinci filmimizde paranın ve harika bir yaşamın içindeki bunaltıcı ve samimiyetsiz kapitalist hayat hepimizi germiştir, ölümün de giderken insanlara bunu hatırlatması çok manidardı. İnsanların köpekleşmesi ise belli ki ölümü en fazla geren şeylerden biriydi.


Ölümün iki filmde de aşık olabilmesi ise holivudun romantizme bakış açısıdır, tartışmaya açık bir konu değil. Belki bir uyarlama daha yapılacak ileride ve ölüm, lady gaga konserindeki bir emo’ya aşık olacak felan. İnşallah klasiklerin uyarlaması artık yapılmaz. Siz “meet joe black”i beğenmiyorsunuz ama oyuncu kadrosuna bakın da öyle konuşun, amına koduğumun cahil manyakları. Ölümün bence iki filmde de en çok şaşırdığı ve insanoğluna acıdığı yerler ise ölüme rağmen hala çaba sarf eden insanların tepkileri olmuştur, adam öleceğini bilir ama hala dünyadaki yaşamıyla ilgili kaygıları ve planları vardır, burada biraz da senaristlerin ahiret yaşamına olan bakışları da önemlidir. İkinci filmdeki gibi ölüme yolculuk yaşayan insanın herhalde ben cennete giderim demesi gerekir ki artık dünyadaki şeyler anlamsızlaşmalıydı ama olmadı bu da bizi holding çatısındaki basit güç savaşına ve aile fertlerinin korunması kaygısına soktu.


İkinci uyarlama daha hafif ve romantik dedik, burada brad pitt’in olması en büyük etkendir ve ikinci filmde ölüm görevini yapmak için gelmiştir, tatile değil. Oysaki ilk filmimizde ölüm tamamen tatil için gelmiş ve sonrasında beklenmedik şeyler olmuştur. İzlerken o kadar keyif alıyorum ki tarif edemem. Hep bahsediyorum klasik filmlerdeki dil, çok karizmatik ve zeka açıcı iken oyunculuklar da muhteşemdir. Çok sevdiğim bu iki uyarlamayı da izlemenizi tavsiye ederim ama ilk filmin Türkçe altyazısını bulamayabilirsiniz.


Bundan sonraki yazıda şimdiye kadar izlediğim tüm filmleri ele aldığımızda en beğendiğim karakterin olduğu filmi eleştirmeye çalışacağız. Bu karakterin yanına başka hiçbir karakter yaklaşamaz, tartışmaya açık bir konu değil. Kendisinin de en beğendiğim aktörlerden biri olduğunu daha önceleri söylemiştim, bu ipucuyla biraz kafa yorun bakalım. Filmimizi güzel bir genel kültür bilgisiyle kapatalım. Columbia pictures'ın meşale tutan bayan sembolünü hepimiz defalarca görmüşüzdür. Oradaki bayan, filmimizin başrol oyuncusu Evelyn Vanable'den esinlenilmiştir. Evelyn, çok hoş, hanım hanımcık, mulis, acayip sevimli bir şeydir;




Death Takes a Holiday film eleştirisi

16 Aralık 2012 Pazar

Le Samourai



“Le Samourai” filmini Fransızların önemli yönetmenlerinden Jean-Pierre Melville yazıp yönetmiş. Filmin esin kaynağı ise Joan Mcloud’un “the ronin” isimli romanı. Başrollerde ise efsanevi oyunculardan Alain Delon, karısı Nathalie Delon ve François Périer yer almakta. Alain Delon benim favori oyuncularımdan biri ve dünyada bir insan karizmaysa bu kişi kesinlikle Alain Delon’dur. Kendisi vakti zamanında ülkemizin pek çok yakışıklı ve jön benzetmelerinde kullanılmış, dönemin önemli sembollerinden biri olmuştur. Dünya; jönü, kot pantolon havasını ve bilumum erkeksi ögeleri kendisinden öğrenmiştir. Oynadığı filmlerde de sanılanın aksine bizdeki jönler gibi değildir, cenabetlikler adamın yakasını bırakmaz. Oynadığı karakterler karizmanın yanı sıra soğuk kanlı ve sessiz tiplemelerdir. Bir Alain Delon bir de Brat pitt, o kadarrr.


Filme değinmeden önce çoktandır biriktirdiğim ve beklenilen “siteme nereden geliyorlar vol-2”yi paylaşmanın zamanı geldi. Daha önceki paylaşımım yoğun ilgi ve şaşkınlık görmüştü. Bazıları yazılanlara inanamadı ama onlara istatistik bilgilerini gösterdiğimde apışıp kalmışlardı. İşte siteme girme yollarından bazıları: “filin kıçına kafasını sokan adamın filmi, afrikanınkılliamlari, amcuğunu genç oğlana kaptıran yaşlı kadın izle, amina el sokan kizlar resmi ve filmi, mason teskilati, onlar bunları sikiyor biz bunları, güzel kızların amıda güzeldir film, göbekli yaşlı adamlara tecavüz filmi(senin ebeni sikiyim o nasıl bir fantezidir öyle), evine kizli kamera elestiri porno izle, oruspuçuçular kızı sikiyor movie, pornu filim izle en guzel inib \ sess film, holivudun en seksual artistleri, araba sürerken kızın amına elini sokan filmi, götüne amına el sokturan kadın filmleri” Vol-2 biraz daha sert oldu, bunun bilincindeyim ama daha yazamadığım öyle kelime grupları var ki çok şaşarsınız.


Burada vermek istediğim mesaj şu; bayansanız sizlere söylüyorum, hiçbir erkeğe güvenmeyin. Eğer Alain Delon değilse zaten hiç yüz vermeyin. Sitemin erotik bir blog olmamasına rağmen nerelerden ne hitler alıyorum hala kafamı meşgul ediyor. Hepsini anlıyorum ama filin kıçına kafasını sokan adamın filmini anlamıyorum, zira öyle bir film de yok. Bu tabiri ilk gördüğümde günlerce ilgili filmi bulmaya çalıştım, bulsam yazacaktım, ama bulamadım. Acaba "ace ventura" serisinin bir filminde yapay gergedan içinden çıkan dedektifin sahnesini mi diyor diye düşündüm ama bu şekilde arattığına göre değildir dedim. Bu insanların eşleri, kız çocukları olacak belki de vardır, ne insanlarla aynı sokakları paylaşıyoruz. Böyle tiksinç insanlar olamaz ya, hem fakirler hem de uçkurları büyük neyse.


Yönetmenimizin Alain Delon ile “Le cercle rouge” diye bir güzel filmi daha var. O filme ve Alain Delon’un diğer başka güzel filmlerine ilerleyen zamanlarda değinebilirim. Filmimizde Alain Delon, soğukkanlı bir kiralık katildir ve tüm ihtişamı ile sokaklarda dolaşmaktadır. Filmde izleyince daha başka geliyor insana ama ben onun yaşadığı hayatı yaşayamam, yani o kaldığı izbe mekanda sıkılır daralırım, ayrıca başka biri görmeyince de karizmanın anlamı kalmıyor. Muhtemelen ben hiç karizmatik olamayacağım. Bir günlüğüne şöyle sokakta kendimden emin yürüyemedim, odak noktası ise hiç olamadım. Otobüste bazen ayakta gidiyorum ve kendi içimden şöyle diyorum: “acaba karizmam otobüsün içini ısıtmış mıdır, veya dışarıyı izlerken hiç dikkat çekiyor muyum” ama gelin görün ki otobüste hiç siklenmiyorum, böyle şaklabanlık felan yapmam lazım ki millet bana baksın. Karizmatik olmak, bakışınla olayı bitirmek felan hiç beceremediğim şeyler, hele bir de fotoğraf çektireceğim zaman siz beni görün. Tam bir fiyaskoyum. Belki bu albeninin olmaması insanları internette acayip acayip şeyler aramaya itiyor. Hani filmlerde düğün gibi bir kalabalıkta gözler başrol üzerindedir ve kurduğu cümleler tüm salonda yankılanır ya, bu benim başıma bir kere gelmedi. Aynı sahneleri düşünerek gittiğim kalabalık mekanlarda hiç de filmdeki gibi bir hava bulamıyorum. 


Bu filmi ilk izlediğimde enfes anlatımın ve tatlı sıkıcılığın yanında adamın karizması beni resmen kıskandırdı. La olum diyorum ben niye böyle değilim diyorum kendi kendime, adamın giysileri, hareketleri felan çok acayip ve havalı, aynılarını ben yaptığımda veya giydiğimde ise karizmatik değil de böyle sipastik gibi bir şey oluyorum. Bu açık renkli yağmurluktan bizde de vardı, bir ara giymeye niyetlenmiştim ama o zamanlar kurtlar vadisindeki pala da giydiğinden olmadı giyemedim, sokaklarda yürüyemedim. Karakolda bile öyle bir şekil çıkmış ki tüm polisler adamın havasına şaşırıyor, benim karakoldaki halimi (birkaç defa yolum düşmüştü) gözümün önüne getirdiğimde hemen unutmak istiyorum, böyle bir rezillik olmaz, olamaz. 


Filmin başından sonunu anlamak çok basit, belki şaşıracağınız bir şey de yok ama izletiyor kardeşim. Eski filmler güzel ve kalitelidir o kadar (müzikaller hariç onlardan nefret ederim). Adamın adı da Jef Costello, bakar mısın isme. Böyle bir katil hem öldürür hem siker hem de alayına gider. İlkokulda ciddi şekilde sapık olan bir arkadaşım vardı Allah onun belasını vermesin, belki pornografik kelimelerle siteme girenlerden biri de odur, ismi Talib’ti. Şimdi Talib kusura bakmasın ama jef costello nerede talib nerede. Benim adım da jean-pierre melville olsaydı emin olun ben de film çekerdim.


Filmdeki senaryoyu anlatmak veya yorumlamak mümkün değil, ama ilk izlediğimin üzerinden ne kadar zaman geçmiş hala jef costello’nun o sokaktaki karizmatik yürüyüşleri, kadınlara olan vurdumduymaz tavırları, pardesüsünü çıkarması, vurulması felan hep aklımda. Ulan şapkanın ucunu böyle sıvazlamıyor mu o ne biçim sahnedir öyle ya, sırf onun için izlenebilir. Ben yapınca bir sikim olmuyor ya o daha çok canımı acıtıyor. Ben bir gün Allah muhafaza kolumdan vurulsam veya bıçaklansam var ya tüm mahalle ayağa kalkar, köpek gibi ağlar, salya sümük fışkırtırım her yere. Jef, yaralandığında ise her şey bambaşka. Favorilerimden olan bu filmi sadece karizma neymiş onu görmek için izleyin derim. 


Banyo terliğin olayım da sabunlu suyla vıccık vıccık ez beni şef, ben forvet olayım sen de defans ofsayta düşür beni şef, 5 kavanoz bal olayım 100 tlye sat beni şef, göbek deliğindeki pamuk olayım da beni çıkartırken kendinden utan şef, kuponunu yatıran İskoç takımının kalecisi olayım şef, tükürdüğün sarı balgam olayım da kaldırımın kenarına çarp beni şef, sümüğün olayım da içine çek beni şef, bilgisayarında bi ara izlerim diye bıraktığın klasik film olayım da hiç bi zaman izleme beni şef, ekmek arası dönerindeki turşu olayım da görür görmez çöpe at beni şef, kilodunun sararan yeri olayım ne kadar yıkasan da çıkmayayım o kıllı götünle nefes alıp yaşayayım şef, boncuk olup sikine dizileyim de sikin inince yerlere dağılayım şef, götündeki kıl dönmesi olayım da orada kalayım şef, basurun olayım da gün boyu aklından çıkmayayım şef, yediğin çekirdeğin sonuncusu olayım hem de acı olayım zevkinin içine edeyim de tükürüğünle yere at beni şef, çorabının topuk kısmı olayım da nokta nokta yırtılarak seni rezil edeyim şef, lisede çekilmiş fotoğrafın olayım da beni göstermekten utan şef, aşure tabağının sonundaki fasulye olayım şef.




Le Samourai film eleştirisi

5 Aralık 2012 Çarşamba

Macario





“Macario” filmini Meksika’nın önemli yönetmenlerinden Roberto Gavaldon yönetmiş. Filmimizin senaryosu ise geçen hafta değindiğimiz, çok sevdiğim yazarlardan B. Traven’in “the third guest” adlı hikayesinden. Traven’in Meksika’da yaşayıp yöre halkıyla içli dışlı olduğunu ve muhteşem hayat hikayelerini yazıya döktüğünü söylemiştik. Bu filmimizde de aynı tad, aynı doku ve hissiyat görülüyor. Traven’in eserleri özellikle de hikayeleri çok sade bir anlatıma sahip ama barındırdıkları kesif düşünceler aklınızı meşgul edebilir.


Yazarımızın en önemli alametifarikaları Meksika’daki halkın fakirliği ve cahilliğiyle beraber onların dini inanışlarını ve ananelerini irdelemesidir. Pek çok hikayesinde azizlerden, kutsal meryemden, Katolik Hıristiyanlığından ve alakadar şeylerden bahseder. Bunlara değinirken yöre halkının inanış biçimine hem şaşırır hem de nesli tükenmekte olan bir hayvanı kurtaran bilim adamları gibi özenerek betimler. Özellikle “aziz antonio’nun çilesi”, “hastane”, “köpek”, “aile şerefi”, “şükran mektubu”, “eşek” ve “bir kaplanın eğitilmesi” hikayeleri hem çok sade hem çok akıcı hem de çok güzeldirler. Dinsel eleştiriden toplumsal eleştiriye, insan manzaralarından batıl inanışlara her ne ararsanız çok rahatlıkla bulabilirsiniz, ayrıca belirtmem lazım “bir kaplanın eğitilmesi” adlı hikayenin neredeyse aynısı bizim seyahatname’de yer alır, bir çay muhabbetine saklayalım bu iki hikayenin durumunu.


Filmimizin esin kaynağı olan hikayemiz de en az bahsettiklerim kadar sadeliğe sahip ve hiç sıkılmadan izleyebiliyorsunuz. Daha önceden de değinmiştim ne varsa siyah beyaz filmlerde vardır diye, bu filmimiz de sağ olsun teorimi destekliyor. Filmimizde öncelikle mükemmel bir fakirlik ve cahillik teması var. Buna yakın kaliteyi son zamanlarda tek bir filmde görebilmiştim o da eleştirisini yaptığımız “a torinoi lo” filmi idi. Son film çok felsefik olmakla övünürken bizim filmin öyle bir derdi yok, filmde bolca çocuk olduğundan yalnızlık duyguları daha geri planda. Film o kadar basit bir dürtünün peşinden gidiyor ki mutfağa gidip de rahat rahat bir yemek yiyemiyorsunuz. Belki filmin başında çok ucuz bir hikayeyle mi karşılaştık da diyebilirsiniz ama dakikalar ilerledikçe inanılmaz bir anlatım karşımıza çıkıyor, öyle bir ölüm meselesi irdelenmiş ki filmin en cahil karakteri olan macario’nun bazı durumlarda yaptığı ifade ve cümleler beni çok şaşırttı. 


Filmimizin başrolünde macario diye çok fakir ve cahil bir adam vardır. Kendisi odun toplayıp bunları kasabanın fırınına satarken güzel karısı zenginlerin çamaşırlarını yıkamaktadır. 5 tane de piçleri vardır, bu kadar fakirliğin arasında ne gerek vardı diyoruz hep beraber. Ölüler gününün kutlandığı bir zamanda ailesiyle kasabaya inen macario odun sattığı fırında pişmiş bir hindi görür. Bu hindiyi tek başıma yiyene kadar evde hiçbir şey yemeyeceğim der, hindiyi bir gün bulmalı çocuklarıma ve karıma da vermeden tek başıma yemeliyim der, artık fakirlik ve açlık onu zıvanadan çıkarmıştır, karısı bunun durumuna çok üzülür derken pazardan hindi çalar ve kocasına pişirir. Macario da bu hayalindeki yemeği ormanda yiyecektir. Tam hindiyi yiyecekken ormanda bir adam belirir ve biraz et ister, karşılığında da macario’ya bazı vaatlerde bulunur. Macario gelenin şeytan olduğunu ve kendisini kandırmak istediğini bilir ve teklifini reddeder.


Ormanda başka bir alana gider ve tekrar yemeğe girişir derken bir adam daha belirir, bu adam da tanrıdır ve macario onun da isteğini reddeder. Senin hiçbir şeye ihtiyacın yok ama sadece lütuf için benden bu eti istiyorsun kusura bakma çok açım der. Tekrar yerini değiştirir ve yemeğe başlayacakken yine bir adam gelir, bu sefer gelen ölümdür. Macario tırsar ve hindinin yarısını verir. Macario tam bir köylüdür, mükemmel bir köylü örneği. Derken ölüm ile macario arkadaş olurlar ve ölüm macario’ya bir şişe su verir, bu suyu içen hasta anında iyileşecektir. Ama ölüm, hastanın ayağının tarafında değil de başından yana ise o zaman hastayı kurtarmaya çalışmamalıdır. Gel zaman git zaman macario’nun ünü tüm zenginlere kadar gider ve macario, bu işi ticarete döker. İşlerin iyi gittiği bir anda macario filmi (macario karakterine) için yazılmış bir şarkı mırıldanır, filmin içine çok hoş bir hava katmıştı, izleyelim. Ve insanoğlunun doyumsuzluğu ile salaklığı bir kez daha belirir. İşler öyle bir hale gelmiştir ki macario artık çaresizdir.


Filmin sonundaki anlatıma ve ufak sürprize bayıldım, burada anlatmak veya yorumlamak mümkün değil, kendiniz izlemelisiniz. Tüm bu olayların Meksika’nın en önemli günü olan ölüler gününde cereyan etmesi ile macario’nun ölümle olan sohbetleri inanılmaz müthiş. Filmimizi muhtemelen izlememişsinizdir ama izlediğinizde büyük ihtimal aklınıza ingmar bergman’ın muhteşem ötesi filmi “det sjunde inseglet” gelecektir. İki film de ruhani varlıkları somutlaştırıp insanoğluyla bir oyun oynamaktadır. Hangisi daha mükemmel derseniz, tartışılır. İngmar bergman kendi filmi için ciddi bir hazırlık yapıp acayip felsefik cümleleri kullanırken, ana filmimiz  basit bir anlatımı tercih etmiş.


Ölüm, insanoğlunun tabiatı, ruhani varlıların somutlaştırılması ve fanilikle ilgili bir film tavsiyesi isterseniz bu filmi şiddetle tavsiye ederim, gerçi filmin Türkçe altyazısı yok. Traven’in birkaç hoş eseri daha var ama sinemalaştırılması çok iddialı değildi. Artık ingmar bergman’a değinmenin zamanı geldi mi acaba diye kendime sorular sordum ama daha zamanı değil. Çok müsait bir zamanımda kitaplığıma kapanmam lazım. Haftaya bir sıkıntı olmaz ise yine güzel bir filmle karşınızda oluruz, akıllı olun, kendinize de iyi bakın.




Macario film eleştirisi