2 Aralık 2016 Cuma

Persona


imdb


“Persona” filmi favorilerimden ve favori yönetmenlerimden Ingmar Bergman tarafından çekilmiş. İleride Bergman’ın diğer filmlerine ya da yaşamına dair yazılar yazmayı düşünüyorum. Filmin başrollerinde pek çok Bergman filminde olduğu gibi Bibi Anderson, Lİv Ullmann ve Gunnar Björnstrand yer alıyor. 




1964 güzünde Kraliyet Dram Tiyatrosu’na dönen Bergman o yıl iki büyük başarı yakalar. Gertrud Fridh’in oynadığı Ibsen’in Hedda Gabler’ini ve Moliere’in Don Juan’ını yönetir. Ne var ki hem tiyatronun içinde, hem de dışarıda karşıt bir eylem oluşur. Sezonun sonuna doğru Örebro kentinde yeni bir tiyatronun açılış törenine katılmakla yükümlü topluluk korkunç bir yolculuk yapar. İnsanlar ölür ya da ciddi hastalanırlar. Bergman, çok yüksek ateşle bu yolculuğa çıkar ve iki yanlı zatürre ve yoğun bir penisilin tedavisiyle yolculuğu tamamlar. Doğru dürüst bir bakım görmek için Sohiahemmet Kraliyet Hastanesi’ne yatırılır. Bergman, yaratıcılığını köreltmemek için Persona’yı orada yazmaya başlar.



Bergman, hastanedeki zorlu dönemlerinde Persona’nın alt yapısını oluşturur, bu esnada gördüğü resimler ve yanılsamalar onu çok etkiler. Yoğun bir tempoyla hastanede film için çalışmaya başlar. Kendisini ne kadar sıktığını şöyle anlatıyor: “saat yedi buçukta öteki hastalarla birlikte sabah kahvaltısı, ardından hemen kalkıp bir sabah yürüyüşü; sözü edilen süre içinde gazete ve dergi yok; tiyatroyla bağlantı yok; mektup, telgraf ve telefon kabulü yok; son savaşın hızla yaklaştığını hissediyorum. Bunu daha fazla ertelememeliyim. Bir tür aydınlığa kavuşmalıyım. Yoksa Bergman’ın cehenneme gideceği kesindir.”




Yukarıdaki satırlarda krizin derinleştiği açıktır. Aynı komutları daha sonra vergi olayının üstesinden gelmeye çalışırken de kendisine uygular. Yapılandırmalarını unutan Bergman, bir daha son güne devlet işi bırakmayacağına dair kendisine söz verir. Bu krizden Persona doğdu ve büyüdü;




“Bir oyuncu oldu. Ona bu lüks verilebilir miydi? Sonra sustu. Dikkate değer bir şey yok. Birinci sahneye doktorun Hemşire Alma’ya durumu açıklamasıyla başlamam gerekecek. Bu ilk sahne çok önemli. Hasta ve bakıcısı yakınlık kurarlar, et ve sinir gibi birleşirler, ancak hasta konuşmayı reddetmektedir. Aslında yalan söylemek istemez.”




Persona’nın ilk notlarında bazı sebeplerden filmde kullanılmayan şeyler yazılı. Nişanlısı Alma’yı görmeye geldiği zaman, Alma ilk kez onun nasıl konuştuğunu duyar. Kendisine nasıl dokunduğunu not eder. Korkar, çünkü nişanlısının rol yapıyormuş gibi davrandığını anlamıştır. Acı çektiğimiz anlarda kendinizi kötü hissedersiniz ve artık rol yapmazsınız.





Bergman’ın yaşamının aşırı çetin bir dönemiydi. Benliğinin üzerinde belki de varlığının, bir tehdit sallanıyormuş duygusuna kapıldığını söylüyordu; “insan bunu bir iç oluşuma dönüştürebilir miydi? Bir başka deyişle aynı ruhun ‘concerto grosso’su içinde farklı içseslerin kompozisyonu anlatılabilir miydi? Yine de zaman ve mekan öğeleri ikincil önemde olmalıydı. Bir saniye uzun bir zaman dilimine esneyebilmeli, açık seçik bir bağlantı olmaksızın birkaç satırın içine sığabilmeliydi.” Bu sorun filmin tamamında çok açıktır. Oyuncular hiç geçiş yapmaksızın boşlukta kayıyormuşçasına odalara girip çıkarlar. Uygun olduğu zaman bu görüntü uzatılıp kısaltılır. Zaman kavramı askıya alınır. Bunu Bergman’ın çocukluğuna ilişkin bir not izler;




"Yıkanmış beyaz bir film şeridi düşlüyorum. Projeksiyon makinesinden sözcükler yavaş yavaş geliyor. Belki de sözcüklerin imgeleri ses bandıyla birlikte dönüyor. Tam aradığım resim usul usul görme alanımın içine giriyor. Tüm bu beyazlığın içinde belli belirsiz seçilebilen bir yüz. Bu, Alma’nın yüzü, Bayan Vogler’in yüzü."




Alma kendisini tanımayı öğreniyor. Hemşire Alma, Bayan Vogler kanalıyla kendisini tanımak için yola çıkıyor. Alma, yaşamına ilişkin uzun, beylik bir öykü anlatıyor. Evli bir erkeğe duyduğu büyük aşkı, çocuk aldırttığını, gerçek anlamda sevmediği Henrik’i ve yataktaki düş kırıklığını dile getiriyor. Biraz şarap içip kendini bırakıyor, ağlamaya başlıyor ve Bayan Vogler’in kolları arasında hıçkırıklara boğuluyor. Bayan Vogler’in içi sevecenlikle doluyor. Sahne sabahtan öğlene, akşamüzerine ve sabaha dek sürüyor ve Alma giderek Bayan Vogler’e daha çok bağlanıyor.




Bayan Vogler karakteri doğruyu özlüyor. Her yerde doğruyu aramış, kimi zaman tutunacak bir şey bulmuş gibi oluyor. Ancak bastığı yer, ansızın ayaklarının altından kaymış ve gerçek eriyip yok olmuş. En kötü durum ise doğrunun yalana dönüşüvermesi. Vogler’in yaşadığı zaman gereği “sosyal medya” ile haşır neşir olamayışı onu intihardan kurtarmış olabilir. Şu durumda sadece kimlik bunalımına girer. Bayan Vogler insan kaynaklı sebeplerden ötürü siyaha siyah diyememekten bıkmıştır ve erdemli olsa gerek bunun cezasını sadece kendisine verir. Takdire şayandır ki özüne varamayışı onu zedeler. 



Geçenlerde bir çift gördüm, adamı tanıyorum, kibar bir adam çocukları felan hani beyaz Türk dersin görünce o derece. Eşini o ilk gördüğümde baya şaşırmıştım. Kadın genç ama saçlar bembeyaz yani böyle beyazdan az siyah var diyelim. Gözümü alamadım bir an. Nedense içimden acaba niye boyatmıyor saçlarını diye geçirmiş olmam lazım. Sonradan takdir ettim kendisini. Ben buyum diyordu. Değiştirmemiş kendisini, kendisiyle barışık. Yaşarken, sosyalleşirken dikkat etmek özenmek ayrı, başkasıymış gibi davranmak ayrı. Kabul etmesek de bu yoruyor insanı. Çoktandır kişisel bir sosyal platformum yok. Oradaki karakterimi beslemek için uğraşmıyorum. 



En sevdiğin film ne diye sorulursa "Tosun Paşa" dersem neler olur diye düşünür beyin ve gerçekten yorar bizi. Bu soruyu kendime çok sormuştum en sevdiğim filmler hangileri diye, araya eski püskü film sıkıştıramadan duramadım ilk önceleri, ya iyi de onlar benim en sevdiğim filmler değil. Söylüyorum çekinmeden en sevdiklerimi, belki karşı taraf nazarındaki değerimiz düşüyor ama yorulmuyorum en azından. Bayan Vogler ise yorulmuştu, hayattan değil kendisinden, yalancı Vogler’den.




Bunları Vogler’in ağzından da dinleyelim: “Sonra sesimdeki her iniş çıkışın, ağzımdaki her sözcüğün bir yalan olduğunu, amacı can sıkıntısı ve boşluğu doldurmak için oynanan bir oyun olduğunu hissettim. Kendimi umutsuzluk ve çöküntüden koruyabilmenin tek yolu vardı: susmak, suskunluğun ardındaki saydamlığa ulaşmak ya da hiç değilse benim için hala geçerli olan kaynakları biriktirmek.” Bayan Vogler’in güncesinin burasında Persona’nın özü yatar.




Alma, uyurken ya da uyumak üzereyken odanın içinde birisi hareket ediyormuş gibi oluyor, odaya sis dolmuş ve Alma’yı uyuşturmuş gibi oluyor. Kozmik bir kaygı onu boğuyormuş gibi oluyor. Kusmak için yataktan kalkıyor, ama kusamıyor, yatağına dönüyor. Bu sırada Bayan Vogler’in kapısının açık olduğunu görüyor, odaya giriyor ve Bayan Vogler’i kendinden geçmiş buluyor. Ölmüş gibi. Korkuyor. Telefona sarılıyor. Sinyal yok. Şeytanca bir bakışla ölü kadına dönüyor ve bir kişilik değiş tokuşu yaşıyorlar. Alma, saçma denecek ölçüde bölük pörçük bir şiddetle öteki kadının ruh durumunu yaşıyor ve o anda, artık Alma olan ve onun sesiyle konuşan Bayan Vogler’le karşılaşıyor. Yüz yüze oturuyorlar. Sürekli değişen ses tonları ve hareketlerle konuşuyorlar, birbirlerini aşağılıyorlar, işkence ediyorlar, canlarını yakıyorlar, gülüyorlar, oynuyorlar. Bu bir ayna sahnesidir.




Bu karşılaşma çifte bir monologdur. Bir başka deyişle monolog iki yönden gelir. İlkin Bayan Elisabet Vogler’den, sonra Hemşire Alma’dan. Bu sahne için hoş bir anekdot var Bergman’dan;



“Başlangıçta Sven Nykvist’le, iki oyuncu, Liv Ullmann ve Bibi Anderson’u aydınlatacak klasik bir ışık düzeni tasarlamıştık. Olmadı. İkisinin de yüzlerini karanlıkta bırakmaya karar verdik. Yumuşatıcı yardımcı ışığı bile kullanmayacaktık. Bu noktadan sonrası doğal bir gelişmeydi ve monoloğun son bölümünde birer yarısı aydınlatılmış iki yüz, birleşip tek yüz olsun diye havada yüzermişçesine bırakılmıştı. Pek çok insanın yüzünün iyi yüz denen bir yarısı öteki yarıdan daha çekicidir. Liv ve Bibi’nin tek yanı aydınlatılmış yüz imgelerini birleştirdiğimizde, ikisinin de yüzlerinin çirkin yarıları gösterilmişti.”




“Benim sanatım eriyemez, dönüşemez ya da unutamaz, örnekse fotoğraftaki elleri havada çocuk ya da inancını kanıtlamak için kendini ateşe atan adam” diyordu Bergman ve bunu Bayan Vogler’de o kadar güzel resmetmişti ki filmin kesif noktalarından biri olmuştu (hastanede Vogler'in çocuğa ve rahibe verdiği tepkiler). Yalan üzerine ya da gösteriş diyelim, kurulu bir hayatı sorgulayan ve hastaneye getirilen Vogler, inancı uğruna kendini yakabilen adamı görünce çileden çıkmıştı. En’lerini bile söyleyemeyen kişiliklere karşın kendini yakabilen adam. Thich Quang Duc, 1963’te kendini yaktı çok da acı çekti o an belli ki, biz çekmiyoruz o kadar acıyı şu an yalan dünyamızda ama bence kişiliğimiz yoruluyor. Size de oluyor mu bilmem ama çoğu kişinin kafayı yediğini düşünüyorum artık. Yanlarında taşıdıkları maskeler ve karakterler var, yerine göre uygun karakter, persona. Bayan Vogler’in maskelerinin yol açtığı dram “black mirror”ın özündeki hikayeye ne kadar da yakın. Persona daha önceden enfes bir dille anlatmış tabi. İki eseri de favorilere alıp, izletmeliyiz.




Hemşire Alma dertleşti, açtı içini döktü, tüm günahlarını serdi ortaya, biraz rahatladı ve iyi kötü eski hayatına kaldığı yerden devam edebilir. Peki Bayan Vogler, evine, işine, ailesine nasıl bir dönüş yapacak? Yoksa bu iki benlik tek bir kişide mi birleşti? Bayan Vogler’in kendisi de Alma’da vücut bularak mı çıktılar oradan? Alma’nın nispeten daha dobra yaşayıp davrandığını gören Vogler, huzura erebildi mi? Vogler kendisini değiştirme fikrini Alma sayesinde mi güçlendirdi yoksa Alma yüzünden mi vazgeçti? Bergman, emin olun bunu bize bırakıyor.




Vogler, iyileşmeye çabalarken bile Hemşire Alma’yı kırabiliyor yazdığı mektupla. Bu sahneyi çok beğenmiştim. Alma’nın kişiliğinin gülünç ama acımasız bir portresini çizmişti yazdığı mektupta. Vogler, kendini beğenen birisi ve tam da onun yağacağı şeyi yaptı mektubunda. Kolay kolay iyileşemeyeceğini kendisi de anlamış oldu mektubun Alma’daki izlerini görünce. Bayan Vogler’i Vogler yapan hayat, Hemşire Alma’yı da Alma yapmıştı. İki benlik iyi yanlarını birleştirebilirler mi yoksa bu müdahaleye kapalı mı bilemiyoruz. Bildiğimiz tek şey Persona’nın 1965’ten sonra pek çok yönetmeni ve filmi etkilemiş olması. İmdb'de etkilediği eserleri aşağıdaki linkten görebilirsiniz.



Ve bir de karşılaştırmalı video.





Persona film eleştirisi

4 Haziran 2016 Cumartesi

Bir Müptezel'in Hayat Hikayesi-4

Alper  ve Mustafa memlekete gitmek üzere otobüse binmişlerdi. Alper’in o şirin köyünde çile çekmiş dert görmüş garip anası vardı, babası yıllar önce vefat etmişti. Yine bazı akrabalar da mevcuttu köyde. Şehrin heyecanından olsa gerek çok sık gidemiyordu annesinin yanına. Ama şimdi temelli mi gidiyordu bilinmez. Mustafa ise çok heyecanlıydı. Önce mavi dolmuşlara binmişlerdi. Sonra o büyük otobüse bineceklerdi nasıl da mutluydu kerata. Zamanla daha bi güzelleşiyor akıllanıyordu galiba Mustafa. Belki bu durumda ve  şartlarda çocuk yetiştirmek çok doğru değildi ama iyi ki Mustafa vardı Alper’imin dünyasında.

Son 15 dakika kala otobüse bindiler ve dünyanın en gri şehri Ankara’dan uzaklaşmak için kaptanı beklediler. Geride pek bir şey kalmamıştı, satılacaklar satılmış, atılacaklar atılmış, yakılacaklar yakılmıştı, unutulacaklar için ise biraz daha zamana ihtiyaç vardı. “Cosss” diye bi sesin ardında o koca araç geri geri hareket edip perondan ayrıldı. Muavinin bilmem kaçıncı seferiydi ama Mustafa’nın taş çatlasa 4. veya 5. yolculuğuydu. Aşti’den ayrılan otobüs yavaş yavaş trafikten de kurtulmaya yolda özgürleşmeye başlıyordu. Gidilen her kilometrede Alper birer anısını düşünüp beyin havuzuna tekrar yolluyordu. Bazı anılarda tebessüm bazılarında ise hüzün vardı, aynı hayatın kendisi gibi. Galiba tam o sırada Alper, Michael Burks’tan “don’t let it be a dream”i dinliyordu. Bunu Ceylan’a söylemek istiyordu. Hayalde olmasa keşke diye düşünürken o güzel müzik ve yorumla beraber otobüsün önü birden kesildi. Kimin veya neyin aracı durduğunu göremedi Alper, korkmuştu birden, acaba kaza mı oldu diye. Otobüsün kapısı açıldı. Muavin yerinden kalktı koridorun önünü açtı. Mavi gömlekli ve güneş gözlüklü kaptan ise kafasıyla olur işareti yaptı Ceylan’a ve beklemede kaldı. Aman tanrım bu Ceylandı.

Yaşadığı hayatın ne kadar yavan ve sahte olduğunu anlamış olmalıydı ki bugün buraya gelmişti Alper’in yanına. Yavaşça Alper’e doğru geliyordu. O saçları felan yine harikaydı. Daha bi güzelleşmişti sanki. Kalbi hızlı hızlı atıyordu Alper’in. Allahım bu kız için ölebilirdi Alper. Ceylan’ın yüzündeki gülümse gittikçe artıyordu. Alper o kadar heyecanlıydı ki yerinden kımıldayamıyordu bile. İster misin diye sordu Ceylan, Alper’e. Alper, anlamadım, dedi. Sıcak mı soğuk mu, diye tekrar sordu Ceylan. Alper yine, anlamıyorum, dedi. Çay, kahve, kola, meyve suyu hangisi diye sordu Ceylan. Nasıl yani Ceylan bunun için mi durdurdun otobüsü derken bu ne biçim Ceylan lan diye irkildi. 1,70 boylarındaki işini hiç sevmeyen muavin ablak ablak bakıyordu Alper’e. Hay sikecem diye doğruldu şöyle bi Alper yani bunun gerçek olabileceğini düşünmek bile bi hataydı. Müzikler saolsun uyutmuştu Alper’i ağzı da leş gibiydi sanki, nescafe istedi muavinden. 

Uyumaya çalıştı tekrardan Alper, şu an o rüyaya o umuda fazlasıyla ihtiyacı vardı. Ama yok uykusu kaçmıştı. Olsun yavşak Ankara’dan kurtuluyordu. Reklam panolarında melih gökçek’i gördü. Reklamdaki yazıları okumadı panonun vermek istediği mesajı da okumadı Alper. Genelde daha doğrusu yıllardır melih’i görürdü sağda solda ama pek paslaşmazlardı. Bu sefer melih’e bakakaldı Alper. Melih gökçek gülüyordu. Trafik lambalarında takılı kalan araç durmuştu ve melihle Alper bakışıyorlardı. Melih gökçek tatlı tatlı sırıtıyordu. 15 saniyelik bi bakışmanın ardından Alper de gülümsemeye başladı. İkisinin de gözleri gülüyordu adeta. Utanmasa Alper kahkaha atacaktı. Otobüs yavaşça ilerlemeye başladı. Melihle son bi kez bakıştılar bir daha görüşürler miydi bilinmez. Sana da hoşça kal i. Melih gökçek.

Antonio salieri, döneminin en başarılı ve çalışkan müzisyenlerinden. Başka bi zamanda yaşasaydı daha mutlu veya başarılı bi müzisyen olabilirdi ama ah o Mozart yok mu.  Şımarık, serseri, çapkın Mozart belki saray ve zenginler tarafından çok sevilmedi, belki en fazla öğrenci Salieri’nin oldu ama kimin iyi olduğunu kimin eserlerinin ölümsüz olduğunu Salieri çok iyi biliyordu. Tüm dünyaya karşı Salieri’nin düşünceleri. Belki de bu yüzden Mozart’ı öldürdü veya öldürmek istedi bilinmez ama Salieri’nin çektiği huzursuzluk neyse Mozart’ı gördüğünde, dinlediğinde, hissettiğinde; Alper de eskiden bazı şeyleri hatırlayınca o duyguya kapılıyordu. Hani hiç yenemeyeceğin birisiyle aynı sınıftasındadır ya ve senin de birinci olmak gibi bir derdin vardır, aynı onun gibi. Mozart’ın Salieri’ye yaptğını, hayat Alper’e yapıyordu. Tat alamıyordu artık. Bu şehir değişikliği belki iyi gelirdi bilinmez.

Ankara’dan uzaklaştıkça Alper’in içi biraz rahatlamaya başladı. Bu şehrin koşturmacası, amaçları, yönlendirmeleri, emeklilik planları, ev almaları, avmleri, ne bileyim ruhsuzluğu yormuştu Alper’i. Yani hayatın amacı Ankaralıların yaşadığı gibi olmamalıydı. En kötüsü de biraz düşünecek zamanı olmuyordu hiç. Gerçekten söylüyorum, klişe olarak görülmesin kazan, al, ye, iç, biriktir, daha zengine gıpta et, git, gel, izle, büyülen bunlarda hatalar olmalıydı. Eğer bir sıkıntı olmasa insanlar bu kadar garip, mutsuz, salak gibi olmazlardı diye düşünüyorduk Alper’le ikimiz. Bir amaç verilmeli insana belki de onu yapmalı. Kendi amaçlarımız genelde ev almak tarzı şeyler. Alper’i son zamanlarda bir korku salmıştı. Şimdi böyle düşünüyordu ama ya ilerde keşke güzel bi iş için zorlasaydım, keşke emekliliğe daha iyi girseydim tarzında cümlelerle boğuşursa. Eleştirmek kolay yapmak zordur. Bazen acabalar gelmiyor değil ama Ankara’da tek başına  düşüncelerine sahip çıkamazdı Alper. Gitmeliydi zehirlenmeden önce. Yapıcı olmanın, heyecanla alınmış kararlara delicesine sahip çıkmanın ve asla pişman olmamanın zamanı gelmişti. Bundan sonra olacakları da kabul ediyordu.

Annesinin yanına vardıklarında güzelce bir hasret giderdiler. Eğer o kişi anne değil de çok yakın bir arkadaş olsa didik didik her şeyi sorardı ama anne öyle mi. Hayata reset atmak anneye sarılmak resmen. Annesi hiçbir şey sormadı Alper’e. Hemen bir sofra hazırladı mis gibi. Sonra Mustafa’yla tavuklara yem vermeye gitti. Alper ise biraz kafa dinleyebilecekti sonunda. Köyün biraz ilerisindeki tepeyi gözüne kestirdi. Hafif de rüzgar vardı ne güzel püfür püfür esiyordu. Köyün patikasından tepeye doğru yol alınca üç yaşlı dayı gördü. Önyargılarının kurbanı olan Alper bu üç yaşlıyı alelade köylüler diye düşündü. Ne bileyim tembel tembel yatan, genelde köy içi ihtiraslara, dedikodulara kurban gitmiş hafiften cahil bir grup olarak gördü onları. Ama yanılmıştı. Alper yaşlıların yanına gittiğinde onların bir süredir Alper’i bekledikleri anlaşıldı. Hiç konuşmuyorlardı. Alper hangisini haklı bulsa diğer ikisi yok olup gidecekmiş gibi bir izlenim sezinledi. Kısa bir merhabalaşmadan sonra yaşlı bilgelerin isimleri Alper’i şaşırttı. Garanti, eleştiri ve amaç isimli bu üç yaşlı, Alper’i adeta şaşkına çevirmişlerdi. Kısa tanışma faslından sonra sanki amaç’ın direktifleri hakimmiş gibi hemen tepeye çıktılar. Ufak amaçları o yolu bitirmekti. Tepeye geldiklerinde bir masa ve dört sandalye hazırda bekliyordu. Hepsi yerlerine oturdu. Umarım dayılık taslayıp kuru tavsiyelerde bulunmazlar diye düşündü Alper.

Garanti, insanların neden kendilerini garantiye almaları gerektiğinden bahsetti yine. "Bu uzunca bir hayattı ve hayatın ne getireceği belli olmazdı. Az da olsa garantiden bir şey olmaz" diyordu. Bu sefer Alper dayanamadı ve söze girdi; “Ama köye ilk geldiğim günden bu en karşı olduğum fikrin babasını duymak istemiyorum, gerçekten çok yoruldum" dedi Alper. Garantiyi mağlup edememekten korkuyordu. Eleştiriye yalvarırcasına baktı Alper. Eleştirinin gözleri kanlanmıştı. Tam garantiye yanılıyorsun diyecekti ki Alper,  Eleştiri birden Alper’e “hiç kendini eleştirdiğin oldu mu Alper” dedi. “Sürekli dem vuruyorsun yalnız kalmaktan, insanların seni bırakmasından, hayatın anlamsızlığından peki sen ne yapıyorsun eleştirmekten başka. Ben bu kadar mı basitim dedi” eleştiri, Alper’e. Alper hiçbir şey söylemedi. Çok haklıydı eleştiri belki de çoktandır içini acıtan şeyi bulmuştu bu bilge. “Neden her canın sıkıldığında bana sığındığını söyleyebilir misin dedi” eleştiri, “bu kadar basit olmamalı değil mi Alper” diye devam etti. Alper garantiye sinirlenmiş, eleştiriden azar işitmişti.

Tartışmanın şeklinden midir bilinmez Alper baya sıcaklanmaya başladı. Yanıyordu adeta. Ceylan’a yalvarıyordu içinden, gelsen rüyalara dalsak felan, diye. Muhtar Ekrem çıkıp gelse bi filmde oynamak istiyordu deli gibi. “Tangerines”de bile oynayabilirdi şu an. O alev gibi sıcakta garanti, çantasından buz gibi bi şerbet çıkardı ve önüne koydu. İçmiyordu sadece önüne koymuştu. Alper hayatında ilk defa bu kadar susamıştı. Garantiyle arası iyi olsaydı keşke. Eleştiri, Alper’i eleştirmeye devam derken Alper’in de aklı fikri o şerbetteydi. Eleştiriden istediği desteği bulamayan Alper, kendinden utanma noktasına geldi. Hayatı ve kişileri bu kadar yermenin ne anlamı vardı ki. 7 milyar insandan biriydi en nihayetinde. Her şeyden önce kendini eleştirmeyi öğrenmeliydi. “Kendini bil sonrası belki daha kolay olur” diye son bir vurucu öğüt verdi eleştiri. Bu iki bilgenin tek derdi Alpermiş gibi çocuğun üstüne geliyorlardı. Alper’in gözlerinden ufak birkaç damla gelmeye başladı. Amaç, ansızın hiddetlendi ve “ağlamayı kes lan, ya bu şerbeti içip siktir ol git bu köyden ya da”  diye devam edince voo voo bu nasıl bilgeymiş böyle diye irkildi Alper birden. 

O şerbeti içmek istemiyorum dedi Alper. “O zaman eleştiriden beslenmeyi bırak” dedi amaç. “Peki ne yapmalıyım” dedi Alper. “Tek bildiğim garantinin iyi bir şey olmadığı ve bildiğim tek silah onu bunu eleştirerek kendimin, kendi hayatımın doğru olduğuna inanmak. Bazen yıpranıyorum ve beceremiyorum, o zamanlarda da yalnız kalmak istiyorum sonra yine eleştiriyorum” dedi Alper. “Yiğidim” dedi garanti “beni eleştirmek çok basittir ama benden ayrı kalmak zordur. Bu konuda umarım tek olduğunu düşünmüyorsundur. Çoğu kişi benden nefret eder ama ben olmasam trafik olmaz hayat olmaz”. “Sen aslında nefis gibi bir şey misin amca” dedi Alper, garantiye. “Nefsim bana senin amcanı sikerim dedirtiyor Alper” dedi garanti. “Sence ikimiz nefisle aynı olabilir miyiz” diye devam etti garanti. “Yok ağam farklıymışsınız” dedi Alper ve amaca dönüp yalvardı; “bana bir tane verebilir misin. Kendi amaçlarıma inanmıyorum bazı zamanlarda onlara ihanet ediyorum” dedi. Eleştiri, bu laflar üzerine Alper’in sırtını sıvazladı. “Kendini eleştirmeye devam et, doğruyu mutlaka bulacaksın” dedi. Ve alper’e ilk defa gülerek baktı. “Amaç seçmek kolay ama ona sahip çıkmak zordur delikanlı” dedi amaç, Alper’e. “Eğer sana bir tane verirsem garantiyle ömür boyu düşman olacaksın bunu kabul ediyor musun” dedi. “Ediyorum” deyince Alper, amaç Alper’e okkalı bir tokat attı. “Aslanım mesele şehri terk etmek, kaçmak değil. Eleştirmek hiç değil. Bunlar basit. Eğer bir amaç istiyorsan sana vereceğim amaç ateş gibi olacaktır” dedi. “Onu beslemezsen zayıflar ve söner. Garantiyle haşır neşir olduğun her an o ateşi zayıflatırsın. Ve o ateş bir kere küstü mü sana, bir daha alevlenmez” diye devam etti amaç. “Peki, neden benimle uğraşıyorsun garanti” dedi Alper, garantiye. O güzel ve soğuk gözüken şerbeti içen garanti, “terk etmeseydin Ankara’yı, bir işe felan girseydin. Sen kaşındın” dedi. “Ve bundan sonra daha fazla ilgileneceğim seninle” diyerek şerbetini içmeye devam etti. Eleştiri de bu sefer “artık beni kullanmayı da bırakacaksın Alper” dedi. Alper kafasını salladı ve kafasını öne eğdi. Üzgün müydü neydi tam bilemiyorum ama bir değişikti. Bu dördü sessizliğe ansızın düşüncelere gömüldüler.

Bilgeler, Alper için zorlu bir hayatı düşünürken, Alper de yeni amacına alışmaya onu tanımaya çalışıyordu. Daha şimdiden korkuyordu “amacın ateşi” söner mi diye. Bu dörtlünün sessizliğini Nina Rota’nın “L’illusionista”sı böldü. Yanlarındaki boş alana insanlar gelmeye başlamıştı ve müziğin tonu giderek artıyordu. Kimler yoktu ki; Alper’in okuldan arkadaşları, eski eşi, muhtar Ekrem, Muhammed abi, Bora, Şevket abi, ben, Alperin annesi ve oğlu, mahalleden pek çok sima hepsi el ele tutuşup dönüyorlardı. Bunlara üç bilge de katıldı. Herkes her şeyi bırakmış sadece el ele tutuşup dönüyorlardı. Alper çok şaşırdı ve Muhtar Ekrem’e bakıp “federico fellini diyorsun yani” diyerek başını eğdi. Muhtar Ekrem gülerek raksa devam etti ve “gelsene hadi” dedi. Alper dayanamadı ve onların yanına doğru gitti. Hemen önündeki saçlar ne kadar güzeldi, yoksa bu o mu. Evet ceylan da buradaydı. Hemen Ceylan’ın elinden tuttu ve çembere katıldı. Orkestra da gelmişti artık, müzik daha da netti. Alper Ceylan’ın elini sımsıkı tutmuştu beraber dönüyorlardı artık. “Ceylan” diye tam söze başlayacakken Alper, Ceylan “sus dedi” Alper’e. “Peki” dedi Alper ve bu ikili kendilerini gruba ve müziğe bıraktılar… 



Bitti...