28 Aralık 2014 Pazar

The Double






"The double" filmini orta düzey yönetmenlerden Richard ayoade yönetmiş. Başrollerde jesse eisenberg ve mia wasikowska yer alıyor. Bir de eskilerin en güzellerinden cathy moriarty. Zaman, çok acımasızsın vesselam. Filmin esin kaynağı ise favorilerimizden dostoyevski’nin çok tartışmalı “öteki ben” isimli uzun hikayesi, kendisine göre de romanı.



Dostoyevski, kitabın çıktığı gün ağabeyine şunları yazdı: “… son ana, yani 28’ine kadar benim alçak golyadkin’i yazmaya devam ettim. Korkunç! İşte insanın yaptığı hesap ancak bu kadar tutuyor: Ağustosa kadar bitirmeyi istemiştim, şubata kadar yazdım. Golyadkin bugün çıkıyor. Daha iki gün önce yazıyordum onu oysa. Yurttan notlar’da 22 sayfa olarak yayımlanacak. Golyadkin, İnsancıklar’dan on gömlek üstün. Bizimkiler, ölü canlar’dan beri rusya’da böyle bir şeyin yazılmadığını söylüyorlar, dahiyane bir eser olmuş ve daha neler neler! Gerçekten de golyadkin’de iyi iş başardım.”



Dosto’nun beklentileri böyleyken sonrasında yaşananlar kendisi için birer hayal kırıklığı yaratacaktı: “Bana en çok sıkıntı veren şey de, bizimkilerin, belinski ve diğerlerinin, golyadkin yüzünden benden hoşnut olmayışları. İlk tepkileri, hesapsız bir hayranlık olmuştu, çoşkuyla konuşup, tartıştılar. İkinci tepkileri ise eleştiri oldu; sanki anlaşmışlar gibi, hem bizimkiler hem de okurlar, golyadkin’in okunamayacak kadar sıkıcı, uyuşuk ve uzun olduğunu düşünüyorlar. Ama hepsinden komik olan, herkesin bir yandan bu uzunluk için bana kızarken, bir yandan da öyküyü harıl harıl ve defalarca okuyor olmaları. Bana gelince, bir an için umutsuzluğa bile kapıldım. Beklentileri boşa çıkardığım ve büyük bir iş olabilecek bir eseri mahvettiğim düşüncesi beni öldürüyor. Golyadkin’den soğudum. Birçok yeri aceleye geldi öykünün, yorgunluk halinde yazıldı. İlk yarısı, ikinci yarısından daha iyi oldu. Öyküde, son derece parlak sayfaların yanı sıra işe yaramaz, berbat yerler var; insanın içi bunalıyor, okumak istemiyor. İşte bu yüzden bir süre cehennemde gibi yaşadım, çektiğim acıdan dolayı hastalandım.”



Öteki ben’in kentleşen toplumlardaki, tüketim dünyasındaki kimlik sorunlarını anlatmaya çabaladığı çok açık ama eleştirilerin çoğu da eserin gogol’un eserlerinden araklanmış olduğu ve okurların anlayamacağı kadar boğucu ve belki de zeki oluşu idi. Öteki ben’de gogol’un imzalarını bulmak mümkün: “insancıklar gibi, öteki ben de birçok anlamda, gogol’un sanatsal dünyasıyla, onun Petersburg öyküleri’ne özgü şiirsellikle bağlantılı bir eserdir. Yazar hayattayken öyküyü inceleyen eleştirmenler de bunun altını çiziyorlardı. Öyküde ele alınan başlıca konular (yoksul memurun kendisinden daha zengin, hiyerarşi merdiveninde ondan daha yüksek bir basamağa oturtulmuş rakibiyle beyefendinin kızı için giriştiği eşitsiz savaşta uğradığı yenilgi ve kahramanın akıl kaybı) bir deli’nin günlüğü’ndeki benzeri olayların dolaysız bir tekrarı gibidir. Öykünün diğer ana konularından biri olan, kahramanın fantastik ikiziyle karşılaşması, yine bir Gogol öyküsü olan burun’da bulunmaktadır. Öyküdeki bazı bölümler, belli ki kasıtlı olarak ironik Gogol tonlarına boyanmıştır. (örneğin, birinci bölümde kahramanın, uşağı petruşka ile araba hakkında yaptığı konuşma, “evlilik”in ilk sahnelerini hatırlatırken dördüncü bölümün başındaki balo anlatımı, gogol’un mizahi tarzına sadık kalınarak yazılmıştır, ölü canlar’ın birinci bölümünde valinin evinde verilen baloyla karşılaştıralabilir)”. 



Öteki ben’in arak mı şaheser mi olduğu konusunu boşverelim şimdilik, anlattığı ya da benim anladığım yerler modern dünyanın belki de en büyük sorunlarından biri olan kişilik sorunsalıdır. Olduğu gibi yaşamayan insanlar farkında olmadan toplumda ikizlerini oluşturuyorlar. Sizler benden daha iyi idrak etmişsinizdir; facebook’ta (jesse eisenberg'in başka bir filmde zuckerberg'i canlandırmış olması ise güzel bir ironi) sahte hayat yaşayan milyonlarca insan var ve resimlerdeki profillerdeki gibi olmadıklarına adımız gibi eminiz. Onların olmak istedikleri bu şekiller giderek kendi benliklerini ele geçiriyor ve iki farklı düşünce tek bir vücutta toplanmaya başlıyor. En sevdiği müzik klasik müzik ama dinlemiyor. Dinlemek istiyor ama olmuyor. Kendinden şüpheye düşüyor böylece nasıl yani ben neden böyle değilim diye. Belki herkes delirmiyor ama abullabut şahsiyetler doğuyor.



Kitapta asıl karakterin ikizinin çıktığı yer tanıştıkları sahne değil kesinlikle. Büyük golyadkin’in bir mektubunda öğreniyoruz ki kendisi fakir denilebilecek bir durumda ve pansiyonerdir sonrasında kendisine uşak tutar ve daha zengin hissettiği bir mahalleye taşınır. Zengin sınıfın doktoruna iki yüzlü insanlardan nefret ettiğini söyler ama ne yazık ki kendisi de bir noktadan sonra yitiktir. Üst sınıfa yakınlık kurabilmek adına yalakalık dahi yapmış zavallılaşmıştır. Mendebur köpek seni. Sınıf farkından rahatsızlığını dile getirir lakin uşağına köpek gibi davranır, daha düşük derecedeki memurlara ise sırt döner. Aklı fikri üst mertebede ve onların güya şaşalı hayatlarındadır. Ait olmadığı mahalleye taşındığında artık küçük golyadkin de doğmuş ve yola çıkmıştır. Üst sınıfa ait bir balo’dan kovulduğu gecede ise ikisi tanışırlar ve harika bir delilik süreci başlar. Büyük golyadkin iyi birisi daha doğrusu mazlum, masum değildir kesinlikle. Küçük golyadkin onu cezalandırmak için gelmiştir ve görevini yapmıştır. Herkesin ait olduğu yerler vardır ve davul bile dengi dengine çalmaktadır. Aksi halde dengeler bozulur, kimyalar uyuşmaz.



Ne diyordu Tarkan: "Başkası olma, kendin ol. Böyle çok daha güzelsin." Romanı okuyalı baya olmuştu bir gün denk geldi bu film, itiraf etmeliyim ki önyargıyla yaklaşmıştım ama bu filmi bazı sebeplerden ötürü favorilerime almaya karar verdim. Alıyorum, aldım hayırlı olsun. Belki bir gün bu orta sınıf yönetmen üç tane daha favori film çıkarabilirse onu favori yönetmenlerimin arasına ekleyebilirim. Dört film sınırım var lo.



Filmin bir kere müzikleri harika. Finali tanıdık gelse de çok hoşuma gitti. Çekimleri olsun, karakterler olsun, iklim atmosfer felan neyse işte hepsini beğendim. Önyargıyla açtığım bir filmde sağ ok tuşunu bir kere bile kullanmadığımı fark edince bu filmi favorilerime almalıyım demiştim. Bilgisayardaki en sevdiğim tuş açma kapama tuşu. Onun sayesinde bilgisayarı açıyor ve dünyayı ayağıma getiriyorum, haha muhteşem. En sevdiğim ikinci tuş ise sağ ok tuşu. Sikindirik filmleri hemencecik bitirmeme ve beynimi yıpratmamama olanak sağlıyor bu tuş. Bir hayli de zaman kazanıyorum. Bu filmde hiç kullanmadım. Filmimiz fight club kadar kült ve popüler olamadı ve olamayacak ama yine de başarılı olduğunu söylemeliyiz. Chuch palahniuk’un gogol’dan ya da dosto’dan esinlendiği bir gerçek. Richard ayoade’nin de özellikle final bölümlerinde david fincher’dan etkilendiğini çok rahat söyleyebiliriz.



Dediğim gibi film sıradan bir film değil. Belli ki senaryoda ve müzik konusunda ciddi çalışılmış, gerilim sahneleri ile müzikler çok uyumlu. Japon müzikleri mi çin müzikleri mi neyse onlar da bana eski çizgi film günlerimi hatırlattı, gerçekten çok iyiydi onlar da. Kızımız da hanım hanımcık. Filmi tavsiye ederim. Bir sonraki yazıda bir sıkıntı olmaz ise yine güzel bir filmle karşınızda olurum, küçüklerin gözlerinden öper, büyüklerin ellerinden sıkarım, bye.






the double film eleştirisi...

19 Ekim 2014 Pazar

Into the wild




“Into the wild” filmini sean penn yönetmiş. Kitabın esin kaynağı ise jon krakauer’ın chris mccandless’in yaşamının son dönemlerini anlattığı aynı isimli kitabı. Filmimiz iki dalda oskara aday olabilmiş ve benim çok sevdiğim filmlerden. Çoktandır değinmek istiyordum kısmet bu yazıyaymış. Filmi izlerken, tekrarlarında bile, kitabını okuduğumda da chris’le benzer bunalımları yaşadığımızı idrak ediyorum. Bu yazıda köylü ekrem’e değinmek istiyorum. Bu yazıda bir önceki yazımız olan askerlik günceleri'nde bahsetmediğim askerlik arkadaşım gürkan’ın toplumda zehirlenmeden yaşayabilme savaşına değinmek istiyorum ve geçenlerde intihar eden Mehmet pişkin’e de değinmek istiyorum elbette.


Köylü ekrem’i ilk izlediğimde hemen bir şeyler yazma, söyleme isteği duydum kendimde. Uzun süre ekrem’in inançlı halini gözlerimin önünden atamadım. Belki de ucundan da olsa söylemeye çalıştığımız şeylerin hepsini söyleyebilmiş ve kendini sistemden toplumdan izole edebilmişti. İşin güzel yanı da kendini izole ederken tüm insanlara bir tavır alma durumu yoktu, sonuçta sanat icra ediyordu ufak köy evinde ve halka açıktı. Kendince toplumdan kaçışı, paraya ve maddeye olan ilgisizliği bende kıskandıracak derecede bir saygı oluşturmuştu. Nasıl insanlar kanser karşısında çaresizse benim heykelim de kurtçuklar karşısında çaresiz diyordu köylü Ekrem. Kanser demişken bir daha annemi rahatsız etme kanser, rica ediyor yalvarıyorum. İnanılmaz müthiş bir karakter, fazlaca okumuş, düşünmüş ve dediğine göre bu fazlalıklar onu yalnız kalmaya itmişti. Onun yalnız kalma isteğinin farklı bir boyutunu benim güzel kardeşim, askerlik arkadaşım kısa dönem Gürkan yaşıyor. 30’una geldi neredeyse ve mümkün olduğunca toplumdan kaçmaya çalışıyor.


Ev almak, kredi ödemek, sevgi için değil de bilmem ne için evlenmek, toplumsal statüler hep bahsettiği konular. Onunla tanıştığımda aslında köylü ekremle tanıştığımı fark etmiştim. Şimdilerde köyde ailesiyle yaşıyor. Tarımla uğraşıyor çok para kazanmasa da. Şehre inse bir işe girebilir ama istemiyor sistemin lanet düzenini. Akşamları semaverine çay koyup gökyüzünü izliyor her gece. Balık tutmayı, kitap okumayı seviyor. En kısa zamanda yanına gideceğim onun. Bir ara ben de ona tavsiyeler verirken buldum kendimi. Oğlum dedim gir bi işe evlen felan, hep köyde kalamazsın diye. Sonra baktım ki annesi gibi ben de bunaltmaya başlamıştım onu. Sustum ses etmedim. 


Bu yazıyı hazırlarken geçenlerde Mehmet pişkin’in intihar videosunu da izlemiş bulundum bir şekilde. Biraz hayatını araştırdım derken, neşeli gözüken bir insanın böyle bir karar vermesi gerçekten düşündürücü. Hani anlayabiliyorum sıkıntılarını kendisini tanımasam da. Dünyada bu kadar acı, zulüm, Amerika, cıa varken; binlerce masum bir yerlerde ölüyorken Mehmet, Ekrem, Gürkan ya da chris neden önem arzediyor olabilirdi? Evet güzel soru. Onlar aslında sadece bir insan ve gerçekten dünyada çok daha önemli sorunlar var. Açlık gibi. Adam 2014 yılında acından ölebiliyor, öte yandan psikolojik bunalım çeken insanlar. Öte yandan toplumdan kaçmaya çalışan insanlar. Çok detaylı baktığımızda kaçmanın hatta intihar etmenin kolay olduğunu söyleyebiliriz ama onları anlamak istiyorum sadece.


Köylü ekrem’in bir kırılma anı mutlaka olmuştur, gürkan’ın kırılma anını, anlarını biliyorum ve hak veriyorum ona, muhakkak mehmet’in de çok düşündüğü çözemediği şeyler oldu. İşte bunları arıyorum ben, cevaplarını. Her şeyi bir kenara atabilmek, çok şeylerden vazgeçebilmek cesaretini hangi hormon sağlıyor ve bu inanmışlık tam olarak ne zaman başlıyor? Sadece bunları merak ediyorum ve hayatlarına saygı duyuyorum. Chris, işte biraz da holivud’un sayesinde derdini herkese anlatabildi sanırım. Onun da hayatını öğrenince yaptıklarını kolayca eleştirmekten ziyade saygı duymaya ve sebebi neydi ki demeye başlıyorum. “Legends of fall” filminde tristan ludlow’un yaptığı gibi de kaçabilirlerdi toplumdan. Böylesine keskin kararlar almayı gerektiren neydi? Reklamlar çok bunaltıyor artık, kredi muhabbetleri, işimize yaramayacak binlerce eşya, bencillik, evet hiç kimse önemli değil artık bizler için sadece biz varız, maddenin cazibesi, insanların yavanlığı ve hayatın bir yerden sonra tad vermemesi. Bunlar beni çok geriyor, bir gün belki ben de radikal bir karar alabilirim. Ve etrafımızda toplumdan bunaldığını söyleyen kişiler olursa ki haklı sebepleri vardır mutlaka, basit yolu seçip hemen eleştirmeyelim belki bir güzel insanı intihardan veya aramızdan çekip gitmekten kurtarırız. 


Jon Krakauer, Amerikalı yazar ve dağcı. 1954’te Massachusetts’de doğdu. Hampshire College’de çevrebilim eğitimi aldı. 1977 yılında Alaska’da, daha önce hiçbir dağcı tarafından ayak basılmamış bir rota üzerinden Devils Thumb zirvesine tırmandı. Ardından Arjantin’de dünyanın en zorlu teknik tırmanışlarından biri olarak değerlendirilen “cerro torre” tırmanışını gerçekleştirdi. 1996 yılında, krakauer’in de dahil olduğu everest’e tırmanan ekip iniş sırasında sert bir fırtınaya yakalandı ve altı dağcıdan dördü hayatını yitirdi. Krakauer yabana doğru’dan önce, outside dergisindeki yazılarıyla tanınmıştı. Krakauer’in yabana doğru kitabını mutlaka okumanızı tavsiye ederim. Bu yazıdaki çoğu anekdot ilgili kitaptan alınmıştır;


“Nisan 1992’de, amerika’nın doğu kıyısında varlıklı bir aileden gelen genç bir adam, otostopla alaska’ya gidip tek başına mckinley dağının kuzeyindeki yaban dağının içine karıştı. Dört ay sonra çürümüş cesedi geyik avcıları tarafından bulundu. Cesedin bulunmasından kısa bir süre sonra, outside dergisinin editörü, çocuğun ölümü üzerindeki sis perdesini aralayacak bir yazı yazmamı istedi. Adı christopher Johnson mccandless’dı. Washington d.c.’nin zengin bir banliyösünde büyüdüğünü, okuldaki üstün başarılarının yanı sıra çevresi tarafından seçkin bir atlet olarak tanındığını öğrendim.


1990 yazında Emory üniversitesinden dereceyle mezun olmasının hemen ardından, mccandless ortalıktan kayboldu. Adını değiştirdi, banka hesabındaki yirmi dört bin doların tamamını bir hayır kurumuna bağışladı, arabasıyla birlikte sahip olduğu eşyaların neredeyse tümünden kurtuldu, cüzdanında kalan son banknotları yaktı ve ham, sıra dışı deneyimler peşinde toplumun en uç kesimlerine sığınarak kuzey amerika’yı arşınladığı yeni bir yaşam kurdu. Cesedi alaska’da bulunana dek, mccandless ailesi ne çocuklarının nerede olduğunu ne de başına ne geldiğini öğrenebildi.


Çok kısa sürede yazdığım dokuz bin kelimelik yazı, derginin ocak 1993 tarihli sayısında yayınlandı. Fakat outside’ın bu sayısı raflardan inip yerini daha güncel haberler aldıktan sonra da mccandless’a olan ilgim sürdü. Çocuğun açlıktan ölümünün detayları ve yaşadıklarıyla kendi hayatım arasındaki sarsıcı benzerlikler bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Sonunda, mccandless’ı zihnimden atmak istemediğimi anlayarak, bir yılı aşkın bir süre çocuğun alaska taygasındaki ölümüne dek uzanan dolambaçlı rotanın izini sürdüm ve saplantıya varan bir ilgiyle yolculuğunun detaylarını çıkarmaya çalıştım. Mccandless’ı anlamaya çalıştığım bu süre zarfında; Amerikan imgeleminde hep cazip bulunmuş vahşi doğa kavramı, belli kafadaki genç adamların aklını çelen yüksek riskli deneyimler, babalar ve oğullar arasındaki karmaşık, aşırı yüklü ilişkiler gibi daha kapsamlı konularla da kaçınılmaz bir şekilde karşı karşıya kaldım.


Aşırı ölçüde hassas bir genç olan mccandless, modern hayatla kolay kolay uyuşmayacak, katı, inatçı bir idealizm taşıyordu. Tolstoy’dan çok etkilenmişti. Özellikle de bu büyük rus romancısının basit ve yoksul hayatı tercih ederek zenginlik ve imtiyazlarla örülü bir dünyayı terk edişine hayran kalmıştı. Üniversite yıllarında yakınlarını önce etkileyecek ancak sonraları ürkütecek üzere tolstoy’un çileciliğine ve ahlaki katılığına öykünmeye başladı. Yaban alaska topraklarına adım attığında bolluk içinde bir dünyaya yönelik hayaller gütmüyordu; aradığı şey tam olarak tehlike, zorluk ve tolstoyvari bir feragattı. Peşinde olduğu tüm bu şeylere fazlasıyla ulaştı da.


Buna rağmen mccandless, on altı haftalık çilesinin büyük bir kısmında tutunmayı başardı. Aslına bakılacak olursa, görünüşte çok önemli olmayan bir ya da iki hata yapmamış olsaydı, dört ayını geçirdiği yabanıl topraklardan nisan ayında girdiği gibi sessiz sedasız çıkıp gidebilirdi. Ancak yaptığı masum hataların önemli ve telafi edilemez olduğu ortaya çıkınca adı bulvar gazetelerinin manşetlerine taşındı ve geride, çocuklarına duydukları güçlü ve acı yüklü sevginin parçalarına tutunmaya çalışan darmadağın bir aile bıraktı.


Şaşırtıcıdır ki çok sayıda insan chris mccandless’ın yaşam ve ölüm hikayesinden etkilendi. Outside’da yayınlanışından sonraki haftalar ve aylar içinde bu makaleye, derginin tarihinde başka hiçbir makaleye gelmediği kadar çok mektup geldi. Tahmin edilebileceği gibi, gelen mektuplar birbirinden keskin şekilde ayrılan bakış açılarını yansıtıyordu: bazı okurlar cesaretinden ötürü çocuğu fazlasıyla takdir ederken, bazıları onun kimseyi umursamayan bir aptal, bir kaçık, küstahlığı ve budalalığı yüzünden telef olmuş bir narsist olduğunu söylüyor ve ölümünün medyada hatırı sayılır ölçüde yer bulmasına ateş püskürüyordu.


Stampede patikası, earl pilgrim adında efsanevi bir alaska madencisi tarafından 1930’lu yıllarda açıldı; bu durum pilgrim’in, toklat nehri’nin clearwater çatalının yukarısında bulunan stampede deresi’nden çıkan antimon cevheri üzerinde hak talep etmesini sağlamıştı. 1961 yılında, fairbanks kökenli bir şirket olan yutan inşaat, yeni eyalet olmuş alaska’daki ihaleyi kazanarak, patikanın düzeltilmesi ve maden cevheri taşıyan kamyonların bütün yıl boyunca kullanabileceği bir yola dönüştürülmesi işini üstlendi. Yol yapım çalışmaları esnasında inşaat işçilerin barınak sağlamak için şirket yetkilileri hurdaya çıkmış üç otobüs satın alarak, içlerine ranza ve basit set üstü ocaklar yerleştirilen bu araçları, bir caterpillar d9’un yardımıyla vahşi doğaya getirdi.


Proje 1963 yılında durduruldu. O ana dek yolun ancak seksen kilometrelik kısmı düzeltilmiş ama patikayı kesen nehirlerin üzerinden geçmesi gereken köprülerin hiçbiri kurulamamıştı. Stampede patikası, buz tabakalarının çözülmesi ve mevsimlik taşkınlarla birlikte kısa süre içerisinde yeniden kullanılamaz hale geldi. Yutan, otobüslerden ikisini tekrar otoyola çıkardı; üçüncü otobüs ise avcı ve tuzakçılar için barınak oluşturması amacıyla patikanın ortalarında bir noktada bırakıldı. İnşaatın durdurulmasının üzerinden geçen otuz yıl içinde, yolun büyük kısmı taşkınlar, bitki örtüsünün etrafı sarması ve küçük göletlerin oluşmasıyla silinip gitmiş olsa bile, otobüs bugün de olduğu yerde duruyor.


International harvester marka, 1940’lardan kalma antika bir model olan bu metruk otobüs, healy’in kırk kilometre kadar batısında, denali ulusal park sınırının hemen ilerisinde, çevresiyle bağdaşmaz biçimde stampede patikası’nın dibindeki yakıotlarının arasında paslanmaya terk edilmiş durumda. Motoru ölü. Bazı camlarda çatlaklar var, bazılarıysa tamamen kırılmış. Zemin kırık viski şişeleriyle kaplanmış, yeşil-beyaz boya tabakası kötü şekilde oksitlenmiş. Üzerindeki yazılar, bu kocamış makinenin bir zamanlar fairbanks kent içi toplu taşıma sistemine ait olduğunu söylüyor: otobüs 142. Bugünlerde otobüs 142’nin tek bir insan yüzü bile görmeden altı-yedi ay geçirmesi olağandışı bir durum değil. Ama eylül 1992’nin ilk günlerinde üç parti halinde altı kişi aynı günün öğleden sonrasında terk edilmiş otobüse ulaşmıştı.


Denali ulusal park sınırlarının, kantishna tepeleri ve dış sıradağlar’ın en kuzey kesimini de kapsayacak şekilde genişletildiği 1980 yılında, yeni park sahası çizilirken alçak bir arazi parçası gözden kaçırıldı. Kurt yöresi olarak bilinen ve stampede patikası’nın ilk yarısını kuşatmış olan ince uzun bir araziydi burası. 11 kilometreye 32 kilometre ölçülerindeki kurt yöresi’nin üç tarafı ulusal parkın koruma altındaki sahası tarafından çevrelenmiş olduğundan, bölge olması gerekenden çok daha fazla kurt, ayı, rengeyiği, mus ve diğer av hayvanı barındırır. Bölgenin sıra dışı durumunun bilincinde olan avcı ve tuzakçılar, bu sırrı kıskançlıkla saklamışlardır. Sonbaharda geyik sezonu açılır açılmaz az sayıda avcı, park sahası dışında kalan arazinin kuzey ucunda, sushana nehri’nin hemen yakınlarındaki eski otobüsü ziyarete eder. Otobüsün bulunduğu nokta ile park sınırı arasında yalnızca üç kilometre kadar mesafe vardır.


Anchorage’da bir kaporta dükkanının sahibi olan ken thompson, gordon samel ve ferdie swanson, geyik avına çıktıkları 6 Eylül 1992 günü otobüse uğramayı da planlamışlardı. Otobüsün bulunduğu yere ulaşmak hiç kolay değildi. Stampede patikası’nın düzeltilmiş kısmının bittiği noktanın on beş kilometre kadar ilerisinde, dağlardan gelen buz gibi suyun hızla aktığı teklanika nehri patikayı kesiyordu. Patikanın nehir setine dar bir boğazın ta yukarısında kavuştuğu noktada teklanika kabarıp taşarak akışını sürdürmekteydi. Süt rengindeki bu güçlü akıntıdan karşıya geçme fikri, birçok insanı ilerlemekten vazgeçirmiştir. Bir şekilde nehri geçen gezginler otobüsün bulunduğu yere ulaştıklarında, thompson’un deyişiyle, “15 metre kadar ötede dikilip duran ve hayalet görmüşe benzeyen bir adam ve kız”la karşılaştılar.


İkisi de otobüse girmemiş fakat içeriden gelen korkunç kokuyu alacak kadar yaklaşmışlardı. Otobüsün arka kapısının dibindeki kızılağaç dalına eğreti bir işaret bayrağı asılmış; aralık duran kapıya ise insanı tedirgin eden bir not yapıştırılmıştı. Gogol’un bir romanından koparılmış sayfanın üzerine muntazam kitap harfleriyle yazılmış notu okudular: “S.O.S. yardımınıza ihtiyacım var. Yaralı, neredeyse ölmek üzereyim ve buradan bir yere gidemeyecek kadar güçsüz düştüm. Yapayalnızım, bu bir şaka değil. Tanrı aşkına, lütfen beni kurtarmak için burada bekleyin. Bu yakınlarda meyve toplamaya gidiyorum, akşama dönmüş olurum. Teşekkür ederim, chris mccandless. Ağustos?”


Samuel sonrasını şöyle anlatıyor: “bir kütüğün üzerine çıkıp arka pencerelerin birinden uzandım ve tulumu dürttüm. İçinde bir şey olduğu kesindi ancak bu her neyse, çok ağır değildi. Otobüsün diğer tarafına geçince tulumun içinden çıkmış başı gördüm. Artık baktığım şeyin ne olduğunu anlamıştım.” Chris mccandless, iki buçuk haftadır ölüydü. “Beklediğim, hayatın durgun akışı değil, hareketti. Coşku, tehlike, duygulanmak için hareket istiyordum. Durgun yaşantımızda harcanmayan enerji fazlalığı vardı içimde.” Lev Tolstoy-aile mutluluğu. Chris mccandless’ın eşyaları arasında bulunan kitabın altı çizilmiş satırları.


Otuzlu yaşlarının ortasında olan westerberg, onu evlat edinmiş olan ebeveynleri tarafından henüz küçük bir çocukken carthage’a getirilmişti. Bu uçsuz bucaksız düzlüklerde hem bir Rönesans adamı sayılırdı; hem de çiftçi, kaynakçı, işadamı, makinist, yetenekli bir tesviyeci, alım-satım spekülatörü, lisans sahibi bir pilot, bilgisayar programcısı ve elektronik arızalardan da anlayan bir oyun makinesi tamircisiydi. Ancak mccandless’la tanışmadan kısa bir süre önce bu yeteneklerinden biri başının kanunla belaya girmesine neden olmuştu.


Westerberg bir dönem kanundışı olarak şifreli kablo yayınını kıran ve insanların yayınları para ödemeden izlemesini sağlayan kara kutu imal edip satmıştı. Fbı durumun farkına vardı, tuzak kurdu ve westerberg’i yakaladı. Suçunu kabul ederek yaptıklarından pişman olduğunu söyleyen westerberg, mccandless’ın carthage’a gelişinin iki hafta kadar sonrasında, 10 Ekim 1990 günü, dört aylık hapis cezasını çekmek için sioux falls’a götürüldü. Westerberg’in başına gelenlerin ardından, mccandless için ambarda iş kalmadı ve şartlar farklı olsa oradan ayrılacağından belki de çok daha önce, 23 ekim günü, carthage’dan ayrılarak göçebe hayatına geri döndü.


Fakat mccandless’ın carthage’a duyduğu bağlılık gücünden bir şey kaybetmedi. Ayrılmalarından önce, westerberg’e tolstoy’un savaş ve barış’ının çok değerli bir 1942 baskısını verdi. Kitabın ilk sayfasında, “wayne westerberg’e alexander tarafından verilmiştir. Ekim 1990. Pierre’i dinle,” yazıyordu (pierre’le kastedilen, tolstoy’un fedakar başkahramanı ve alt benliği, arayışlar içinde ve gayrimeşru bir çocuk olan pierre bezuhov’dur). Mccandless, batı’da dolaştığı zaman içinde westerberg’le bağlantısını koparmadı; birkaç ayda bir aradı ya da yazdı. Tüm postalarını westerberg’in adresine yönlendirdi ve carthage’dan ayrıldıktan sonra tanıştığı hemen herkese memleketinin güney Dakota olduğunu söyledi.


Aslında mccandless, virginia’nın annandale şehrinin üst-orta sınıfından, rahat bir ailede yetişmişti. Babası walt önce nasa, ardından da 60 ve 70’li yıllarda hughes aircraft için çalıştığı dönemde uzay mekikleri ve diğer önemli projeler için gelişmiş radar sistemleri tasarlayan, üst düzey bir uzay ve havacılık mühendisiydi. 1978 yılında, user systems Incorporated adında küçük ancak zaman içinde çok başarılı olan kendi danışmanlık firmasını kurdu. Şirketteki ortağı, chris’in annesi billie’ydi. Ailenin tamamında sekiz çocuk vardı; chris’in aşırı yakın olduğu küçük kız kardeşi carine ve walt’ın ilk evliliğinden olan altı üvey kardeş daha.


Mayıs 1990’da chris, atlanta’daki Emory üniversitesi’nden mezun oldu; okulun the Emory Wheel adlı gazetesinin köşe yazarı ve editörüydü; bunun yanı sıra tarih ve antropoloji anadallarındaki eğitimini 3,72 gibi yüksek bir ortalamayla tamamlamıştı. Okulda kendisine önerilen phi beta kapa derneği üyelik teklifini, unvan ve şeref payelerinin anlamsız olduğunu söyleyerek reddetmişti. Chris’in üniversitedeki son iki yılı aile dostlarından kalan kırk bin dolarla karşılanmıştı. Chris mezun olduğunda hesapta yirmi dört bin dolardan fazla para duruyordu ve ebeveynleri oğullarının bu parayı hukuk fakültesine gitmek için kullanacağını sanıyordu. “onu yanlış anlamışız,” diyor babası. Chris’in diploma törenine katılmak için atlanta’ya uçan walt, billie ve carine’nin (ve aslında o esnada hiç kimsenin) bilmediği şey, chris’in kısa süre sonra hesabındaki paranın tamamını açlıkla savaşan bir hayır kurumu olan oxfam amerika’ya bağışlayacağıydı.


Mezuniyet töreni 12 Mayıs 1990’da, bir cumartesi günü yapıldı. Aile, çalışma bakanı elizabeth dole’un uzun soluklu mezuniyet konuşmasını dinledi ve ardından billie, diplomasını almak için sırıtarak sahneye çıkan chris’in fotoğraflarını çekti. Ertesi günü anneler günüydü. Chris, billie’ye bir kutu şeker ve çiçeklerin yanında, dokunaklı bir kart verdi. Kadın şaşırmış, aşırı derecede duygulanmıştı. Chris’in, prensip olarak, artık ne kimseye hediye alacağını ne de kimseden hediye kabul edeceğini bildirmesinin ardından geçen iki yıldan sonra, oğlundan ilk kez hediye alıyordu. Gerçekten de chris, mezuniyet hediyesi olarak ona yeni bir araba almak isteyen ve kolej hesabında yeterince para yoksa hukuk fakültesi masraflarını karşılayacaklarını söyleyen walt ve billie’ye sert şekilde çıkışmıştı.


Chris, zaten çok iyi durumda bir arabası olduğunda diretmişti. Bu araba, sayacı 200 bin kilometre olan ve birkaç vuruğa rağmen hala düzgün şekilde çalışan, 1982 model sevgili datson b210’uydu. Daha sonra kardeşi carine’e yazdığı bir mektupta, “bana yeni bir araba almaya çalıştıklarına inanamıyorum ya da okul masraflarımı gerçekten karşılayabileceklerini düşünmelerine; o da hukuk fakültesine gideceksem eğer. Onlara belki milyon kez zaten dünyadaki en iyi arabaya sahip olduğumu söyledim. Miami’den alaska’ya tüm kıtayı kat ettiğim binlerce kilometre boyunca bana tek bir sorun çıkarmamış, asla bir başkasıyla değiştiremeyeceğim ve cidden bağlılık duyduğum bir araba. Gene de söylediğim bunca şeyi duymazdan gelip, bana alacakları yeni arabayı kabul edeceğimi düşünüyorlar! Gelecekte onlardan herhangi bir hediye kabul etmek konusunda çok ama çok dikkatli olmalıyım çünkü saygımı bu yolla satın alabileceklerini sanıyorlar” diyordu.


Chris, sarı renkli ikinci el datsun’unu lise son sınıftayken almıştı. O günden itibaren okulun kapalı olduğu zamanlarda arabasıyla tek başına uzun yolculuklara çıkmaya başladı. Mezuniyetinin olduğu hafta sonunda, anne babasıyla konuşurken laf arasında yazı gene yolda geçirmek istediğini söyledi. Kullandığı sözcükler tam olarak, “bir süre için ortalıktan kaybolacağım herhalde,” olmuştu. Ne annesi ne de babası bu üstü kapalı açıklamanın önemini fark edebildi. Yalnızca walt, nazik bir şekilde, yola çıkmadan önce onları ziyaret etmesini tembihledi. Chris gülümseyerek belli belirsiz başını salladı, walt ve billie bu hareketi yaz öncesinde kendilerini annandale’de ziyaret edeceğine yönelik bir işaret olarak alıp oğullarına veda ettiler.


Haziranın sonlarına doğru halen atlanta’da olan chris, final notlarının bulunduğu son karnesinin bir kopyasını ailesine gönderdi: ayrımcılık ve güney Afrika toplumu, antropolik düşüncenin tarihi derslerinden A, güncel Afrika siyaseti ve afrika’da gıda krizi derslerinden ise A eksi. Karneye bir de kısa not iliştirilmişti: “İşte son notlarımın dökümü. Son sınavlar gayet iyi geçti ve yüksek bir ortalamayla mezun oldum. Fotoğraflar, traş takımı ve paris’ten gönderdiğiniz kartpostal için teşekkürler. Seyahatinizden çok memnun kalmışsınız anlaşılan. Gerçekten keyifli geçmiş olmalı. Llyod’a fotoğrafını verdim (emory’de chris’in en yakın arkadaşı), size müteşekkir kaldı. Diplomasını alırken çekilen başka fotoğrafı yokmuş. Bunun dışında olan biten pek bir şey yok. Buralarda hava bayağı sıcak ve nemli olmaya başladı. Herkese benden selam söyleyin.” Bu not, ailesinin chris’den son haber alışı oldu. Atlanta’daki son yılında yerde ince bir şelte, birkaç süt kasası ve masa dışında yalnızca birkaç parça eşyanın bulunduğu, bir keşişin yaşayabileceği türden bir odada kalmıştı. Chris bu odayı bir askeri baraka kadar tertipli ve temiz tuttu. Telefonu olmadığından, walt ve billie’nin onu arama imkanı yoktu.


1990 yılının ağustos ayı geldiğinde, karnesiyle birlikte gönderdiği kısa nottan beri ailesi chris’den hiç haber alamamıştı; bu yüzden oğullarını ziyaret etmek için atlanta’ya gitmeye karar verdiler. Chris’in dairesine vardıklarında, odanın boşaltılmış olduğu gerçeği ve penceredeki kiralık ilanı ile yüz yüze geldiler. Apartman yöneticisi chris’in haziran sonunda ayrıldığını söyledi. Walt ve billie evlerine döndüklerinde yaz boyunca oğullarına gönderdikleri bütün mektupların paketlenip kendilerine iade edildiğini gördüler. “chris postaneye ona gönderilen tüm mektupları 1 ağustos’a kadar tutmalarını söylemiş; böylece ne olup bittiğini anlamayacaktık,” diyor billie. “bu durum bizi çok ama çok endişelendirdi.”


Bu esnada chris çoktan gitmişti. Beş hafta önce tüm eşyalarını küçük arabasına yüklemiş ve kafasında herhangi bir güzergah olmaksızın batıya doğru yola çıkmıştı. Yolculuğu kelimenin tam anlamıyla bir serüven olacaktı; her şeyi değiştirecek destansı bir yoldu çıktığı. Kendi bakış açısına göre, son dört yılını anlamsız ve külfetli bir sorumluluğu yerine getirmek, yani üniversiteden mezun olmak için boşuna harcamıştı. En nihayetinde kimseye borcu yoktu ve anne babasıyla akranlarının boğucu dünyasından azat olmuştu. Onların tecrit, güvenlik ve maddi erişim dünyasından. Varoluşun ham nabzından koptuğunu acı içinde hissettiği yerden artık uzaktı. Atlanta’dan çıkıp batıya yöneldiğinde sınırsız deneyimler içinde dilediğince kaybolabileceği, bütünüyle yeni bir yaşam yaratmak istiyordu. Hatta önceki yaşamından kopuşunu sembolize etmek amacıyla kendine yeni bir isim de bulmuştu. Bundan sonra chris mccandless diye biri olmayacaktı. O, artık kendi kaderinin efendisi olan alexander superberduş’tu.


“Çöl ifşa evrenidir; genetik ve psikolojik anlamda yabancı, duyumsal olarak çetin, estetik açıdan soyut, tarihsel olarak düşmandır. Biçimleri çarpıcı ve manalıdır. Zihin; ışık ve boşluk, çoraklığın devinimsel yenilikleri, yüksek sıcaklık ve rüzgarlarla kuşatılmıştır. Çölde gökyüzü görkemli ve ürkütücüdür. Diğer bölgelerde ufku çevreleyen gök kırık ya da belirsizken, burada daha da engin bir alana yayılan boyutlarıyla, kırsal arazilerin ve ormanların üzerini kaplayan gökyüzünden sınırsız ölçüde daha geniştir. Engellerle kapanmayan bir gökyüzünde bulutlar çok daha heybetli görünür; iç bükey kısımlarında yeryüzünün kavisini bazen enfes şekilde yansıtabilirler. Çölde jeolojik şekillerin açısallığı, araziye olduğu kadar bulutlara da anıtsal bir görünüm kazandırır. Peygamberler ve münzeviler çöle gider; hacılar ve sürgünler çölleri aşar. Büyük dinlerin liderleri, gerçeklikten kaçmak değil, aksine onu bulmak için inzivanın şifa verici ve ruhani değerlerini çölde aramaya çıkmıştır.” Paul shepard-doğadaki insan: doğanın estetiğine tarihsel bir bakış


Temmuz sonunda, kendisini çılgın ernie olarak tanıtan ve çocuğa kuzey kaliforniya’da bulunan bir çiftlikte iş öneren bir adama denk geldi. Çiftliğin fotoğrafları, etrafında dolanan keçi ve tavuklarla birlikte kırık dökük karyolaların, bozuk televizyonların, alışveriş arabalarının, eski alet edevatların ve çöp yığınlarının çevrelediği, boyasız, köhne bir evi gösteriyor. Diğer altı gezgin gençle birlikte on bir gün burada çalıştıktan sonra, ernie’nin kendisine ödeme yapmaya niyeti olmadığını fark eden mccandless, çiftlikte bulduğu on vitesli kırmızı bisikleti çalarak chico’ya doğru pedal bastı ve bisikleti kasabadaki alışveriş merkezinin otoparkına bırakıp yoluna devam etti. O günden sonra sürekli olarak hareket halinde olacaktı. Başparmağını kuzeye doğru kaldırdı ve red bluff, weaverville ve willow creek yönünde devam etti.


10 ağustos günü, jan burres ve bob’la (yaşlı hippiler) karşılaşmasından kısa bir süre önce, willow creek yakınlarında bulunan eureka’nın doğusundaki altın madenciliği yapılan bölgede mccandless’a otostop çekmekten ceza kesildi. Memur ikametgah adresini sorduğunda mccandless, ondan beklenmeyecek bir hataya düşüp ebeveynlerinin annandale’deki adresini verdi. Ödenmeyen ceza kağıdı, ağustos sonunda walt ve billie’nin posta kutusundaydı. Chris’in ortadan kayboluşunun ardından aşırı tedirgin bir bekleyiş içine giren walt’la billie, bu esnada çoktan annandale polisiyle bağlantıya geçmiş ancak herhangi bir sonuç elde edememişlerdi. Ceza kağıdı kendilerine ulaştığında çılgına döndüler. Komşularından biri abd savunma bakanlığı istihbarat servisi’nin yöneticisiydi. Walt orduda general olan bu adama gidip akıl danıştı. General, walt’ı hem DIA hem de CIA için sözleşmeli çalışan Peter Kalitka adında özel bir dedektifle tanıştırdı. General, kalitka’nın işinde çok iyi olduğu konusunda walt’ı temin etmişti; chris hayattaysa, kalitka onu bulurdu.


16 ocak günü, mccandless küçük metal konosunu el golfo de santa clara’nın güneydoğusunda bir kumul tepeciğine bırakarak, çölleşmiş sahilden kuzeye yürümeye başladı. Sonraki otuz altı gün boyunca ne kimseleri gördü ne de kimselerle konuştu. Bütün bu süre boyunca, yalnızca iki kilodan biraz fazla pirinç ve o gün deniz ona ne sunmuşsa onunla idare etti. Bu deneyim, daha sonra alaska’da az çok aynı miktarda yiyecekle hayatta kalmayı başarabileceğine inanmasına neden olacaktı. 18 ocak tarihinde yeniden birleşik devletler sınırındaydı. Kimliksiz bir şekilde ülkeye sızmaya çalışırken göçmen bürosu yetkilileri tarafından yakalandı ve kendisini hapisten kurtaracak bir hikaye uyduramadan, geceyi nezarette geçirdi. 28 kalibrelik silahını, çok bağlandığı, güzel colt python’unu göçmen bürosuna kaptırmıştı.


Mccandless sonraki altı haftayı güneybatı’da, en doğuda Houston, en batıda ise pasifik kıyısına dek uzanan bir güzergah üzerinde ilerleyerek geçirdi. Sokaklarla altgeçitleri kontrolleri altında tutan tekinsiz tipler tarafından soyulmamak için, herhangi bir kente girmeden önce daha sonra dönüp almak üzere cebindeki bütün parayı gömerek saklamayı öğrenmişti. Günlük kayıtlarına göre mccandless 3 şubatta bir kimlik edinmek ve bir süre çalışmak için los angeles’a gitti fakat kendini toplum içinde öylesine rahatsız hissetti ki en kısa zamanda yeniden yollara düşmesi gerektiğini anladı. Altı gün sonra, onu arabasına alan genç, alman çift Thomas ve karin’le büyük kanyon’un dibinde kamp yaparken, günlüğüne şunları yazdı: “temmuz 1990’da yola çıkan alex’le bu çocuk aynı kişi olabilir mi? Kötü beslenme ve yol şartları alex’in vücuduna çok zarar verdi. On kilonun üzerinde kaybetti. Ama ruhu kanatlanmış uçuyor.”


Mccandless, mcdonald’s restoranında çalışmak için başvurduğunda, ilginçtir ki kendisini alex değil, chris mccandless olarak tanıttı ve işverenlerine gerçek sosyal güvenlik numarasını verdi. Bu hareketi, aylardır sürdürdüğü gizli yaşamından bir sapmaydı ve ebeveynleri chris’in nerede olduğunu kolaylıkla öğrenebilirdi. Ancak walt ve billie tarafından tutulan özel dedektif bu bilgiyi yakalayamadığı için, bu hareketi bir sonuç doğurmamıştı. Bullhead şehrinde ızgaranın terlediği günlerin iki yıl sonrasında, çalışma arkadaşları chris hakkında çok fazla şey hatırlamıyor. Kilolu, çenesi düşük bir adam olan müdür yardımcısı George dreeszen, “hatırladığım şeylerden biri, çoraplarla ilgili takıntısıydı,” diyor. “ayakkabılarını çorapsız giyerdi. Çorap giymeye katlanamıyordu nedense. Ama mcdonald’s’da çalışanların, ayakkabı ve çoraplarına varana dek bütün kıyafetlerinin düzgün olması gerektiğine dair kesin bir kural vardır. Yani bu kural, ayakkabılarla birlikte çorapları da kapsar. Chris bu kurala uymasına uydu ama mesaisi biter bitmez yaptığı ilk iş çoraplarını çıkarmak oluyordu. Demek istediğim, hakikaten yaptığı ilk iş buydu. Sanırım ona sahip olmadığımızı anlayalım diye yapıyordu bunu. Ama düzgün bir çocuk ve iyi bir çalışandı. Gerçekten güvenebileceğiniz biriydi.”


İkinci müdür yardımcısı lori zarza’nın ise mccandless’a dair farklı bir izlenimi var: “dürüst olmak gerekirse, onu işe almalarına şaşırmıştım. Tamam, işi beceriyordu (arka tarafta hamburger pişiriyordu) ama her zaman aynı yavaş tempoda çalışıyordu, yoğunluğumuzun arttığı öğlen saatlerinde bile. Hızlanması için ne kadar üzerine giderseniz gidin, bu değişmiyordu. Müşteriler kasanın önünde on metrelik bir kuyruk oluşturduğunda bile chris hızlanması için neden saçımı başımı yolduğumu anlayamazdı. Bir şekilde bu bağlantıyı kuramıyordu. Kendi aleminde yaşıyor gibiydi. Ama güvenilir bir çocuktu. İşe aksatmadan geldiğinden onu kovmayı göze alamadılar. Burada saat başına dört dolar yirmi beş sent ödeniyor. Nehrin hemen karşısındaki kumarhanelerde en kötü işe bile saati altı yirmi beşten başladığınızdan, çocukları uzun süre burada tutmak kolay değil. Mesai saatleri sonrasında iş arkadaşlarıyla bir kez olsun takıldığını sanmıyorum. Konuştuğu zamanlarda yalnızca ağaçlardan, doğadan, işte bu tür tuhaf şeylerden bahsederdi. Hepimiz birkaç tahtasının eksik olduğunu düşünürdük.”


Mccandless slabs’e geldiğinde, çölün ortasında büyük bir bitpazarı kurulmuştu. Bu pazarda tezgah açanlardan olan burres (yaşlı hippi), portatif masalar üzerinde ikinci el ucuz eşyalar satıyordu. Mccandless da tezgahın bir kısmını işgal eden karton kapaklı kullanılmış kitapların oluşturduğu geniş koleksiyonla ilgilenmek için gönüllü oldu. “bana çok yardımı dokundu,” diyor burres. “bir yerlere gitmek zorunda kaldığımda benim yerime tezgaha göz kulak oluyordu, bütün kitapları türlerine göre ayırdı ve epey de satış yaptı. Bu işten gerçekten zevk alıyormuş gibiydi. Alex klasiklere düşkündü: Dickens, h.g. wells, mark Twain, jack london. Favori yazarı london’dı. Tezgaha yaklaşan bütün kişileri vahşetin çağrısı’nı okumaları için ikna etmeye çalışırdı.”


Mccandless çocukluk yıllarından beri london’dan çok etkilenmişti. London’ın kapitalist topluma yönelik ateşli suçlamaları, ilkel hayatı yüceltmesi, işçi sınıfını ve halkı savunması; tüm bunlar mccandless’ın tutkularını yansıtmaktaydı. London’ın abartılı alaska ve yukon tasvirlerine çekilen mccandless, vahşetin çağrısı ve beyaz diş romanları ile ateş yakmak, bir kuzey serüveni ve porportuk’un aklı gibi öyküleri defalarca okudu. Bu öykülerden öylesine etkilenmişti ki, bunların kutup bölgesine yakın topraklardaki yabani hayatın gerçeklerinden ziyade, london’ın romantik duyarlılığını yansıtan, hayal gücü ürünü kurgu eserler olduğunu unutmuş gibiydi. Mccandless, london’ın kuzey’de yalnızca tek bir kış geçirdiğini ve kaliforniya’da, kitaplarında savunduğu fikirlerle çok da bağdaşmayan yerleşik bir hayat sürdüğü kendi mülkü olan çiftliğinde kırk yaşında, kontrolünü yitirmiş bir alkolik ve obez olarak intihar ettiği gerçeğini de gönül rahatlığıyla görmezden gelebilmişti.


Slabs’ın sakinleri arasında tracy adında on yedi yaşında bir kız da vardı. Tracy, bir haftalık ziyaretinde mccandless’e aşık oldu. “çok tatlı, küçük bir kızdı,” diyor burres. “karavanları bizimkinden dört araç aşağıda park edilmiş bir çiftin kızıydı. Zavallı tracy, alex’e umutsuz bir aşkla bağlanmıştı. Alex’in niland’da kaldığı zaman boyunca, kızcağız sürekli onun etrafında pervane oldu ve birlikte yürüyüşe çıkmaları için onu ikna edeyim diye başımın etini yiyip durdu. Alex ona karşı nazik davranmıştı ama tracy çok küçüktü. Onu ciddiye almadı. Kızı, en azından bir hafta boyunca süren bir kalp acısıyla bırakıp gitti.”


Mccandless hicreti boyunca karşılaştığı insanlarda kalıcı izler bırakmıştı ve bu insanların çoğu onunla ancak birkaç gün, bir ya da en fazla iki hafta geçirmişti. Fakat hiçbiri bu genç adamdan, yollarının kesiştiği 1992 yılının ocak ayında seksen yaşında olan Ronald Franz kadar güçlü bir şekilde etkilenmemişti. Dinine bağlı bir hıristiyan olan Franz, yaşamının büyük kısmını orduda, şangay ve okinawa’da geçirmişti. 1957’nin yılbaşı gecesinde, karısı ve tek çocuğu sarhoş bir sürücünün neden olduğu trafik kazasında hayatlarını kaybettiğinde, o denizaşırı bir görevdeydi. Franz’ın oğlu o yılın haziran ayında tıp fakültesinden mezun olacaktı. Bu kayıp sonrasında Franz kendini viskiye vurdu.


Altı ay sonra toparlanıp alkolü kesinkes bıraksa da kaybının acısını hiç atlatamadı. Kazanın ardından gelen yıllar içinde, acısını ve yalnızlığını bir parça olsun dindirmek için, okinawalı yoksul çocukları resmi olmayan yollardan evlat edinmeye başladı. 14 çocuğu kanatları altına alan Franz, bu çocuklardan birini philadelphia, diğerini ise japonya’da tıp fakültesine gönderdi. Mccandless’la yolları kesiştiğinde, Franz’ın uzun zamandır uykuda olan ebeveynlik hisleri yeniden canlanmıştı. Genç adamı bir türlü aklından çıkaramıyordu. Çocuk, adının alex olduğunu ve batı virginia’dan geldiğini söylemişti. Nazik, dost canlısı, temiz, pak bir çocuktu. Franz’ın dediğine göre, mccandless’ın yüzünün öfkeyle kararıp ebeveynlerine, politikacılara ya da Amerikan yaşamına özgü ahmaklığa ateş püskürdüğü anlar hiç de az değilmiş. Çocuğun kendisinden uzaklaşmasından çekinen frank, bu türden patlama anlarında ona pek karşılık vermemiş ve genç adamın öfkesinin dinmesini beklemiş.


Nisan ayının ilk günlerinde franz’ın posta kutusuna, üzerinde güney Dakota damgası bulunan uzunca bir mektup geldi; “… Ron, tüm yardımların ve birlikte geçirdiğimiz zaman için sana müteşekkirim. Ayrılmamızın seni çok üzmediğini umuyorum. Birbirimizi yeniden görene değin aradan çok uzun zaman geçmiş olabilir. Ama alaska’dan tek parça dönebilirsem, benden haber alacağına emin olabilirsin. Sana önerdiğim şeyi tekrarlamak istiyorum; yaşam tarzında köklü bir değişiklik yapmalı, daha önce hiç duymadığın ya da yapmakta kararsız kaldığın türden şeylerin tamamını yapmaya başlamalısın. Çoğu insan onları mutsuz eden koşullarda yaşıyor ve gene de bunu değiştirmek için hiçbir şey yapmıyorlar. Çünkü güvenli, rahat, rutin bir hayatta koşullanmış durumdalar. Tüm bunlar huzur veriyor gibi görünse de, insanın içindeki maceracı ruh için kesin olarak çizilmiş bir gelecekten daha yıkıcı bir şey düşünemiyorum. İnsanın yaşama arzusunun özünde macera tutkusu yer alır. Yaşamın keyfi yeni deneyimlerdedir, bu yüzden sürekli değişen bir ufuktan daha büyük keyif olamaz. Her yeni gün yepyeni bir güneşin altında doğabilir. Hayattan daha fazlasını almak istiyorsan, ron, monoton bir güvenlik hissine dair inadını bir kenara bırakıp, sana ilk başta çılgınca gelebilecek bir hayata adım atmalısın. Bu yaşama bir kez alıştıktan sonra, tüm anlamını ve inanılmaz güzelliğini göreceksin.


Şaşırtıcı belki ama seksen yaşındaki bir adam, yirmi dört yaşındaki cüretkar gencin öğütlerini dinledi. Mobilyalarıyla sahip olduğu eşyaların çoğunu depoya kaldırdı, bir gmc duravan satın alıp içini ranza ve kamp malzemeleriyle donattı. Ardından evini terk etti ve bajada’da kamp kurdu. Franz ilk olarak mccandless’ın kaplıcaların hemen yukarısındaki kamp yerine yerleşti. Kamyoneti için kayalardan bir park yeri yaptı; kendisine yaşam alanı oluşturmak amacıyla kampının etrafını hintinciri ve indigo çalılıklarından temizledi. Bundan sonra tek yapacağı, geçip giden günler boyunca genç dostunun dönmesini beklemek olacaktı.


Ronald Franz (bu arada gerçek ismi bu değil, kendi isteği doğrultusunda filmde ve kitapta bu isimle anılıyor), seksen yaşını devirmiş ve iki kalp krizi atlatmış bir adama göre oldukça zinde görünüyor. Neredeyse bir seksenlik boyu, kalın kolları ve geniş göğsüyle omuzları yukarıda, dimdik duruyor. Kulakları yüz hatlarına oranla oldukça büyük; tıpkı yamru yumru kocaman elleri gibi. Çöldeki kampına gidip kendini tanıttığımda, üzerinde eski bir kot, tertemiz bir tişört, kendi yaptığı süslü, deri bir kemer, beyaz çoraplar ve siyah makosenler vardı. Yaşını ele veren tek şey kaşlarının üzerindeki kırışıklıklar. Genç dostunun ölümünden bir yıl sonra, artık mavi gözleri dünyaya ihtiyatla bakıyor. Yaşlı adam, mccandless’dan ayrıldıktan sonra sekiz aydan daha uzun süre boyunca sırt çantasıyla ortaya çıkacak bir delikanlı görmeyi umut ederek, kurduğu kampta sabırla alex’in yolunu gözledi. 1992’nin son haftası, noel’den bir sonraki gün, postalarını kontrol etmek için salton city’ye dönerken kamyonetine iki otostopçu aldı. “çocuklardan birinin mississippi’den olduğunu sanıyorum, diğeri ise yerliydi,” diye hatırlıyor Franz. “kaplıcaların yakınından geçerken onlara arkadaşım alex’ten ve alaska serüveninden bahsetmeye başlamıştım.”


Yerli genç birden franz’ın sözünü kesti: “adı alex mccandless mıydı?”, “evet, doğru. Demek onu tanıyorsunuz.”, “size bunu söylediğim için çok üzgünüm bayım ama arkadaşınız öldü. Tundralarda donarak ölmüş. Daha geçen gün outdoor dergisinde okudum.” Şoka giren Franz, otostopçu çocuğu uzun uzun sorguya çekti. Detaylar tutuyor, çocuk doğru söylüyordu. Bir şeyler fena halde ters gitmiş olmalıydı. Mccandless bir daha asla dönmeyecekti. “alex, alaska’ya gitmek için yanından ayrıldığında onun için çok dua ettim. Tanrı’ya bu çocuğu koruması için yalvardım; özel biri olduğunu anlatıp durdum. Ama alex’in ölmesine müsaade etti. Bu yüzden, 26 aralık günü olanları öğrendiğimde, tanrı’dan tümüyle vazgeçtim. Kiliseden ayrıldım ve ateist oldum. Alex gibi bir çocuğun başına gelen korkunç şeylere göz yumacak bir tanrı’ya inanamazdım. Otostopçu çocukları indirdikten sonra, direksiyonu kırarak markete gittim ve bir şişe viski aldım. Ardından çöle dönüp şişeyi kafama diktim. Uzun yıllardır içki içmediğimden viski beni hasta etti. Beni öldürmesini istedim ama olmadı. Yalnızca çok ama çok hasta etti.”


“Yaratıcı insanların olgun kişisel ilişkiler kurmakta başarısız olduğu doğrudur; bazıları da aşırı münzevi bir hayat sürer. Bazı durumlarda, erken bir ayrılığın ya da ciddi bir kaybın ardından baş gösteren travmanın, yaratıcılık potansiyeline sahip insanı kişiliğinin farklı cephelerini geliştirmeye yönelttiği de doğrudur ve bu gelişme göreceli bir tecritle sonuçlanabilir. Fakat bu, münzeviliğin ya da yaratıcılığa dönük arayışların patolojik olduğu anlamına gelmez. Kaçınma davranışı, çocuğu davranışsal düzensizlikten korumak için tasarlanmış bir tepkidir. Bu kavramı yetişkin hayata aktaracak olursak, kaçınma davranışı içinde bulunan çocuğun öncelikli ihtiyacının hayatta bir tür anlam ve düzen bulmak olduğunu ve bunu, tamamen ya da kısmen, insan ilişkilerine dayandırmayacak bir yetişkine dönüşebileceğini de görürüz.” Anthony storr-yalnızlık: kişinin kendine dönüşü


Lise yıllarında chris mccandless karşı cinsten iki ya da üç kişiyle yakın ilişki kurmuştu. Carine bir gece chris’in eve sarhoş halde geldiğini ve bir kızı yatak odasına çıkarmaya çalıştığını anımsıyor. Merdivenlerde çok fazla gürültü yaptıkları için billie uyanmış ve kızı evine yollamıştı. Ergenlik yıllarında faal bir cinsel hayatı olduğuna dair çok az kanıt olmasının yanında, liseden mezun olduktan sonra herhangi bir kadınla yatıp yatmadığına dair bir şey bilinmiyor (bu noktada, bir erkekle cinsel yakınlık kurup kurmadığına dair ipucu da yok). Görünen o ki, her ne kadar kadınlara yakınlık duysa da mccandless neredeyse ya da bütünüyle bakirdi. Bir keşiş kadar saf kalmıştı.


Cinsel ve ahlaki saflık, mccandless’ın üzerinde çok fazla durduğu bir konuydu. Hayata gözlerini yumduğu otobüste bulunan kitaplardan biri, dünya nimetlerinden elini eteğini çekmiş bir asilzadenin “bedenin isteklerini” reddini anlatan tolstoy’un kroyçer sonat’ıydı. Köşesi kıvrılmış sayfalar boyunca, öyküde birkaç pasajın altı çizilmiş, sayfa kenarındaki boşluklara kendine özgü el yazısıyla şifreli notlar eklenmişti. Thoreau’nun walden kitabında da, “yüksek prensipler” başlıklı bölümde bulunan, “iffet, insanın çiçek açmasıdır; deha, kahramanlık, kutsallık ve benzeri kavramların tümü, bu saflığın ardından oluşan farklı meyvelerdir,” cümlesinin etrafı çizilmişti.


Mccandless’ın görünüşteki cinsel masumiyeti, kültürümüzün saygı duyuyormuş gibi göründüğü bir kişilik tipinin sonucudur; en azından daha ünlü örnekleri için bu geçerlidir. Chris’in cinselliğe yönelik kayıtsızlığı, haklarında daha az şey bildiğimiz ya da hiç tanımadığımız sayısız hacı, kaşif, tutunamayan, maceracı bir kenara, saplantılı bir tutku doğrultusunda kendilerini yabani bir hayata ve doğaya adamış birçok ünlü ismi akla getirmektedir. Bu isimlerin arasında öne çıkanlar, hayatı boyunca bakir kalmış thoreau ve doğabilimci john muir’dir. Yaban hayatın baştan çıkardığı diğer insanlar gibi, mccandless’ın da cinsel arzular yerine bir dizi farklı ihtirasa yöneldiği anlaşılıyor. Mccandless’ın duyduğu hasretler, bir anlamda, insan temasıyla doyurulamayacak ölçüde güçlüydü. Kadınların sunduklarıyla ayartılabilirdi belki. Fakat bu arzular doğa ve kozmosun kendisiyle olan fırtınalı ilişkisi yanında sönük kalmıştı. Ve böylece kuzeye, alaska’ya sürüklenmişti.


Outside dergisinde chris’in öyküsü yayınlanınca olumlu ve olumsuz pek çok eleştiri geldi. Pek çok insan chris’e saygı duyarken pek çoğu da adeta sinir küpüne dönüyordu. En acımasız eleştiri ise, kutup çizgisi’nin kuzeyinde, kobuk nehri üzerindeki küçük bir inupiat köyü (Eskimo) olan ambler’den yollanmış uzun mektubun yazarından geldi. Mektubun sahibi, Washington d.c.’den kuzey’e gitmiş bir yazar ve öğretmen olan nick jans’tı. Saatin gecenin biri olduğunu ve çoktan bir şişe seagram’s’ı devirdiğini söyleyerek uyarıda bulunan jans şöyle devam ediyordu:


“Son 15 yıl içinde buralarda mccandless tipinde birkaç kişiyle karşılaştım. Hikaye hep aynı: kendilerini olduklarından daha üstün sanan idealistik ve enerjik genç adamlar, yabani hayatın zorluklarını hafife alarak başlarını ciddi belaya sokuyorlar. Mccandless’ın türünün tek örneği olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz; bu eyalette her zaman böyle takılan genç adamlar olduğuna sizi temin edebilirim. Hatta bu tiplerden o kadar çok var ki, neredeyse klişeleştiler. Mccandless’ın tek farkı, ölmüş olması ve şapşallık öyküsünün medyaya sıçraması. (jack london “ateş yakmak” öyküsünde bunu olduğu gibi ortaya koymuştu. Sonuçta mccandless, tavsiye ve uyarılara kulak asmayacak kadar kibirli olduğundan london’ın bu topraklarda donarak ölen kahramanının komik bir yirminci yüzyıl taklidinden başka bir şey değil) Ölümüne yol açan şey, bir pusula ve izci rehberiyle kolaylıkla bertaraf edebileceği cehaletidir. Bu yüzden, her ne kadar ebeveynleri için üzülüyor olsam da, ona yönelik en ufak bir sempati beslemiyorum. Bu türden dikbaşlı bir cehalet, yabani topraklara karşı saygısızlık anlamına geldiği gibi, çelişkili bir şekilde, exxon valdes faciasıyla sonuçlanan küstahlığın bir benzerini de gözler önüne seriyor. Yeterince hazırlıklı olmayan ve kendilerine aşırı güvenen adamların faciaya davetiye çıkardığı olaylara bir örnek daha. Çünkü tabiata karşı gerekli düzeyde tevazuya sahip değiller. Tek fark olayların büyüklüğü. Mccandless’ın yapmacık çileciliği ve sahte entelektüel duruşu hatasının düzeyini düşürmek yerine yükseltmiş gibi görünüyor. Kartpostalları, notları, günlükleri bütün bunlar ortalamanın üzerinde, aşırı duygusal bir liselinin elinden çıkmış gibi, yoksa kaçırdığım bir nokta mı var?”


Bölgede daha önce benzer bir mücadele veren gene rosselini’ye de değinmek gerek. Rosselini bitki kökleri, yumuşakçalar ve deniz yosunu ile beslendi. Mızrak ve kapanlar yardımıyla avlandı. Kendi elinden çıkma bez kıyafetler giydi ve zorlu kış şartlarına dayandı. Yaşadığı güçlüklerden keyif alıyor gibiydi. Hippi koyu’nun yukarısındaki evi, testere ya da balta gibi aletlerden yararlanmadan inşa ettiği, penceresiz, harap bir kulübeydi. Rosselini’nin deneyi on yılı aşkın bir süre boyunca devam etti. Fakat en sonunda, bütün bu dönemi şekillendiren sorunun cevaplandığını hissetti. Bir arkadaşına yazdığı mektupta şöyle diyordu: “yetişkin hayatıma, taş devri insanı haline gelmenin mümkün olabileceğine dair bir hipotezle başladım. 30 yıldan daha uzun bir süre boyunca kendimi bunun için hazırladım. Bu zaman diliminin son 10 yılında, taş devri’nin fiziksel, zihinsel ve duygusal gerçekliğini tam anlamıyla deneyimlediğimi söyleyebilirim. Ama Budist bir ifadeyle, en sonunda saf gerçeklikle yüz yüze kaldığım bir an yaşadım. Öğrendiğim şey, bildiğimiz haliyle insanoğlunun yabanda yaşamasının hiçbir şekilde imkan dahilinde olmadığı oldu.”


Chris herkesi tam olarak aynı kıstaslarla değerlendirmiyordu. Hayatının son iki yılında büyük saygı gösterdiği insanlardan biri ağır bir alkolik ve sürekli olarak kız arkadaşlarını döven, iflah olmaz bir zamparaydı. Chris, bu adamın hatalarının farkında olduğu halde gene de onu mazur görebildi. Yeri geldiğinde, edebi kahramanlarını da affetmiş ya da noksanlarını görmezden gelebilmişti. Jack london adı çıkmış bir alkolikti. Tolstoy ise cinsellikten uzak durmaya yönelik ateşli söylevlerine rağmen, genç bir adamken coşkulu bir seks düşkünüydü ve bilindiği kadarıyla on üç çocuğun babasıydı. Bu çocuklardan bazıları, tenkit ustası kontumuz kitaplarında cinselliğin şeytani yönlerine sayıp dökerken doğmuştu.


Mccandless otobüsü bulduğuna çok sevinmişti. (bu arada filmde chris'i otobüsü bulmadan önce son noktaya kadar arabayla getiren adam, chris'i canlı gören son insan ve filmde oynayan adam gerçekten de son gören kişi, yani adam kendini oynamış filmde)  Kırık camlardan birini örten sararıp solmuş kontrplağın üzerine coşkulu bağımsızlık bildirgesini kazıdı: “iki yıldır dünyayı dolaşıyor. Telefon yok, havuz yok, evcil hayvan yok, sigara yok. En üst düzeyde özgürlük. Aşırı uçlarda birisi. Evi yollar olan güzellik düşkünü bir gezgin. Bir daha geri dönmemek üzere atlanta’dan kaçtı çünkü “batı en iyisi”. Ve şimdi, iki başıboş yılın ardından, son ve en büyük macera geldi çattı. İçindeki sahte benliği öldürmek ve ruhsal devrimini zaferle sonuçlandırmak için son çarpışması. Yük trenlerinde ve otostopla on gün on gece süren yolculuğu onu kuzeyin görkemli beyazlığına getirdi. Yakasını kurtardığı medeniyet onu daha fazla zehirleyemeyecek. Artık yabanda yitmek için yürüyor.” Alexander süperberduş-mayıs 1992


Helikopter gürültülü bir şekilde zemine iniyor, pilot motoru durduruyor ve kumluk alana ayak basıyoruz. Kısa bir süre sonra, pervanesinin yarattığı siklonla helikopter yeniden havalanarak bizleri etrafımızı saran etkileyici sessizliğin ortasında bırakıyor. Otobüse on metre mesafede duran walt ve billie, hiç konuşmadan, çevreye aykırı bir görünüme sahip otobüse bakıyorlar. Yakınlardaki bir kavak ağacında üç alakarga çene çalıyor. “düşündüğümden daha küçükmüş,” diyor billie en sonunda. “yani, otobüs.” Ardından bakışlarını etrafında gezdiriyor. “ne kadar güzel bir yer. Büyüdüğüm yeri nasıl da hatırlatıyor. Ah, walt, yukarı yarımada gibi, değil mi? Eminim chris burada olmaktan çok mutluydu.”


“Alaska’dan hoşlanmamak için yeterince nedenim var, tamam mı?” diyerek kaşlarını çatıyor walt. “ama hakkını vermek lazım. Buranın çarpıcı bir güzelliği var. Chris’i kendine çeken şeyin ne olduğunu görebiliyorum.” Walt ve billie sonraki otuz dakika boyunca külüstür aracın etrafında dolanıyor. Sushana nehri’ne yürüyor ve yakınlardaki ormanlık alanı geziyorlar. Otobüse ilk giren billie oluyor. Walt nehirden döndüğünde, karısını chris’in hayata gözlerini yumduğu şiltenin üzerinde oturmuş aracın içinde göz gezdirirken buluyor. Billie uzun süre boyunca oğlunun ocağın altında duran botlarına, duvarlardaki yazılarına, diş fırçasına bakıyor. Ama bugün gözyaşı yok. Tezgahın karmaşası içinde, dikkat çekici çiçekli bir motifin işlendiği kaşığı inceliyor. “walt, şuna baksana. Annandale’deki evimizde kullandığımız gümüş çatal-bıçak takımına ait bu.”


Otobüsün önünde, billie chris’in yamanmış kotlarından birini eline alıp gözlerini kapatıyor ve pantolonunu yüzüne bastırıyor. Acı dolu bir gülümsemeyle, “koklasana,” diyor kocasına. “hala chris’in kokusunu taşıyor.” Uzunca bir zamanın ardından, ikimizden ziyade kendi kendine şöyle diyor: “ölüme karşı çok cesur ve güçlü durmuş olmalı.” Billie ve walt otobüsün içinde ve dışında iki saat geçiriyor. Walt kapının hemen üzerine bir andaç asıyor; üzerinde birkaç sözcüğün yazılı olduğu basit, pirinç bir plaka bu. Billie plakanın altına yakıout, bıldırcınotu, kandil çiçeği ve alaçam dallarından bir buket hazırlıyor. Otobüsün arka kısmındaki yatağın altına ilkyardım malzemeleri, konserve yiyecekler ve zor durumda kalan birinin hayatta kalmasını sağlayacak diğer erzaklarla doldurulmuş bir çanta bırakıyor. Çantada bir not var: “ilk fırsatta ailenizi arayın.” Billie çantanın içine, çocukluğunda chris’in sahip olduğu incil’i de yerleştirirken ekliyor: “onu kaybettiğimizden beri hiç dua etmedim.”


Dalgın bir havada olan walt çok az konuşsa da, son günlere nazaran daha rahat görünüyor. Otobüsü gösterip, “buna nasıl tepki vereceğimi hiç bilmiyordum,” diyerek itirafta bulunuyor sonunda. “ama şimdi burada olduğuma memnunum.” Dediğine göre bu kısa ziyaret, oğlunun neden bu topraklara geldiğini biraz daha iyi anlamasına yol açmış. Chris’le ilgili olarak halen aklını kurcalayan çok şey olduğunu kabul ediyor, bu her zaman da böyle olacak. Ama şimdi kendini normalde olduğundan daha az şaşkın hissediyor. Ve bu küçük avuntu için minnettar.


“Chris’in ölmeden önce burada olduğunu bilmek içimi rahatlatıyor,” diyor billie. “nehrin kıyısında zaman geçirdiğini, hemen şurada durduğunu bilmek… son üç yıl içinde çok fazla seyahat ettik ve gittiğimiz her yerde acaba chris orada mı diye düşündük. Bunu bilememek korkunç bir şeydi. Hiçbir şey bilememek…” “bir çok insan yapmaya çalıştığı şey yüzünden chris’i takdir ettiğini söylüyor. Şimdi hayatta olsaydı, onlara katılabilirdim. Ama artık hayatta değil ve onu geri getirmenin hiçbir yolu yok. Bunu düzeltemezsiniz. Belki birçok şeyi düzeltebilirsiniz ama bunu değil. Hiç böylesine bir acı yaşadınız mı bilmiyorum. Chris’in artık yaşamadığı gerçeği, her gün yenilenen, çok keskin bir acı veriyor bana. Gerçekten çok zor. Bazı günler diğerlerinden daha iyi geçse de hayatımın geri kalanı boyunca hep zor olacak.”


Sessizlik, helikopterin birdenbire duyulan ağır gürültüsüyle yırtılıyor; araç helezonlar çizerek bulutların arasından alçalıyor ve yakıotlarının üzerine iniyor. Helikoptere biniyoruz, yeniden yükselen araç burnunu kırarak güneydoğu yönüne dönmeden önce havada asılı duruyor. Bodur ağaçların içinde yatan otobüsün tavanı, bir süreliğine yabani yeşilliğin ortasında beyaz bir ışıltı olarak kalıyor, sonra küçülüyor, küçülüyor ve en sonunda tamamen yok olup gidiyor.”


Ailesinin isteği üzerine, kitabın satışlarından elde edilecek gelirlerin yüzde yirmilik kısmı, chris mccandless adına verilen eğitim bursu için ayrılmış. Ailesi bu amaç uğruna daha önceden bir şeyler yapsaydı belki chris intihar etmeyecekti. Toplumdan kaçacaktı belki yine ama muhtemelen kendini kolay kolay ölüme terk etmezdi. Bir amaç uğruna yaşayan insanların enerjilerini, yaşama tutunma güçlerini hiç kaybetmedikleri söylenir. Chris’i, Mehmet pişkin’i, köylü ekrem’i, askerlik arkadaşım gürkan’ı ve belki bir gün beni bu kadar toplumdan soğutan, amaçsız bırakan sebepleri bence sizler de düşünmelisiniz. Çünkü içinde yaşadığımız dünya artık çok ruhsuz olmaya başladı. 





 Into the wild film eleştirisi...