22 Şubat 2022 Salı

Divorce Iranian Style (1998)

 

imdb

İran usulü boşanma belgesel-filmini İranlı Ziba Mir-Hosseini ve İngiliz Kim Longinotto beraber yönetmişler. Senaryo ve kurgu ise Ziba Mir- Hosseini’ye ait. Belgeselin "Bafta Belgesel Ödülü" kazandığını da vurgulayalım. Belgeselimiz çekimindeki zorluklar, İslam cumhuriyetinde kadının boşanma sürecinde ve aile yaşamındaki rolü ve biraz da önyargılı olduğumuz İran toplumu ile İran insanını kısıtlı da olsa resmetmesi açısından değerli bir yapıt bence.


İran örneği söz konusu olduğu vakit, Batılıların ekseri çoğunluğu İran aile yaşamına dair bilgi ihtiyacını “Kızım Olmadan Asla” adlı kitabı ve uyarlama filmiyle (Brian Gilbert, 1991) Batı'da geniş bir izleyici kitlesine ulaşmış olan Betty Mahmudi benzeri yazarların anlatıları üzerinden karşılamaktadır. Bahis konusu öyküde de aileler ve evliliklerin yıkılmasıyla arada kalan çocukların akıbetleri konu edilmiştir, sıradan insanlar bu evrensel temalarla rahatça ilişkiye geçebildikleri gibi bir yandan da İran aile yaşantısının karmaşık gerçekliğinin tek yanlı bir portresine tanıklık etmişlerdir. Alternatif tek bir anlatı ortaya konmamış olmasından ötürü de bu tek yanlı portre varlığını muhafaza edebilmiştir. Bu belgesel filmle eğer tüm İran toplumu bilgi dağarcığınız, Kızım olmadan asla tarzı şiddetli rejim karşıtı eserlerle oluştuysa değişebilir. Ben belgeseldeki yaşamlara bir hayli şaşırmıştım.


İran sineması deyince konuşacak elbette çok şey var ileride mutlaka daha fazla değineceğim. İran sinemasının ben de çok önemli bir yeri olduğunu vurgulamalıyım. Aralarında Mehrcuyi, Mahmelbaf, Kiyarüstemi, Beni-İtimad, Mecidi, Milani, Beyzayi, Farhadi gibi yönetmenleri tanıdıkça ve dünyalarına girdikçe gerçekten hem huzur buldum hem de saf dramı tattım. Dünya sinemasında pek çok dram deneyimledim ama en saf hallerinden bazılarına İran sinemasında denk geldim. (salt duygu sömürüsü tercih etseydim Hint filmleri yeterli olurdu muhtemelen). Ve bazı önyargılarımı kırabildiğim için de özellikle Mahmelbaf’a şükranlarımı belirtmeliyim. Mahmelbaf’ın ideolojik seçimlerimden ötürü filmlerini inanılmaz önyargılı izlemiştim ama hayatını ve kitaplarını tanıdıkça önyargımın bana ne kadar zarar verdiğini bir kez daha anladım. Farklı insanlar, coğrafyalar ve zamanlar… Aynılarını yaşamadan yorum yapmak çok yanlıştı. İleride mutlaka Mahmelbaf’ın da dünyasına gireceğiz burada.

Kamera önünde oldukları için mi bilinmez ciddi bir tartışma ortamına gebe bir konuda özellikle erkeklerin gayet naif bir havada olmalarına şaşırıyoruz. Ziba’nın hakime bir kızın yasal evlenme yaşı nedir dedikten sonra hakimin ergenlikten sonrası yani 9 yaşından sonrası demesi ve genç kızın çaresizliği gerçekten iç burkucu ama iki ailenin istişare yaptığı ev içi sahnelerde kızımızın hakkını sonuna kadar araması, iki ailenin gayet ılımlı konuşmaları (kamera etkili olmuş olabilir) ve Ziba ile konuşan hakimin de genel anlamda olgunluk abidesi gibi bir şey çıkmasına gerçekten çok şaşırmıştım. Belgesele konu olan kadınların ara ara kameraya dönüp karşı tarafı şikayet edercesine konuşmaları (bazı defa erkek tarafının bile), menfaatlerini gözeterek fısıldamaları (özellikle Ziba’nın) bazen de kendilerini tutamayıp gülmeleri (özellikle Cemile) bu belgeseli benim gözümde çok değerli bir eser haline getiriyor. Favori karakterim ise tartışmasız Cemile.

Ziba Mir-Hosseini, islam hukuku, toplumsal cinsiyet, aile ve kırsal kalkınma gibi Orta Doğu meseleleri alanında uzman bağımsız bir araştırmacı ve yazar. Çektiği film sayısı sınırlı olsa da bu belgeselinin o dönem için devrim niteliğinde olduğu da bir gerçek. Şu sıralar kendisi Londra Üniversitesi Şark ve Afrika Araştırmaları Okulu Yakın ve Orta Doğu Merkezi’nde araştırma görevlisi olması lazım. Belgeselin öncesinde Kim ile tanışmasından belgeselin çekiminde yaşanılan zorluklara ve heyecanlara dair verilere kendi yazdığı “İran’da cinsiyet politikasının müzakeresi: bir belgeselin etnografisi” makalesinden ulaşabilirsiniz:


“Şeriat hukukunun Tahran'daki aile mahkemelerinde işleyişini konu alan bir film yapma fikri, ilk kez 1996 yılında bir dostumun beni belgesel film yapımcısı Kim Longinotto’yla tanıştırmasıyla ortaya çıktı. Longinotto'yla birlikteliğimiz sırasında, Batı medyasında Müslüman dünyası hakkında hakim olan basmakalıp tasvirlerden yana aynı rahatsızlıktan mustarip olduğumuzu keşfetmiş bulunduk. Kim'in Mısırlı kadınları konu alan filmini izlemiş ve beğenmiştim (Gizli Yüzler, 1991). Güncel hadiseleri konu alan TV belgesellerinde üretilen görüntülerle Kiyarüstemi gibi İranlı kurgu film yapımcılarının eserlerinde yer alan görüntüler arasındaki tezatın yaratmış olduğu şaşkınlıkla, Kim de bir süreden beri İran'da bir film çekme niyetindeymiş. İlk gruba ait yapımlarda İran bir fanatikler diyarı olarak resmedilirken, ikinci gruba ait yapımlardaysa daha incelikli, daha şiirsel bir kültür ve halk temsili göze çarpmaktadır. Kim'e göre, “Belgesellerin ve kurgunun aynı mekanı konu alması insanın aklının ucundan dahi geçmez"di. 1980'lerdeki Tahran aile mahkemeleri üzerine araştırmam üzerine konuştuk ve kendisine Evlilik Yargılanıyor’un bir kopyasını verdim.


Mart 1996 ile Nisan 1998 tarihleri arasında, Britanyalı bağımsız film yapımcısı Kim Longinotto’yla birlikte İran Usulü Boşanma adlı belgesel filmi çektik. Film, İslam'da aile hukuku üzerine etnografik bir çalışma olan “Evlilik Yargılanıyor” isimli kitabımdan uyarlandı.  80 dakikalık filmin hemen hemen tamamı Tahran'ın merkezindeki küçük bir mahkeme salonunda geçiyor. Filmde dört adet ana karakter yer alıyor: eşlik görevlerini yerine getiremeyen kocasından boşanmak isteyen Massi, 38 yaşındaki kocasına ve onun ailesine gururla karşı duran 16 yaşındaki cüretkar Ziba, ders olsun diye kocasını mahkemeye vermiş olan Cemile ve yeniden evlenip iki kızının velayetini üzerine geçirmek için çabalayan Meryem. İlk film yapımcılığı denemem olan bu belgesel boyunca yalnızca izin ve kabul edilme hususlarında İranlı yetkililerle değil, aynı zamanda kendimle de uzun uzadıya bir müzakere süreci geçirdim. Şahsi, ahlaki ve mesleki ikilemlerin yanı sıra, antropolojik anlatıların temsili ve üretimine dönük teorik ve metodolojik meselelerin de üstesinden gelebilmek durumunda kaldım. Filmin ana fikri, kaçınılmaz olarak, bir yandan bireylerin özel yaşamlarının kamusal bir alanda teşhirini, bir yandan da İslam hukukunda kadının konumu gibi İslamcılarla feministleri iki kampa bölen ciddi bir meselenin irdelenmesini beraberinde getirdi.”

Kasım ayının ortasında bir vakit, Şii teşkilat, Hz. Muhammed'in kızı Fatima'nın doğumunu kutlama vesilesiyle bir toplantı tertipledi; baş konuşmacılar arasında, yönetici elitle yakın bağlarıyla İran'ın en nüfuzlu iki kadın teşkilatının liderleri olan Zehra Mustafavi ve Fatime Haşimi de yer almaktaydı. Ayetullah Humeyni'nin kızı Mustafavi, İslam Cumhuriyeti Kadın Cemiyeti'nin; dönemin İran Başkanı Rafsancani'nin kızı Haşemi ise Dışişleri Bakanlığı Kadın Bürosu'nun ve İran Kadın Dayanışma Derneği'nin lideri konumundaydılar. Toplantının ardından, büyükelçiliğin bizim için düzenlediği görüşmelerde her iki kadınla da görüş alışverişinde bulunma olanağı bulduk.

Haşimi'yle gerek görünüşüyle gerekse de dile getirdiği görüşleriyle moderniteyle dindarlığı harmanladığı basın toplantısının ardından konuştuk. Kim'le ben, sergilediği performanstan ve sorulara verdiği cevaplardan adeta büyülendik. Bana, araştırmamdan Oxford'dayken haberdar olduğunu ve projemizin övgüye değer olduğunu, ancak tema seçimimizi fazlasıyla cüretkar bulduğunu söyledi. Temamızı değiştirmememiz durumunda film için izin alabilmemizin mümkün olmadığını, derneğiyle ilişkiye geçmemizi hoş karşılamayacağını, zaten bunun da bize bir yararının olmayacağını kibar ve diplomatik bir dille belirtti. Yine de bize kartını verdi ve şubat ayında derneğinin tertipleyeceği kadın ve sinema konulu bir konferansa bizi davet edeceğini söyledi.

Mustafavi'yle görüşmemizdeyse bakış açımızı izaha muvaffak olamadık. Kendisiyle büyükelçilik konutunda randevumuz olduğunu sanarken büyükelçiliğe vardığımızda bir grup kadına resepsiyon verdiğini gördük. Mahcup ve davetsiz misafir durumuna düştük. Resepsiyona buyur edilmeyip beklemek üzere ayrı bir odaya alındık. Aradan bir süre geçtikten sonra Mustafavi yanında asistanı olduğunu sandığım genç bir kadınla birlikte çıkageldi ve bir yanlış anlaşılma olduğunu, bizimle daha erken bir vakitte diğer binada görüşmeyi umduğunu söyledi. Verdiğimiz rahatsızlıktan ötürü özür diledim ve bize tamı tamına bu saatte burada bulunmamız söylendiğini ekledim. Teklifimizin Farsça metnini uzattım ve izin alabilmek için yardım talebinde bulundum. Farklılıklardan ziyade müşterek beşeri değerleri resmetme niyetinde olduğumuza vurgu yapmak suretiyle filmimizin ve yaklaşımımızın ana hatlarını çizmeye çalıştım. Benim İranlı ve antropolog olmam, Kim’in de tecrübeli bir film yapımcısı olması, ikimizin de yaşamlarımızı ve mesleklerimizi farklı kültürel ortamlar içerisinde sürdürmüş olmamız itibariyle geniş bir seyirci kitlesine hitap edecek bir film yapabilmek için gereken her türlü niteliğe haiz bir konumda olduğumuzu belirttim. Fakat ne hedefimiz ne de hususiyetlerimiz Mustafavi'yi ikna etmiş gözüktü. Antropolojiye Kuran menşeli yaklaşımından -mukayeseli bir kültür incelemesinden ziyade, insan tabiatını incelemesi gerektiği- bahsetti ve “çok kereler sırtımızdan hançerlendik” diyerek, Batı dünyasının ve Batı medyasının içtenliğinden yana duyduğu kuşkuları dile getirdi. Bana hitaben, yurtdışında fazlasıyla uzun bir süre yaşamış bulunduğumu ve kendi kültürümle irtibatımı yitirmiş olduğumu öne sürdü. Mustafavi'nin bu kanaatine şiddetle karşı çıkarak Müslüman ve İranlı kimliğimi savundum ve kültür incelemesinin benim alanıma girdiğini, İran ve Fas'ın muhtelif yörelerinde araştırmalar yürütmüş olduğumu, bir BM teşkilatının İran'ın muhtelif yörelerinde yürütmüş olduğu çok sayıda misyona danışman olarak iştirak etmiş bulunduğumu ve İranlı bir teşkilatla işbirliğine geçmenin projeye faydasının dokunacağı ve bunun da her iki tarafın yararına olacağı düşüncesiyle kendisiyle irtibata geçtiğimizi dile getirdim. Bize, teklifimizi başında bulunduğu Kadın Cemiyeti'nin takdirine sunacağını söyledi ve beni neticeden haberdar edeceğine söz verdi. Ancak kendisinden bir daha haber alamadık.

Tahran gibi nüfusu 10 milyonu aşkın bir şehirde hiçbir mahkemenin bir başına manzaranın bütününü yansıtamayacağının farkındaydık ve filme sosyolojik bir gözlem havası katmak gibi bir amacımız da yoktu. Bizim niyetimiz, öykünün seyrini karakterler üzerinde yoğunlaşarak geliştirmekti. Şunu da biliyorduk ki projemiz büyük ölçüde yargıcın ve mahkeme personelinin iyi niyetine bağlıydı, dolayısıyla da önemli olan bize hoşgörüyle bakacak, projemizi anlayışla karşılayıp onun bir parçası olmayı benimseyecek bir mahkemede çalışabilmekti.

En nihayet, içlerinde en büyüğü olan, Tahran'ın merkezinde, Pazar yanında yer alan İmam Humeyni Adliye Sarayı'na yerleştik. İçerisinde Halkla İlişkiler Dairesi'nin de aralarında bulunduğu birkaç Adalet Bakanlığı dairesiyle 33 tane de Umumi Mahkeme yer alıyordu. İki mahkeme aile davalarına bakıyordu ve her ikisinin başında da din adamı yargıçlar vardı: Yargıç Deldar yalnızca öğlene kadarki davalara bakarken, Yargıç Mehdavi’yse öğleden sonraki davalara bakıyordu. Her iki yargıçla da görüştürüldük ve her ikisi de mahkeme salonlarında çekim yapabilmemize olur verdi.

Yargıç Mehdavi'yi 1980'lerdeki saha çalışmamdan tanıyordum; Devrimden hemen sonrasından 1994'te Umumi Mahkemeler kurulana dek iş görmüş olan Hususi Medeni Mahkemeler'in başındaydı. İlk başlarda her öğleden sonra onun mahkeme salonunda çekim yaparken, çok geçmeden, daha ilgi çekici bulduğumuz Yargıç Deldar'ın salonunu mesken tuttuk. Yargıç Mehdavi sadece tek celselik anlaşmalı -her iki tarafın önceden uzlaşarak açtıkları, boşanma davalarına baktığından fazlaca bir müzakere yaşanmıyordu. Görülen davalarda sıklıkla tek tip bir süreç izleniyor ve çiftler evliliklerinin sona ermesine yol açan sebepleri nadiren dile getiriyorlardı. Buna karşılık, Yargıç Deldar her türlü ailevi ihtilafa bakıyordu; bu sayede de daha farklı hikâyeler dinleyebilme ve kendiliğinden daha açık bir ortam gözlemleyebilme olanağına sahip oluyorduk. Mahkemenin personeli de kendi başlarına göz alıcı karakterlerdi; bilhassa da mahkeme sekreteri Mahir Hanım aynı branşta 20 yıldır çalışmaktaydı. Projemize vakıf olabilmiş, fevkalade yetkin bir kadındı ve kızı Paniz'le birlikte çok geçmeden filmin vazgeçilmez parçaları haline geldiler. Yargıç Deldar, mahkemesinde hoşgörülü ve insani bir yönetim gösteren, kimliğine ve inancına sıkı sıkıya bağlı dindar biriydi ve film ekibi olarak kendisini rahatsız etmemeye bilhassa özen gösterdik. Bir hafta sonra mahkeme salonunun demirbaşları haline gelivermiştik.

Rızası olmayan kimseyi filme çekmedik. Her sabah erkenden Mahir Hanım'ın defterini gözden geçirip, o gün hangi davaların görüleceğini öğreniyordum; her yeni dava öncesinde, taraflarla koridorda görüşüyor, kendimizi tanıtıyor, filmimiz hakkında bilgi veriyor ve filmimizde yer almak isteyip istemediklerini soruyordum. Bir kısmı razı geliyor, kalanlarsa reddediyorlardı. Şaşırtıcı gelmeyebilir, kadınların çoğunluğu projemizi hoş karşıladılar ve filme alınmayı kabul ettiler. Başlangıçta olumlu yaklaşanların bazıları sonradan fikir değiştirdiler ve kendilerini filme almamızı engellediler. Kimileriyse, Meryem gibi -başkarakterlerimizden birisi- başlangıçta itiraz edip sonradan razı geldiler. Çekimlere başladığımızın birinci haftası Meryem'i ilk kez koridorda gördüğümüz vakit, Kim de ben de onu filme almayı kafamıza koymuştuk; kendine has bir duruşa, güçlü bir karaktere sahip, lafını esirgemez birisi izlenimi vermesinin ötesinde, davası tam da bizim filmimizde işlemeye can attığımız vesayet meselesiyle ilgiliydi. Fakat kendisine yaklaştığımda filme alınmayı ısrarla reddetti. Ardından, çekimlerin ikinci haftasında bir gün, yargıcın dışarıda olduğu bir sırada, koridordaki banklardan birine oturmuş, kadın davacılarla her zaman olduğu gibi kadınların hukuki hakları üzerine tartışıyordum. O gün de laf lafı açmış, tartışmamızın konusu yasalarda yer alan cinsel eşitsizliklerin sürmesine bizzat kadınların rıza göstermelerine gelmişti. Ben, kadınlar kendi başlarına bir şey yapmadıkları müddetçe hiçbir şeyin değişmeyeceğini söyledim; kendi haklarımızı biz kadınlar istemeliydik, haklarımız tepsi içinde önümüze sunulacak değildi; sesimizi çıkartmaya, sesimizi duyurmaya mecbur olmamıza karşın, mahrem olması gerektiğini düşündüğümüz bir şeyi umuma teşhir etmekten utandığımız için sesimizi çıkartamıyorduk. Meryem de oradaydı; tek kelime etmedi, ama ertesi gün, beni koridorda gördüğü vakit, “Artık filminizde yer almak istiyorum” dedi. O andan itibaren bizleri dost bilip sırlarını paylaştı, biz de mahkemedeki yegane yandaşları haline geldik.

Massi'yle  ilk hafta tanıştık ve kendisiyle mahkeme salonunun dışında konuştuk. O da ilk başta filmde yer almaya gönüllü değildiyse de sonradan razı geldi ve biz de onun hikayesini filme aldık. O da yakın bir dostumuz oldu, filmde kullanmadıysak da evinde de çekim yaptık. Diğer iki başkarakterimizle mahkeme salonunda tanıştık. Kocasıyla kavga etmiş olan Cemile, kocasını bir geceliğine nezarete attırmış, ertesi gün de mahkemeye çıkartmıştı. Ceza davaları herhangi bir ön başvuru gerektirmeksizin polis tarafından aile mahkemelerine sevk edildiklerinden, projemizi anlatıp filme almak için izin talebinde bulunma fırsatımız olmamıştı. Ama Cemile kameralarımıza dönüp içini döküverince bu sorun kendiliğinden çözülüverdi. Mizah anlayışı olan, duygularını içinde tutmayan muzip bir tipti.


16 yaşındaki Ziba da ne yapıp edip kocasından boşanmak ve okuluna geri dönmek istiyordu ve ilk önce mahkeme salonunda kocası Behmen'le tanıştık. Bir açıklamada bulunmaya vaktimiz yoktu; “Filme alabilir miyiz?” diye işaret ettim. İkisi de başlarıyla onayladılar. Sonrasında kendilerini yakından tanıma fırsatı bulduk ve Ziba'nın evindeki tahkim duruşmasına katılmamızı önerdiler. Kanaatim o ki, orada bulunmamız Ziba'ya konuşma ve hakkını savunma şevki aşıladı. Hangi kültürden olursa olsun, 16 yaşındaki bir kızdan beklenmeyecek olağanüstü bir belagat sergiledi.

Seyircilerin bizim konumumuzu ve filmin anlatısının nasıl şekillendiğini kavrayabilmelerine yardımcı olmak üzere müdahalelerimizin ve benim soru ve yorumlarımın yer aldığı sahneleri kesmedik. Bu durumun, yönetmenin kendisini geri plana attığı filmlere alışık bir seyirci kitlesine rahatsızlık verebileceğinin farkındaydık (Bazı İranlı eleştirmenler kadınların kamera arkasındaki birine baktıklarının ve onunla konuştuklarının açıkça belli olduğunu söyleyerek tüm filmin kurgulandığını iddia ettiler. Şaşırtıcı bir şekilde, aynı yorum filmi Yamagata Belgesel Film Festivali'nde izleyen Hintli bir film yönetmeninden de geldi.) ancak bizim için önemli olan, nasıl filmdeki insanlara karşı dürüst davrandıysak, seyircilerimize karşı da aynı dürüstlüğü sergilemekti. En ufak bir şeyi gizlemeksizin, seyircilere duruşmaların birer parçası haline geldiğimizi, filme aldığımız kimselerle aramızda bir gözlem mesafesi oluşmasına mahal vermediğimizi göstermek arzusundaydık. Seyircilere filmin inşa sürecini, kameranın anlatıya katalizörlük görevi görerek kamusalla özel, yerliyle yabancı arasında bir bağ kurduğunu kavratabilmeyi umuyorduk.


Filme bir isim seçmek güç oldu. Evlilik Yargılanıyor isminin sorunu filmin mekânına herhangi bir göndermede bulunmayışıydı. Pietro Germi'nin 1962 tarihli meşhur komedisi İtalyan Usulü Boşanma'dan uyarlama İran Usulü Boşanma ismi Peter Moore'un önerisiydi. Kim ve ben filmin önüne geçmesinden endişelendiysek de daha iyisi de aklımıza gelmiş değildi.


Son hali 78 dakika uzunluğunda olan film, ilk olarak Ağustos 1998'de Edinburg Uluslararası Film Festivali'nde gösterildi, ardından da 1998 ve 1999 boyunca gösterildiği çok sayıda festivalin birkaçından da ödülle döndü. ABD ve İngiltere sinemalarında da gösterime girdiği gibi, medyada da hakkında geniş çaplı eleştiriler yer aldı. İngiltere'deki ilk TV yayını Ağustos 1999'da Channel 4'ün “Gerçek Hikayeler”inde (aynı isimli youtube kanalında filmi İngilizce altyazılı izleyebilirsiniz) gerçekleştiği vakit, Channel 4 International için tarafımızdan montajlanmış 55 dakikalık bir versiyonu aralarında İran'da çanak antenlerden izlenebilmekte olan Fransız-Alman ortaklığı Arte kanalının da yer aldığı pek çok yerde gösterilmişti bile.

Filme dönük tepkiler yalnızca seyircilerin anlatımızı anlamlandırma biçimlerindeki ayrışma noktalarını değil, kimlik ve cinsiyet politikalarının karmaşıklığını da aksettirecek denli çeşitliydi. Hem İranlı hem de yabancı film eleştirmenlerin çoğunluğu filmden coşkuyla bahsediyorlardı. Filmimizin anlaşıldığını ve esas hedefimiz olan İran'ı bir fanatikler diyarı, Müslüman kadınları da elleri kolları bağlı, yardıma muhtaç kurbanlar olarak gören sığ görüşleri sarsmayı başardığımızı hissediyorduk. Film, devrimden beri Batı’nın şeytan gözüyle baktığı İranlıları insanileştirmeye yardımcı olmuştu. Batılı eleştirmenlerin tamamına yakını bu nokta üzerinde yorumda bulunurken, içlerinden film ve irdelediği meseleler için bir tam sayfa ayıranlar olmuştu. Londralı Evening Standart'ın eleştirmeni sözlerini şu cümlelerle bağlamıştı: “Beş yıl önce, Phil Agland, Bulutların Ötesinde adlı filminde, Çinlilerin gündelik umutlarının ve korkularının bizimkilerden hiç de farklı olmadığını beyaz perdeye aksettirerek asırlık şarkın gizemliliği mitini yıkmıştı. Dün gece de Kim Longinotto ve Ziba Mir-Hüsseyni korkulası olmaktan ziyade hayran olunası bir İslam toplumunu beyaz perdeye aksettirmek suretiyle İran'a atfedilen bir miti yıkmayı bildiler. Daha da ilgi çekici olanıysa, medyanın sıklıkla şeytanlaştırdığı bir diğer topluma insaniliğini geri kazandırdılar.”


Yakında yine bir İran eserinde görüşmek üzere