9 Ekim 2011 Pazar

Fast Food Nation


"Fast food nation" filmini Richard Linklater yazıp yönetmiş. Filmin esin kaynağı ise Eric Schlosser'in "Fast Food Nation: The Dark Side of the All-American Meal" isimli kitabı. Yönetmeni "before sunset" ve "before sunrise" filmleriyle tanıyoruz. Bu yarı belgesel yarı filmde yönetmen Amerika'daki hamburger kültürünün insanlar üzerindeki etkilerini irdelemiş. Sadece hamburger değil küreselleşmeye de dokunulan pek çok sahne var. Filmde ana konuyu; Meksikalı kaçak işçilerin et kesim fabrikalarında çalışması, bu etlerin kullanıldığı hamburger firmasının çalışanları ve bu hamburger firmasının bir şubesindeki çalışanların basit, anlamsız ve sıkıcı hayatları besliyor. Film genel olarak sıkıcı ama anlatılanları illaki bir yerden dinlemek lazım. Başrollerde birkaç Latin Amerikalı oyuncuya Bruce Willis, Greg Kinnear, Kris Kristofferson ve Ethan Hawke eşlik ediyor.


Film, Meksika'dan kaçak olarak Amerika'ya gitmeye çalışan on kadar kişinin kaçış sahneleriyle başlıyor. Meksika ve Amerika sınırı yalama olduğundan sınırdan elini kolunu sallayan geçebilmektedir. Meksikalıların abd'ye gitme sebepleri ise hayat standartlarını artırmak istemeleri. 2005 yılındaki verilere göre abd'de kayıt dışı yaşayan yabancı nüfusun yüzde 56'sını Meksikalılar oluşturuyormuş. Bu gerçekten büyük bir rakam. Hep Çinliler bedavaya çalışıyor diye bilirdik ama abd'deki en büyük haksızlık Meksikalılara daha doğrusu Latin Amerikalılara yapılıyor. Bu insanlar abd'ye gittikten sonra İngilizce'yi bile öğrenemiyorlar. Miami gibi Latin Amerikalıların çoğunlukta olduğu yerlerde İspanyolca İngilizce'den daha popüler durumda. Ama abdli şirketlerin özellikle de fabrikaların bu durumdan fazla rahatsız olmadığı aşikar çünkü Meksikalı işçileri ucuza, saatlerce çalıştırabiliyorlar.


Filmdeki ana konu tabii ki de sadece Latin Amerikalıların garibanlığı değil. Filmde patronlar haricinde herkes hayatından şikayetçi. Yönetmen, tüm dünyayı bir kasabayı model alarak anlatmaya çalışmış. Filmde değinilen büyük hamburger şirketi mickey’s isimli bir şirket. Bu şirket büyük rakiplerinin varlığına rağmen iyi bir satış trendi yakalayabilmiş ama etlerinin içinde sığır pisliği olduğu iddiası üzerine harekete geçiyorlar. Bu da filmdeki kötü toplum tablolarından biri; yediğimiz içtiğimiz ürünlerin çok sağlıklı olmaması. Şirketin görevli elemanı et kesim tesislerini ziyaret ediyor ve sonunda gerçekleri öğreniyor; et kesim tesisi hızlı bir şekilde et üretebilmek için sığırların iç organlarını güzelce boşaltamıyor ve etlerin içine sığırın her türlü pisliği bazen de kolunu bacağını kaybeden insanların parçaları bulaşıyor. Et tesisinde sadece sığır ve insan parçaları değil türlü türlü de pislikler gözlemleniyor ama birkaç kişi haricinde herkes halinden memnun. Benzer bir tabloya Ankara sıhhiye köprüsünün altındaki herhangi bir dönercide rastlayabilirsiniz. Ucuz, pis, müşteri memnuniyetsiz ama nedense lezzet bol dönerler. Benim favorim Fazilet Piknik (tabi bu dediğim yıllar önceydi şimdi nasıl bilmem)


Filmdeki bir diğer acı tablo da et kesim tesisindeki hayvan öldürme teknikleri. Hakikaten insanın canı sıkılıyor. Bir ara ana haberlerde trend vardı. Her gün farlı bir besi çiftliğinden çekilen gizli görüntüler. Bazısı tavuk bazısı inek çiftliklerini yayınlarlardı. Bu hayvanlar özellikle tavuklar ne olup bittiğini anlayamadan büyüyor ve kesiliyorlar. Öldürülme teknikleri ise çok vahşice ama elden bir şey gelmiyor. Bir diğer önemli film mesajı da şu ki hayvanlarımız daha şişman, daha çok sayıda ve geri zekalı. Bu salak hayvanların etlerini yiyen biz insanlar da daha yakışıklı daha güzeliz ama biz de malız. Eskinin insanından daha güzel olduğumuz apaçık onlardan salak olduğumuz ise tartışmaya bile gerek yok.


Şimdi burada kendime ve global dünyaya savaş açanlara bir ufak eleştiri geliyor. Tamam haklısınız hayvanlar hormonlu ve salak gibi, etleri ise samanımsı ama dünyada 6 milyar insan var ki  Çin'in yarısı ile Hindistan'ın yarısı dağda bayırda ot böcek yiyor. Bu kadar insanın et ihtiyacını nasıl karşılayacağız. Hakeza sebzelerde öyle, bazen köyden felan gelen meyveleri yiyoruz da sanki uzaya gitmişiz gibi ama öyle sevgi katarak domates patates yetiştirilirse biraz aç kalabiliriz ki şu durumda bile dünyada 500 milyon insan açlık sınırında. Yani ben de biliyorum hormonlarla salaklaştığımızı ama başka bir çözüm var mı? Ekili alanların her geçen gün azalması da cabası.



Kişinin, kendi kendisinin basit yeniden üretimi çerçevesinde gerçekleştirdiği faaliyetlerin de şu ya da bu ölçüde değişim değerine sahip hale gelmeleri, bu faaliyetler aracılığıyla gerçekleştirilen şey kişinin kendisinin yeniden üretimi olduğuna göre, burada pazara sürülen artık doğrudan doğruya kişinin kendisidir ki, bu da pazar içinleşmenin insanın kendisini de kapsadığı anlamına gelir. Bu noktada, Guinness Rekorlar Kitabına girebilmek için, bir gazetenin sponsorluğunda özel bir hormon kürü görüp, sekiz çocuğa birden hamile kalan (bıraktırılan) İngiliz kadınını, yine bir İngiliz çiftin Londra'daki sanat galerisinin vitrininde bir haftalığına sevişmeye yatmalarını, biri bizi gözetliyorlarda insanların gündelik hayatları satılır bir mal haline getirilirken, bazı güney doğu Asya ülkelerinde beş-altı yaşlarından itibaren turistlere kiralanmak üzere, Brezilya ve benzeri ülkelerde de, cenin halindeyken ilaç hammaddesi, doğurulduktan sonra ise nakillik organ kaynağı olarak kullanılmak üzere çocuk ürettirmenin olağan bir ticari faaliyet haline geldiğini hatırlayabiliriz. Bazen haberlerde denk geliyoruz Avrupa'da bir kız, okuyabilmek için bekaretini bir zengin emlak kralına veya başka bir kodamana satıyor ve bu ikisi korunmasız seks yapıyor. Bu kadar acı bir tablo olamaz.


Globalleşme süreci içinde insanlar hayatlarını değişim değeri üzerinden sürdürebilecekler; dolayısıyla neleri var neleri yoksa hepsini değişim değeri elde edebilmek üzere pazara sürecekler, ancak pazara sürebilecekleri ne kadar az şey varsa pazarlık güçleri de aynı derecede az olacağından, yoksul yoksulluğu ölçüsünde artan bir hızla daha da yoksullaşırken, insanların kendi fiziki varlıklarını da ya süreli olarak ya da kısmen pazara sürmeleri ve kendilerini pazarda en fazla talep edilebileceğini, yani en fazla değişim değeri getirebileceğini, kısacası para edeceğini sandıkları bir biçime sokmaları kaçınılmaz ve olağan hale gelecektir. Arjantin'de gençler aç kalmamak için kurşun sıkmak üzere yılda 10 kat artan bir hızla askerlik mesleğine intisap eder, bizde ise badigardlık üniversite diploması aranan itibarlı bir meslek, travestilik bir furya, silikonlu dudak, meme ve kalça milli estetiğin olmazsa olmaz bir parçası haline gelirken, insanı, vücudundan da daha derin bir yerlerine kadar nasıl istila edebileceğinin bir örneği olarak silikonları, öğrencilerinin de hocalarının da (aslında aynı bir ortak dile sahip ayrıca bu durumu da biliyor olmalarına rağmen) ya hiç ya da tam bilmedikleri bir dilde öğretim hem de yüksek bilim öğretimi yapmak zorunda olan üniversitelerimiz, neyse anlatmaya çalıştıklarımın bir kısmı filmdeki Latin Amerikalı kızlarımızın başına geliyor benzerleri ise dört bir yanımızda. 




Filmdeki bir başka önemli konu da ethan hawke'ın oynadığı dayı rolü ve adamın hayatı. Bu dayımız üniversitede sol akıma mensup olmuş ve bazı şeyleri değiştirmeye çabalamıştır, sonucunda okuldan atılıp çok yüksek yerlere gelememiştir ama hayatından memnun. Yeğenini ise mickey’s'de çalışır görmeyi hatta  şirket kıyafetleriyle görmeyi asla istemez. Onun bu tutumu güzel ve manidar. Dayısının bir ara, kasabanın tadı tuzu kalmadı serzenişleri ise bizim her gün söylediklerimizin bir benzeri. Büyüklerimiz bize bayramın tadı kalmadı dediler biz de mahallemizin, çocukluğumuzun tadı kalmadı diyeceğiz (nostalji yi okuyunuz) ayrıca diğer kültürlerden ziyade yemek kültürlerimiz daha çabuk  yok oldu. Eskiden Nevşehir'e, Gaziantep'e,  İzmir'e, Edirne'ye, Adana'ya gidildiğinde yörenin en meşhur yemekleri yenilirdi oradan gelince de o eşsiz tatlar anlatılırdı. Şimdi bu mutfakların hepsi bir alışveriş merkezinin en üst katında 10 metre kare yerlerde yapılıyor.


Bu mutfak dejenerasyonun en büyük mimarları da tabii ki hamburger firmalarıdır. Bunlar sadece kültürümüzü ve ekonomimizi etkilemiyor. Memleketin en zeki bebeleri siktiğimin dilini öğrenecem diye "work and travel" ile abd'ye gidiyor. A üniversitesinin bölüm birincisi Ahmet gidiyor orada elin nigırlarıyla caponuyla mc donalds'ta çalışıyor. Böyle saçma sapan, bizler açısından aşağılayıcı bir şey olamaz. Sonra o çocuklar yurda dönüyor sanki Nobel almış da gelmiş gibi. Peki İngilizce'yi öğrenebilmişler mi? Ben daha çok iyi öğrenebilenine denk gelmedim. Adam "work and travel"a gidip 6 ay tuvalet temizliyor, dil öğrenecem diye kaçak elektronik eşyaların satış stratejilerini öğrenip yurdumuza geliyor. Sonra bu zeki(!) çocuklar ile biz dünyanın en güçlülerine kafa tutmaya çalışıyoruz.


Bir diğer önemli husus da artık dünyayı devletlerin değil markaların, trendlerin yönetiyor yönlendiriyor olması. Apple için örnek verecek olursak abd'de bir adam yeni sürüm iphone alabilmek için sabahtan kuyruğa giriyor ve kuyruğun sonundaki adama sırasını 900 dolara satıyor sonra kazandığı bu parayla lady gaga'nın konserine gidiyor. Konuyla ilgili söylenebilecek pek çok argüman olmasına rağmen sadece şu video ile genel bir özet geçebileceğimi varsayıyorum. Şu video da çok acayip bişey.







Fast Food Nation film eleştirisi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder