“There will be blood”
filmini önemli yönetmenlerden Paul Thomas Anderson yönetmiş. Senaryo ise Upton
Sinclair’in “oil” isimli romanından. Yönetmeni “magnolia” ve “boogie night”
eserleri ile tanımıştınız. İleride yine beğendiğim filmlerden olan “magnolia”ya
değinebilirim. Filmimiz 8 dalda oskara aday olup bunlardan iki tanesini
kazanabilmiş. Oskarlardan biri de favorilerimden daniel day-lewis’e gitmiş ve
daniel, bu ikinci oskarı ile beraber en az 10 yıl aradan sonra, ki 18 yıldır, tekrar
oskar kazanan nadir oyunculardan biri olmuştur. Bunlardan bir diğeri de jack
nicholson. Geçen haftaki yazımız olan "gangs of new york"ta daniel’in ne kadar komple bir oyuncu
olduğunu ve adeta oyuncu olmak için yaratıldığını vurgulamıştık. Air Jordan
basket oynamak zorundaydı, başka bir işi yapsa tüm dünyaya yazık olacaktı. Aynısını
daniel için de söyleyebiliriz. Umarız da son filmi lincoln ile bir tane daha
oskar kazanır ve mertebesini iyice artırır.
Son yazımızdaki “the
butcher” karakterinin gelmiş geçmiş en iyi oyunculuk performanslarından biri olduğunu
vurgulamıştım, bu filmimizdeki “oilman” karakteri de mükemmele yakın ve bu
güzel filmimiz inanılmaz kaliteli kült sahnelerle dolu. Bir gün listesini
veririm diye düşündüğüm en beğendiğim sahneler listemde bu filmden iki adet
sahne mevcut, evet yanlış duymadınız iki adet. Bu sahnelere birazdan değiniriz.
Ama bu yazıda değineceklerim hepimize filmdeki kurgunun çoğunlukla yanlış
anlaşıldığını söyleyecektir. Yabancı da dahil pek çok ilgili yorumu okurken
çokça şu ibareyi gördüm: “bu filmde kapitalizm eleştirisi var”. İnsanın vallaha
mı diyesi geliyor.
Bu filmde iki tane ana
konu işleniyor. Bunlardan ilki insan doğasının hırsla olan mücadelesi ve
kendini kaybetmesi. Bir diğeri ise enerji ile din’in mücadelesinin ne kadar
kaçınılmaz ve zararlı olabileceğinin anlatılmaya çalışılmasıdır ki "kan çıkacak"
mesajı da çoğunlukla bu iki gücün savaşına ya da ittifakına birer göndermedir.
Kan çıkıyor da zaten. Şu an dünyada olan toplu ölümlere bir bakalım, sebepleri
bize her şeyi gösterecektir. Geçenlerde bir belgeselde denk gelmiştim, bir tane kel
adam dünyanın belalı bölgelerini gezerek çeteleri ziyaret ediyor ve iç
dünyalarını bizlere anlatıyordu. Bunların arasında nazi sempatizanı Polonyalı
holiganlar, jamaikadaki çeteler ve dünyadaki en belalı ve gaddar çeteler olan el Salvador'daki 13 ve 18 çeteleri yer alıyor. Bu belgeselleri izlerken
inanın geriliyorsunuz. Onlarca yıldır bu ülkelerde insanlar birbirlerini
sebeplerini bile bilmeden kesip öldürüyorlar. Ve bu onlarca yılın cinayetlerini
topladığınızda yüz bini zor buluyoruz. Oysaki Amerika ırak’ta 1,5 milyondan
fazla insanı katletti. Sebebini hepimiz biliyoruz.
O zaman ben de tüm
eleştirilerime şunu ekleyeyim: “bu filmde insan ilişkileri çok yoğun” böyle
böyle her gün 6-7 adet de eleştiri yazalım olsun bitsin. Filmimiz peder ile
petrolcünün çatışmasından büyüyerek gelişiyor ve yönetmenin dediğine göre eğer
daniel bu rolü almasaydı film çekilmeyecekmiş. Ayrıca çok beğendiğim bir detay
da şu; yönetmenimiz filmin çekimleri esnasında neredeyse her gün “the treasure of the Sierra madre” filmini izlemiş. Bu filme daha önceden değinmiştik ve bu
filmin her gün izlenme sebebi de hırsın insana neler yaptırabileceğidir.
Gerçi oilman, "dobbs" gibi birden hırs manyağı olan bir insan değil ve çoğunlukla da hep aynı dürtünün peşinde. Hayallerinin peşinden koşan oilman'ın kafasını en çok
bozan şeylerden biri de standart oil campany’dir. Bir başka hoş detay da her
sahnede ama her sahnede başrol oyuncusu oilman’in gözükmesidir. Bunu her filmde
göremezsiniz.
Oilman, tanrı tanımaz
adamın tekidir ve aklı fikri büyük bir petrol baronu olabilmektir ve bu
hayallerinin peşinden koşarken de çok büyük rakipleri vardır. Rakiplerinin gücü
bir yana hedefleri uğruna her şeyi yapabileceğini film boyunca defalarca
görüyoruz. Bir gün oilman’in kapısını paul isimli birisi çalar ve kendi
memleketinde bolca petrol olduğunu iddia eder. Bu paul, peder eli’nin
abisidir. Eli isminin de önemli olduğunu vurgulamak lazım zira Hıristiyan
etimolojisine göre İsa, tanrı’ya eli diyormuş. Benzer bir yaklaşımı da “the book of eli” filminde görmüştük. Bu filme de değindiğimizi hatırlatırım. İki
filmde de eli’ler önemli rollerdedir. Ama peder eli şarlatanın tekidir. Paul,
oilman’e hangi kiliseye mensupsunuz diye sorduğunda oilman şöyle der: “ben her
türlü inancın tadını çıkartırım. Bağlı olduğum belli bir kilise yok. Hepsinden
hoşlanırım. Her şeyden hoşlanırım”. Filmdeki en belirgin karakter betimlemesi
burasıdır. Oilman, kendini daha iyi ifade edemezdi. Benim dinim de imanım da
para diyor. Daha oilman, dinin para kazanmak için ne kadar gerekli bir araç
olduğunu keşfetmemiştir, o yüzden bu kadar rahatça tanrı tanımaz tavırları
vardır.
Paul’ün teklifini pek
kale almasa da aynı bölgeden standart oil’in de toprak alması oilman’i
kışkırtır. Bu standart oil firması hepimizin bildiği rockefeller ailesinin
kurduğu bir şirket. 1870 yılında kurulan bu firma 1911 yılına kadar amerika’nın
en büyük petrol üreticisi ve işletmecisi olmuştur. Rockefeller, hem küçük
üreticileri bağlıyor hem de demiryolu ağlarını satın alarak herkesi kendisine muhtaç
bırakıyordu. Bu durum filmimizde muhteşemce anlatılmış. Sanılanın aksine oilman,
standart oil firmasından korkmuyor, onları gördüğü yerde de ayarı veriyordur.
İşin ilginç olan yanı da 1911 yılında tarihin en büyük tröstlerinden biri olan
standart oil devletçe kapatılıyor ve eyaletlere göre farklı isimler adı altında
bölünüyor. Standart oil of new jersey (exxon), standart oil of California
(chevron), standart oil of new york (mobile) gibi büyük parçalara bölünen
şirket tamamen kapanıyor ama bölünen parçalar yine rockefeller ailesine ait
oluyor. O dönemde herkes standart oil kelimesinden hem ürktüğü hem de iğrendiği
için böyle bir yola gidilme ve aslında daha da büyük olma planı olduğundan bahsediliyor.
1998 yılında da exxon ile mobile birleşerek exxon mobile oluşturuluyor. Şu anda
da dünyanın en büyük petrol şirketlerinden biri. Global rakipleri ise bp (beyond
petrolium) ve shell’dir. Dokunulmaz diye inandığımız aileler bile yasa karşısında ezilebilmiş. Bu bilgiyi es geçerek "dünyaya hakim olan güçler" konusunu konuşmamalıyız bence
Filmimizdeki oilman’in
ne kadar büyük bir hırsla yoğrulduğunu ve ömür tükettiğini görüyoruz ona rağmen
gelebildiği nokta bellidir ama şu an bu bahsedilen petrol devlerinin geldiği
noktayı anlamak inanın çok güç. Burada belki de “bunlar mason, çok güçlüler,
türkiye’nin de anasını belliyorlar” gibi cümleleri beklediniz ama hayır
söylemeyeceğim. Bu aileleri büyük bir hayranlık ve kıskançlıkla takip ediyorum.
Onlar kötü de senin deden çok mu iyi? Bana bugün kaçta kalktığınızı bir
söyleyin, evet bu pazar gününde kaçta kalktınız? Sabah alarm çaldı ve biraz
daha kıç büyüttük değil mi? Tüm çay ve kahvaltı faslı bittiğinde de saat 3
olmuştur çoktan. Ondan sonra da bu adamlar mason demesi çok kolay. Sen 1870
yılında petrol şirketi kuruyorsun, biz o zamanda daha meşrutiyet ile
uğraşıyorduk diyen de yok. Adamlar çok kötüymüş de hırslıymış da felan.
Oilman’ın kasabadaki halka yaptığı konuşma inanılmaz güzeldi: “burada su kuyuları
açacağız ve su kuyusu demek sulama demektir. Sulamanın karşılığı da tarımdır.
Eskiden elde edilemeyen mahsulleri yetiştireceğiz. Nereye koyacağınızı
bilemeyeceğiniz kadar çok tahılınız olacak ve o başaklardan ekmek fışkıracak
hanımefendi. Yeni yollar, ziraat, istihdam, eğitim size sunabileceğimiz
imkanların sadece birkaçı ve sizi temin ederim ki bayanlar baylar eğer burada
petrol bulursak ki, ben bulma ihtimalimizi çok yüksek görüyorum. Bu topluluk
sadece hayatını idame etmekle kalmayıp, refaha da kavuşacaktır. Sorularınız
varsa memnuniyetle cevaplarım. Evet?” burada peder eli şu soruyu sorar: “yeni
yol kiliseye de uzanacak mı?” bu kutsal soru sorulduğunda alınacak cevap tüm
kasaba halkı için çok önemliydi. Oilman, onlara şunu söyler: “uzanacağı ilk yer
orası olacak. Teşekkürler, eli.” Hallelujah, hadi kiliseden geçmeseydi bu yol,
boku yemiştiniz, hallelujah. Yöre halkının inancı da arkana alındıktan sonra
seni hiçbir şey tutamaz. Oilman’ın tek eksiği bu idi, hem toplum mühendisliğini
geç kavrayabilmiş hem de rockefellerlar gibi kurumsallaşamamıştı ve ailesine
işini devredemiyordu. Standart oil yetkilileri böyle bir konuşma yapmaya da
gerek duymazlar, onlar papaz efendileri önceden bağlarlar ve sen asla o şirketi
ve aileyi bilemezsin. Ama oilman, bizler gibi basit bir hayattan geldiğinden o
acınası cahillerle yüz göz olmuş ve çabalar kat be kat artmıştır.
Oilman, bir rockefeller
değildir daha toplum mühendisliğini de yeni yeni kavramaktadır ama bu son
konuşmasında ihtiyaçlar hiyerarşisini nasıl kullandığını görmek hepimizi
sevindirmiştir. Peder eli’nin olumlu cevabı aldıktan sonra cemaate şöyle bir
bakıp huşu bulmasını gıpta ile izlememek elde değil. İpleri
eline almak isteyen Peder Eli, oilman’den kendisini ön plana çıkarmasını ister ama oilman
bunu iplemez ve böylece aralarındaki inanılmaz savaş da başlar. Bu savaş
başladığında arka fonda "brahms’ın d major"u çalması hepimizi ateşlendirmiş,
belki bizleri de savaşın içine sokmuştur. Buraya gelebilecek belki de en iyi
eserlerden biriydi bu. Peder eli bu yapılanı hiç unutmayacaktır, durum şu an
1-0 oilman öndedir. Peder eli ise şerefsiz ama boş beleş adam değildir, yaşlı
teyzenin içinden şeytan çıkarttığı seremoni görülmeye değerdir ki oilman da
bunu görmüş ve çocuktaki toplumu etkileme gücünü derin bir şekilde
keşfetmiştir. Tüm kavganın çıkışı ise peder eli’nin açılacak kuyuyu kutsama
isteğine oilman’ın çok taşak geçerek karşılık vermesiydi.
Peder eli’nin oilman
ile yüzyüze konuşmak için yanına gittiği sahne filmimizin en güzel
sahnelerinden biridir ve kült sahneler arasına girmiştir ama daha en iyi iki
sahneyi söylemedim. Bu sahnemizi ilk izlediğimizde kavganın bu boyuta
gelebileceğini hiç ama hiç düşünmüyorduk. Bu ikisinin anlaşıp salak halkı
kullanıp zengin olmasını beklerken çok duygulu ve hırslı olan oilman her şeyi
bozarak herkesin önünde peder elinin ağzına sıçar, izleyelim. Tüm bunlar olurken de arka fonda
yine harika bir müzik olan “arvo part’ın fratres for cello and piano”su çalar.
Bu klasik müziğin cuk diye oturduğu görüşündeyim. Şimdi skor 2-0 oldu.
Oilman o kadar duygularına hakim değildir ki standart oil’in ajanlarıyla
konuşurken nasıl köpürdüğünü hep beraber gördük. Eğer siz de bu aileye
gıcıksanız siktirip gidin siz de onlara boğazınızı keserim diye tehditlerde
bulunun madem öyle.
Oilman, Standart oil’in
köpeği olmak istememektedir ama demiryollarının da onlara ait olmasından başka
bir çözüm bulmalıdır. Bunu da arazilerden borular geçirerek ve denize
ulaştırıp "birleşik petrol" ile bağlantı sağlayarak başaracaktır ancak bunun için bir
tarla sahibiyle daha anlaşmalıdır. Bu tarla sahibinin de tek bir isteği vardır
o da oilman’ın günahlarından ötürü kiliseye gidip af dilemesi ve tekrar vaftiz
olmasıdır. Tabii ilgili kilisenin de görevlisi peder eli’dir. Burada eli, öyle
bir intikam alır ki inanın bu sahneyi izlemeye doyamıyorum ve favori kült
sahnelerimden biri de tabii ki bu peder eli’nin oilman’i dövmesi ve ele güne
rezil etmesidir, izleyelim. “say hello to my little friend” benim için ne kadar özel ise
bu sahne de o kadar özel ve güzeldir. Şimdi durum 2-1 olmuştur ama oilman’in bu
kadar canavarca ayinde yer alması peder eli’yi bir hayli şaşırtmıştır. Vaftiz
suyu başından boşalınca yaptığı inanılmaz arınış simgeleyen hareketin sonunda
“ucunda boru hattı var” demesi her şeyi ama her şeyi özetlemektedir.
Daha önceden de
bahsettiğim gibi aslında oilman değil de standart oil olsaydı o halk, peder eli
yönetiminde ayinden ayine uçacak ve borular da topraklarından geçecekti ve biz
bu sahte din ile baronların ilişkisini bilemeyecektik, biz dediğim de bildiğin
halk işte. Ama oilman türünün tek örneğidir, o yüzden tüm bu gizli kapakları,
oyunları görebiliyoruz. Gerçekten de iki kötünün mücadele ettiği dünya çok
acayip olurdu. Yani banka ailesiyle petrol ailesinin kavga ettiği bir dünya
gerçekten inanılmaz olurdu ama olmadığı ve tüm bunlar güçlerini birleştirdiği
için dünya bu halde ve her yerde kan var. Filmin adı da bu yüzden kan
akacaktır, ileride petrol ile sahte din aynı çatı altında buluştuğunda çok
masumun kanı akacak deniyor ve doğrudur, akmıştır da, muhtemelen akacaktır da.
Filmin sonuna geldiğimizde
oilman daha da güçlenmiş ama daha da yalnızlaşmıştır. Niçe’nin de dediği gibi
başarının sonu yalnızlık olmuş ve psikolojik bunalımlar baş göstermiştir. Bu en
son sahnede aradan yıllar geçmesine rağmen peder eli ve oilman tekrar
karşılaşırlar ve filmdeki en güzel sahne cereyan eder. Bu sahneyi izledikten
sonra öyle herkesin oyuncu olmaması gerektiğini anlıyoruz ve bu sahne de benim
favori kült sahnelerimden biridir. Michael Carleone’nin İtalyan restoranda
düşmanlarını öldürdüğü sahne ne kadar kült ise bu sahne de o kadar karizmatik
ve tekrarı imkansızdır. Buradaki açgözlülüğün tasvirini başka bir yerde
göremeyiz. Kocaman eşek kadar adam olmuş olan oilman daha da zengin ve güçlü olmasına
rağmen peder eli’den deliler gibi nefret etmektedir ve pederin bardağından
meyveli sütünü içme canlandırması tarif edilemez. Drenaj demesi yok mu, incredibile, izleyelim. Bu sahneyi mutlaka ayda bir
izlemeliyim, hani orgazm olmak diye bir tabir var ya öyle işte, film izlerken orgazm
olunur mu derseniz bu sahnede olunur. Burada oilman pedere iki gol birden atmıştır. ilk golü de hatırlamakta fayda var, izleyelim.
Yazının sonunda hafif
bir özet geçecek olursak oilman’ın hatası, peder eli’yi son golleri de katarsak 4-1 yenmesi ve öldürmesidir. Onu öldürmemeli ve sürekli kullanmalıydı. Eğer
aynı savaşın içinde standart oil olsaydı peder eli’yi paraya boğarlardı ve
farkına varılmadan durum 300-0 olurdu. Ve bir diğer oilman hatası da tek başına
kalakalmak olmuştur. Aile kültürünü oturtamamıştır bu yüzden de aramızdan
ayrılıp gitmiştir.
There Will Be Blood film eleştirisi