25 Kasım 2012 Pazar

The Treasure Of The Sierra Madre



                                         




“The treasure of the Sierra madre” filmini usta yönetmenlerden John Huston yönetmiş, filmin senaryosu ise B. Traven takma adlı hakkında fazla bilginin bulunmadığı bir yazara ait. B. Traven'e de biraz değinmek lazım zira kütüphanemde eserleri olan bir adam, birinci dünya savaşının hemen ardından Almanya'da vatan haini suçlamasıyla tutuklanıp ölüme mahkum edilmek üzereyken son anda kaçıp kurtulur. Daha sonra Meksika'ya giden ve adını gizli tutarak yıllarca yerli halkın yaşantısını yansıtan öykü ve romanlar yazan Traven'in oradaki ilk yıllarında kaleme aldığı öyküler Almanya'da dergi ve gazetelerde yayınlandıktan sonra kitap haline gelmiştir. Altına hücum (bizim film), asılmışların ayaklanması ve araba gibi romanlarında devrim öncesi Meksika'da yaşayan yoksul yerlilerin yaşamını anlatan Traven'in bu eserleriyle beraber Dinamit isimli çok beğendiğim ufak hikayelerden oluşan kitabını da tavsiye ederim bunlardan başka köprü, kanlı oyun, hükümet, gece ziyaretçisi ve pamuk işçileri de çok tutulan eserlerinden. Yazar çoğunlukla Meksika ve yöresinden yararlanmış, dönemin gerçekçi bir panoramasını sunmuştur biz okuyuculara, geleneğe bağlı, cehalet ve çaresizlik içinde kıvranan bir halkın kara mizah öyküleri, yazarın romantik halk yakınlığıyla birleşince ortaya bir solukta okunacak hayat mozaikleri çıkıyor ki filmimizde de bunun izleri görülüyor. Bu arada yazarımız Meksika'da öldüğünde külleri Sierra Madre Dağı'nın eteklerine dökülür.




Geçen yazımızda john huston’un çok başarılı bir yönetmen olduğunu ve ilerde filmlerine değineceğimizi söylemiştim. Kendisi holivudun en orijinal kişiliklerinden birisidir ve  film sektöründeki duayenlerden ve belli başlı akımların savunucularından biri olarak gösterilir. İkinci dünya savaşında askerlik yapan huston, savaşın bitmesiyle soluğu Meksika’da alır ve 1948 yılında da bu şaheseri çeker. Filmimiz warner bros stüdyolarından çıkıyor ve benim favori siyah beyaz filmlerimin arasında yer alıyor. Warner bros dünyadaki en karizmatik şeylerden biri olabilir. Çok az ülke warner bros’un cirosuyla başa çıkabilir. Bana göre Amerika’yı Amerika yapan en önemli sembollerden biridir, özgürlükler ülkesi, yanılsama manyaklığı ve düşsel gerçeklikler ile basit hayatların çarpışması, milyar dolarlık projeler ve tüm dünyayı kapsayan bir ağ. Eğer bana bir firmayı seçmemi ve sahibi olacağımı söyleselerdi cocacola, walt disney ya da warner bros’u seçerdim.


Düşündükçe insanın canı sıkılıyor, tüm dünya savaş sonu on yıllarca kendine gelememişken, etrafta bomba ve katliam izleri kalmışken ki o sıralar ülkemiz çok daha beterdi, warner bros film çekiyor, çekebiliyor, elin gavuruna daha fazla kompliman yapmayalım da filme dönelim bari, filmimizin başrollerinde çok usta oyunculardan Humphrey Bogart, Tim Holt ve Walter Huston yer almakta, fark ettiğiniz üzere yönetmen ile oyuncu huston akrabadır, oyuncu walter huston yönetmenimiz john huston’un babasıdır ve bu filmde ikisi de oskar alabilmişlerdir, 1985 yapımı Prizzi’s Honor isimli orta kalitedeki filmin de yönetmeni olan john huston; bu sefer de kızına oskar kazandırmıştı. Bunu yapabilen kaç aile var bilmiyorum. Ayrıca filmdeki beyaz takım elbiseli turist de John Huston'dan başkası değildir, incredibile...


“Hırs; doymak bilmeyen bir canavardır” diyor Brachvogel, bir atasözümüz de şöyle diyordu: “hırs gelir, göz kızarır, hırs gider yüz kızarır”. Tahmin edeceğiniz üzere filmimizin muhtevası hırs ve insan ilişkileridir. Filmin başında Dobbs isimli bir gringo’nun acınası halini görürüz, kıyafetleri cingan kıyafeti edasında, yiyecek tek bir pezosu yok, olabildiğince görgüsüz ve salak bir o kadar da uçkuru büyük aynı zamanda da itin teki, amına koduğumun fakir orospu çocuğu, işte bu karaktersiz adam Meksika gibi karnı tok olanın zenginden sayıldığı eşekler memleketinde takılmaktayken bir gün yaşlı bir kurta denk gelir ve altın işine girmeye karar verirler, yanlarında da biraz daha efendiye benzeyen başka bir fakir vardır.


Yaşlı adam bunlara altın işinin sakat olduğunu ve belli bir noktadan sonra doyumsuzluğun başlayacağını söyler, bizim fakirler ise hiç oralı değillerdir, bize 5 bin dolar yeter derler, altının ve çok paranın insanın kişiliğini bozamayacağını ihtiyara söylerler derken altın avı için yola koyulurlar, kısa süre sonunda altın yatağını bulurlar ve altın tozlarını toplamaya başlarlar, bu film sayesinde altının nasıl çıkartılacağını da öğrenmiş olacaksınız bebeler, zannedildiği gibi toprağın altında cumhuriyet altınları olmuyor bir sürü işlemden geçmesi gerekiyor ki filmde görebileceksiniz. "Gold Rush" dizisine de başlayın artık lo. Üç kişiye kişi başı 25 bin dolar düştükten sonra yaşlı adam hadi gidelim bu para hepimize yeter diyecek ama pislik dobbs bu teklifi reddedecektir. İnsanlar ikiye ayrılır iyiler ve kötüler diye (sevdiğim yerli komedilerden vavien'deki bi replik). Bu dobbs, pislik olanların mahallesinde belediyede görev alacak kadar kötüdür, bu piç 100 bin dolarlardan bahsetmektedir, halbuki yaşlıyla ilk tanışmalarında yerin altında 500 bin dolar bile olsa birazını alıp gideriz diyordu, aslında burada adamın suçu yok çünkü içindeki canavar, salak beynini o kadar güzel manipüle edebiliyor ki filmin sonlarına doğru canavar her şeyi mahvedecektir.


Benzer olayları illaki de altın avlarında görmüyoruz, bilgi yarışmalarımızı düşünün adam 15 bini alayım tatile çıkacam diyor sonra 125 bine geldiğinde de 1 milyonla çok şeyler yapılabilir diyor, şimdi bunu sakin bir kafayla açıklayamayız, insan işte hem nankör hem de cahil. Umut fakirin ekmeğidir derler ya, belki de şu topraklarda söylenmiş en güzel ve doğru sözlerden, insanımızın çoğu 5 lirayla 10 bin liralık kuponlar yapıp hayal aleminde yaşıyorlar sonra o kazandıklarını 1-2 maça basıp piç gibi kalan pek çok gerçek kişilik var, her şey insanoğlunun psikolojisinden mütevellit.


Dobbs’a küfür ederken humphrey bogart’a da hayran olmamak elde değil, yani resmen inanılmaz bir oyunculuk, gerçek bir amele böyle olurdu, müthiş bir performans hatta casablanca’dakinden bile daha güzel bir oyunculuk olduğunu söyleyebilirim, ilerde bogart’ın casablanca başta olmak üzere birkaç filmine daha değinmeyi düşünüyorum ki casablanca aklıma geldi yine, müthiş bir başyapıttı. 



Hırs, açgözlülük ve insanoğlunun doğasıyla ilgili bir film önerisi isteyen olursa verebileceğim en güzel tavsiye bu filmdir, ders olarak okutulabilir.





The Treasure of the Sierra Madre film eleştirisi