Alper ve
Mustafa memlekete gitmek üzere otobüse binmişlerdi. Alper’in o şirin köyünde
çile çekmiş dert görmüş garip anası vardı, babası yıllar önce vefat etmişti.
Yine bazı akrabalar da mevcuttu köyde. Şehrin heyecanından olsa gerek çok sık
gidemiyordu annesinin yanına. Ama şimdi temelli mi gidiyordu bilinmez. Mustafa
ise çok heyecanlıydı. Önce mavi dolmuşlara binmişlerdi. Sonra o büyük otobüse
bineceklerdi nasıl da mutluydu kerata. Zamanla daha bi güzelleşiyor
akıllanıyordu galiba Mustafa. Belki bu durumda ve şartlarda çocuk yetiştirmek çok doğru değildi
ama iyi ki Mustafa vardı Alper’imin dünyasında.
Son 15 dakika kala otobüse bindiler ve dünyanın en
gri şehri Ankara’dan uzaklaşmak için kaptanı beklediler. Geride pek bir şey
kalmamıştı, satılacaklar satılmış, atılacaklar atılmış, yakılacaklar yakılmıştı,
unutulacaklar için ise biraz daha zamana ihtiyaç vardı. “Cosss” diye bi sesin
ardında o koca araç geri geri hareket edip perondan ayrıldı. Muavinin bilmem
kaçıncı seferiydi ama Mustafa’nın taş çatlasa 4. veya 5. yolculuğuydu. Aşti’den
ayrılan otobüs yavaş yavaş trafikten de kurtulmaya yolda özgürleşmeye
başlıyordu. Gidilen her kilometrede Alper birer anısını düşünüp beyin havuzuna
tekrar yolluyordu. Bazı anılarda tebessüm bazılarında ise hüzün vardı, aynı hayatın
kendisi gibi. Galiba tam o sırada Alper, Michael Burks’tan “don’t let it be a
dream”i dinliyordu. Bunu Ceylan’a söylemek istiyordu. Hayalde olmasa keşke diye
düşünürken o güzel müzik ve yorumla beraber otobüsün önü birden kesildi. Kimin
veya neyin aracı durduğunu göremedi Alper, korkmuştu birden, acaba kaza mı oldu
diye. Otobüsün kapısı açıldı. Muavin yerinden kalktı koridorun önünü açtı. Mavi
gömlekli ve güneş gözlüklü kaptan ise kafasıyla olur işareti yaptı Ceylan’a ve
beklemede kaldı. Aman tanrım bu Ceylandı.
Yaşadığı hayatın ne kadar yavan ve sahte olduğunu
anlamış olmalıydı ki bugün buraya gelmişti Alper’in yanına. Yavaşça Alper’e
doğru geliyordu. O saçları felan yine harikaydı. Daha bi güzelleşmişti sanki.
Kalbi hızlı hızlı atıyordu Alper’in. Allahım bu kız için ölebilirdi Alper.
Ceylan’ın yüzündeki gülümse gittikçe artıyordu. Alper o kadar heyecanlıydı ki
yerinden kımıldayamıyordu bile. İster misin diye sordu Ceylan, Alper’e. Alper,
anlamadım, dedi. Sıcak mı soğuk mu, diye tekrar sordu Ceylan. Alper yine,
anlamıyorum, dedi. Çay, kahve, kola, meyve suyu hangisi diye sordu Ceylan.
Nasıl yani Ceylan bunun için mi durdurdun otobüsü derken bu ne biçim Ceylan lan
diye irkildi. 1,70 boylarındaki işini hiç sevmeyen muavin ablak ablak bakıyordu
Alper’e. Hay sikecem diye doğruldu şöyle bi Alper yani bunun gerçek
olabileceğini düşünmek bile bi hataydı. Müzikler saolsun uyutmuştu Alper’i ağzı
da leş gibiydi sanki, nescafe istedi muavinden.
Uyumaya çalıştı tekrardan Alper, şu an o rüyaya o
umuda fazlasıyla ihtiyacı vardı. Ama yok uykusu kaçmıştı. Olsun yavşak Ankara’dan
kurtuluyordu. Reklam panolarında melih gökçek’i gördü. Reklamdaki yazıları
okumadı panonun vermek istediği mesajı da okumadı Alper. Genelde daha doğrusu
yıllardır melih’i görürdü sağda solda ama pek paslaşmazlardı. Bu sefer melih’e
bakakaldı Alper. Melih gökçek gülüyordu. Trafik lambalarında takılı kalan araç
durmuştu ve melihle Alper bakışıyorlardı. Melih gökçek tatlı tatlı sırıtıyordu.
15 saniyelik bi bakışmanın ardından Alper de gülümsemeye başladı. İkisinin de
gözleri gülüyordu adeta. Utanmasa Alper kahkaha atacaktı. Otobüs yavaşça
ilerlemeye başladı. Melihle son bi kez bakıştılar bir daha görüşürler miydi
bilinmez. Sana da hoşça kal i. Melih gökçek.
Antonio salieri, döneminin en başarılı ve çalışkan
müzisyenlerinden. Başka bi zamanda yaşasaydı daha mutlu veya başarılı bi
müzisyen olabilirdi ama ah o Mozart yok mu.
Şımarık, serseri, çapkın Mozart belki saray ve zenginler tarafından çok
sevilmedi, belki en fazla öğrenci Salieri’nin oldu ama kimin iyi olduğunu kimin
eserlerinin ölümsüz olduğunu Salieri çok iyi biliyordu. Tüm dünyaya karşı Salieri’nin
düşünceleri. Belki de bu yüzden Mozart’ı öldürdü veya öldürmek istedi bilinmez
ama Salieri’nin çektiği huzursuzluk neyse Mozart’ı gördüğünde, dinlediğinde,
hissettiğinde; Alper de eskiden bazı şeyleri hatırlayınca o duyguya
kapılıyordu. Hani hiç yenemeyeceğin birisiyle aynı sınıftasındadır ya ve senin
de birinci olmak gibi bir derdin vardır, aynı onun gibi. Mozart’ın Salieri’ye
yaptğını, hayat Alper’e yapıyordu. Tat alamıyordu artık. Bu şehir değişikliği
belki iyi gelirdi bilinmez.
Ankara’dan uzaklaştıkça Alper’in içi biraz
rahatlamaya başladı. Bu şehrin koşturmacası, amaçları, yönlendirmeleri,
emeklilik planları, ev almaları, avmleri, ne bileyim ruhsuzluğu yormuştu Alper’i.
Yani hayatın amacı Ankaralıların yaşadığı gibi olmamalıydı. En kötüsü de biraz
düşünecek zamanı olmuyordu hiç. Gerçekten söylüyorum, klişe olarak görülmesin
kazan, al, ye, iç, biriktir, daha zengine gıpta et, git, gel, izle, büyülen
bunlarda hatalar olmalıydı. Eğer bir sıkıntı olmasa insanlar bu kadar garip,
mutsuz, salak gibi olmazlardı diye düşünüyorduk Alper’le ikimiz. Bir amaç
verilmeli insana belki de onu yapmalı. Kendi amaçlarımız genelde ev almak tarzı
şeyler. Alper’i son zamanlarda bir korku salmıştı. Şimdi böyle düşünüyordu ama
ya ilerde keşke güzel bi iş için zorlasaydım, keşke emekliliğe daha iyi
girseydim tarzında cümlelerle boğuşursa. Eleştirmek kolay yapmak zordur. Bazen acabalar
gelmiyor değil ama Ankara’da tek başına düşüncelerine sahip
çıkamazdı Alper. Gitmeliydi zehirlenmeden önce. Yapıcı olmanın, heyecanla alınmış
kararlara delicesine sahip çıkmanın ve asla pişman olmamanın zamanı gelmişti.
Bundan sonra olacakları da kabul ediyordu.
Annesinin yanına vardıklarında güzelce bir hasret giderdiler. Eğer o kişi anne değil de çok yakın bir arkadaş olsa didik didik her şeyi sorardı ama anne öyle mi. Hayata reset atmak anneye sarılmak resmen. Annesi hiçbir şey sormadı Alper’e. Hemen bir sofra hazırladı mis gibi. Sonra Mustafa’yla tavuklara yem vermeye gitti. Alper ise biraz kafa dinleyebilecekti sonunda. Köyün biraz ilerisindeki tepeyi gözüne kestirdi. Hafif de rüzgar vardı ne güzel püfür püfür esiyordu. Köyün patikasından tepeye doğru yol alınca üç yaşlı dayı gördü. Önyargılarının kurbanı olan Alper bu üç yaşlıyı alelade köylüler diye düşündü. Ne bileyim tembel tembel yatan, genelde köy içi ihtiraslara, dedikodulara kurban gitmiş hafiften cahil bir grup olarak gördü onları. Ama yanılmıştı. Alper yaşlıların yanına gittiğinde onların bir süredir Alper’i bekledikleri anlaşıldı. Hiç konuşmuyorlardı. Alper hangisini haklı bulsa diğer ikisi yok olup gidecekmiş gibi bir izlenim sezinledi. Kısa bir merhabalaşmadan sonra yaşlı bilgelerin isimleri Alper’i şaşırttı. Garanti, eleştiri ve amaç isimli bu üç yaşlı, Alper’i adeta şaşkına çevirmişlerdi. Kısa tanışma faslından sonra sanki amaç’ın direktifleri hakimmiş gibi hemen tepeye çıktılar. Ufak amaçları o yolu bitirmekti. Tepeye geldiklerinde bir masa ve dört sandalye hazırda bekliyordu. Hepsi yerlerine oturdu. Umarım dayılık taslayıp kuru tavsiyelerde bulunmazlar diye düşündü Alper.
Garanti, insanların neden kendilerini garantiye
almaları gerektiğinden bahsetti yine. "Bu uzunca bir hayattı ve hayatın ne
getireceği belli olmazdı. Az da olsa garantiden bir şey olmaz" diyordu. Bu sefer
Alper dayanamadı ve söze girdi; “Ama köye ilk geldiğim günden bu en karşı
olduğum fikrin babasını duymak istemiyorum, gerçekten çok yoruldum" dedi
Alper. Garantiyi mağlup edememekten korkuyordu. Eleştiriye yalvarırcasına baktı
Alper. Eleştirinin gözleri kanlanmıştı. Tam garantiye yanılıyorsun diyecekti ki
Alper, Eleştiri birden Alper’e “hiç
kendini eleştirdiğin oldu mu Alper” dedi. “Sürekli dem vuruyorsun yalnız
kalmaktan, insanların seni bırakmasından, hayatın anlamsızlığından peki sen ne
yapıyorsun eleştirmekten başka. Ben bu kadar mı basitim dedi” eleştiri, Alper’e.
Alper hiçbir şey söylemedi. Çok haklıydı eleştiri belki de çoktandır içini
acıtan şeyi bulmuştu bu bilge. “Neden her canın sıkıldığında bana sığındığını
söyleyebilir misin dedi” eleştiri, “bu kadar basit olmamalı değil mi Alper”
diye devam etti. Alper garantiye sinirlenmiş, eleştiriden azar işitmişti.
Tartışmanın şeklinden midir bilinmez Alper baya
sıcaklanmaya başladı. Yanıyordu adeta. Ceylan’a yalvarıyordu içinden, gelsen
rüyalara dalsak felan, diye. Muhtar Ekrem çıkıp gelse bi filmde oynamak
istiyordu deli gibi. “Tangerines”de bile oynayabilirdi şu an. O alev gibi
sıcakta garanti, çantasından buz gibi bi şerbet çıkardı ve önüne koydu.
İçmiyordu sadece önüne koymuştu. Alper hayatında ilk defa bu kadar susamıştı.
Garantiyle arası iyi olsaydı keşke. Eleştiri, Alper’i eleştirmeye devam derken Alper’in
de aklı fikri o şerbetteydi. Eleştiriden istediği desteği bulamayan Alper,
kendinden utanma noktasına geldi. Hayatı ve kişileri bu kadar yermenin ne
anlamı vardı ki. 7 milyar insandan biriydi en nihayetinde. Her şeyden önce
kendini eleştirmeyi öğrenmeliydi. “Kendini bil sonrası belki daha kolay olur”
diye son bir vurucu öğüt verdi eleştiri. Bu iki bilgenin tek derdi Alpermiş
gibi çocuğun üstüne geliyorlardı. Alper’in gözlerinden ufak birkaç damla
gelmeye başladı. Amaç, ansızın hiddetlendi ve “ağlamayı kes lan, ya bu şerbeti
içip siktir ol git bu köyden ya da” diye
devam edince voo voo bu nasıl bilgeymiş böyle diye irkildi Alper birden.
O şerbeti içmek istemiyorum dedi Alper. “O zaman
eleştiriden beslenmeyi bırak” dedi amaç. “Peki ne yapmalıyım” dedi Alper. “Tek
bildiğim garantinin iyi bir şey olmadığı ve bildiğim tek silah onu bunu
eleştirerek kendimin, kendi hayatımın doğru olduğuna inanmak. Bazen
yıpranıyorum ve beceremiyorum, o zamanlarda da yalnız kalmak istiyorum sonra
yine eleştiriyorum” dedi Alper. “Yiğidim”
dedi garanti “beni eleştirmek çok basittir ama benden ayrı kalmak zordur. Bu
konuda umarım tek olduğunu düşünmüyorsundur. Çoğu kişi benden nefret eder ama
ben olmasam trafik olmaz hayat olmaz”. “Sen aslında nefis gibi bir şey misin
amca” dedi Alper, garantiye. “Nefsim bana senin amcanı sikerim dedirtiyor Alper”
dedi garanti. “Sence ikimiz nefisle aynı olabilir miyiz” diye devam etti
garanti. “Yok ağam farklıymışsınız” dedi Alper ve amaca dönüp yalvardı; “bana
bir tane verebilir misin. Kendi amaçlarıma inanmıyorum bazı zamanlarda onlara
ihanet ediyorum” dedi. Eleştiri, bu laflar üzerine Alper’in sırtını sıvazladı. “Kendini
eleştirmeye devam et, doğruyu mutlaka bulacaksın” dedi. Ve alper’e ilk defa
gülerek baktı. “Amaç seçmek kolay ama ona sahip çıkmak zordur delikanlı” dedi
amaç, Alper’e. “Eğer sana bir tane verirsem garantiyle ömür boyu düşman olacaksın
bunu kabul ediyor musun” dedi. “Ediyorum” deyince Alper, amaç Alper’e okkalı
bir tokat attı. “Aslanım mesele şehri terk etmek, kaçmak değil. Eleştirmek hiç
değil. Bunlar basit. Eğer bir amaç istiyorsan sana vereceğim amaç ateş gibi
olacaktır” dedi. “Onu beslemezsen zayıflar ve söner. Garantiyle haşır neşir
olduğun her an o ateşi zayıflatırsın. Ve o ateş bir kere küstü mü sana, bir daha
alevlenmez” diye devam etti amaç. “Peki, neden benimle uğraşıyorsun garanti”
dedi Alper, garantiye. O güzel ve soğuk gözüken şerbeti içen garanti, “terk
etmeseydin Ankara’yı, bir işe felan girseydin. Sen kaşındın” dedi. “Ve bundan
sonra daha fazla ilgileneceğim seninle” diyerek şerbetini içmeye devam etti.
Eleştiri de bu sefer “artık beni kullanmayı da bırakacaksın Alper” dedi. Alper
kafasını salladı ve kafasını öne eğdi. Üzgün müydü neydi tam bilemiyorum ama
bir değişikti. Bu dördü sessizliğe ansızın düşüncelere gömüldüler.
Bilgeler, Alper için zorlu bir hayatı düşünürken,
Alper de yeni amacına alışmaya onu tanımaya çalışıyordu. Daha şimdiden
korkuyordu “amacın ateşi” söner mi diye. Bu dörtlünün sessizliğini Nina Rota’nın “L’illusionista”sı
böldü. Yanlarındaki boş alana insanlar gelmeye başlamıştı ve müziğin tonu
giderek artıyordu. Kimler yoktu ki; Alper’in okuldan arkadaşları, eski eşi,
muhtar Ekrem, Muhammed abi, Bora, Şevket abi, ben, Alperin annesi ve oğlu,
mahalleden pek çok sima hepsi el ele tutuşup dönüyorlardı. Bunlara üç bilge de
katıldı. Herkes her şeyi bırakmış sadece el ele tutuşup dönüyorlardı. Alper çok
şaşırdı ve Muhtar Ekrem’e bakıp “federico fellini diyorsun yani” diyerek başını eğdi. Muhtar Ekrem
gülerek raksa devam etti ve “gelsene hadi” dedi. Alper dayanamadı ve onların
yanına doğru gitti. Hemen önündeki saçlar ne kadar güzeldi, yoksa bu o mu. Evet
ceylan da buradaydı. Hemen Ceylan’ın elinden tuttu ve çembere katıldı. Orkestra
da gelmişti artık, müzik daha da netti. Alper Ceylan’ın elini sımsıkı tutmuştu
beraber dönüyorlardı artık. “Ceylan” diye tam söze başlayacakken Alper, Ceylan “sus
dedi” Alper’e. “Peki” dedi Alper ve bu ikili kendilerini gruba ve müziğe
bıraktılar…
Bitti...