“Zübük” filmini Kartal
Tibet yönetmiş. Başrollerde ise Kemal Sunal, Nevra Serezli, Metin Serezli,
Bülent Kayabaş, Ali Şen, Kadir Savun, Osman Alyanak, Memduh Ün, Şemsi İnkaya,
Bilge Zobu, Reha Yurdakul, Seyfettin Karadayı ve Osman F. Seden gibi
sinemamızın çok önemli insanları yer alıyor. Filmimizin yapımcılığını ise Türker
İnanoğlu üstlenmiş. Senaryo, Atıf Yılmaz’a ait olmakla beraber özgün senaryo
Aziz Nesin’in “zübük; kağnı gölgesindeki it” isimli kitabına ait. Aziz Nesin’i
siyasi kimliğiyle az çok herkes bilir, sever veya sevmez. Ancak Türk
sinemasındaki pek çok ince espriye ve güzel hikayelere de sahiptir kendisi ve
bunları yaparken de çok sivri bir zeka ile Anadolu halkının cahillikle
mücadelesini ve traji komik hikayelerini anlatır, konu edinir. Aziz Nesin
deyince aklıma ilk gelen şey ise “onlar sertifikalı, ben de harranlıyam”
repliğidir. Yani bir replik bu kadar mükemmel olabilirdi.
İlerde kibar feyzo’ya da mutlaka değinirim. Bu arada ağanın pokunun üstüne pok
olur mu lo?
Filmimizde zübük
lakaplı İbraam’ın, ilgili kasabadaki insanları geçmişte nasıl kandırıp
manipüle ettiğini ve dolandırdığını Motelci Satılmış efendinin ağzından
dinliyoruz. Hikayeyi anlattığı ise Zübük’ü hikayeleştirmek isteyen bir
gazeteci. Kitap ile film bariz farklılıklar içeriyor. Kitabın tamamiyle filme
aktarılması baya zorlamış olacak ki çoğu yerde ve kişide ufak ufak
değişikliklere gidilmiş. Kitapta ise tüm bu olayları kasabalılar ilçe ortaokulunun Almanca Öğretmenine naklediyorlar. Zübük’ten kazık yiyen ahali, öğretmene
geçmişte yaşadıklarını anlatıyor ve farklı ağızlardan gelen bol özeleştirili traji komik hikayeler kitabı süslüyor. Öğretmene zübük’ü
kendisinden başka Allah’ın kulu İsmail Efendi,
Aklı Evvel Bedir Hoca, Tüccardan Emin Efendi, Otelci Satılmış Bey,
Kaymakam Katibi Rıza Bey, Muhalif Kadir Efendi, Murtaza Efendi gibi isimler
anlatıyor;
-Şu deliğe gözünü uydur
da dikizle!
Bağdadiye tahtalarını
söküp, iki evin ara duvarına bir delik açmış. Zübükzade’lerin mutfağı tabak
gibi görünüyor. İbram Bey’in karısı, anası, kızkardeşi, mutfakta harıl harıl
bir işler yapıyorlar.
-Beni bunun için mi çağırdın?
Elin namahremini gözetlemek delikanlılığa yaraşır mı? Diye buna çıkıştım.
-Dur hele arkadaş…
Bunda namahremlik yok. Gözünü ayırma, seyir nerdeyse başlar. Demeğe kalmadı,
Zübükzade’nin sesini duyduk. Yukarı kattan bağırıyor:
-Karıı, karı… Ulan karı!
Şart olsun seni saçlarında asarım. Ulan, ben sana bir haftadır hükümet gelecek
demiyor muyum? Hükümet, Zübükzade’nin misafiri… N’olacak şimdi? Kebaplar hani?
Toklu çevirmesi nerde?
Hamza Bey’in oğlu,
-Asıl seyir bundan
sonra dedi.
Zübükzade bizi görmesin
diye, Çiftverenoğullarının evinin arka kapısından çıktık. Tüccardan Emin
Efendi’nin dükkanının köşesine siper olup seyre başladık. Zübükzade, kapısının
önüne iki sandalye atmış. Birine oturmuş, birine ayağını dayamış. Ayağında
rugan terlik, sırtında pijama, omzunda ceket… Kahveyi içip fincanı iskemleye
koymuş. Bir elinde cigara, bir elinde tesbih. Zübükzade İbraam Bey’in
tesbihinin şakırtısı, kasabanın ötey başından duyulur.
-Bu deliyi mi
seyredeceğiz? Bırak şunu, kahveye gidelim, dedim.
-Dur arkadaş, bekle.
Esas seyir, bundan sonra başlayacak. Sen buradan kıpırdama. Ben bir koşu gidip
kahvedeki arkadaşları çağırayım.
Seğirti gitti. Çok
geçmedi, beş-on delikanlı toplaşmışlar, soluya soluya koşarak geldiler. Duvarın
köşesine hep siper olduk. Zübükzade’nin sırtı bize dönük olduğundan siperimiz
gayet iyi.
-N’olacak? diye reisin
oğluna soruyoruz.
-Durun durun, bekleyin
az, şimdilik görürsünüz… diyor.
Derken Zübükzade İbraam
Bey, yerinden doğrulup, sağ eliyle de yerden bir temenna çakarak,
-Ve aleykümselaaam
Hakim Bey… diye var sesiyle bağırmaz mı_
Aman bu ne iş?..
Karşısında kimse yok, herif havaya selam veriyor. Zübükzade’nin evini
bilirsiniz. Karşı sırasında ev mev yok. Yolun karşı yanı, Kamışlık çayına inen
yamaç…
-Kime selam verir bu
herif? Dedikse de o, elini dudağına götürüp,
-Susun arkadaşlar, bizi
duymasın… Seyir başladı, arkasını görün… dedi.
Derken Zübükzade bir
daha yekinip,
-Ve laeykümselaaam Reis
Bey… diye feryadı bastı.
-Kimi selamlıyor yahu?
Diye sorduk.
Hamza Bey’in oğlu,
-Belediye reisini selamlıyor…dedi,
babama selam verdi, duydunuz ya… Babam yataktan çıkmadı arkadaş. Bu Zübükzade
evliya olmuş, gözleri duvar ötesindekileri, yorgan altındakileri görür.
Zübükzade, durup durup
selamı basıyor:
-Merhaba başkatip bey…
Merhaba… Olur başkatip bey… Bir boş vaktim olursa rahatsız ederim. Güle güle…
Bizi bir gülmedir aldı.
Herif göz göre göre havayı selamlıyor.
-Vay müdür bey, sabah
şerifin hayır olsun… İyilik sağlık, seni sormalı. Olur mu, hiç merak etme,
senin o işini halledeceğiz…
Reis’in oğlu,
-Ortaokulun müdürünü
selamladı, dedi.
-Nerden bildin?
-Ben artık alıştım
oğlum, selamını dinliye dinliye ben de, Zübükzade gibi, hayallerini görmeye
başladım.
Zübükzade, yerden bir
temenna daha çakıp havayı bir daha selamladı:
-Merhaba kaymakam bey,
merhaba. Ne var ne yok. Bizde iyilik sağlık. Olur olur. Sen hiç merak etme o
işi. Ankara’ya yazdım, cevabını bekliyorum.
Zübükzade İbraam Bey,
kasabada adı geçen adam bırakmadı, hepsinin selamını aldı, kabul etti. Demek
bizim kasabanın ileri gelenleri, her sabah bu Zübükzade’nin kapısı önünden
asker bölüğü gibi geçer, tekmil verip selam durur.
Neden mi havayı
selamlar? Allah Allah, besbelli canım… Zübükzade’nin itibarı yüksek denecek.
Baksana Bey, kasabanın memuru amiri, ağası eşrafı sabah sabah kapısının önünden
geçiyor. Hepsi de Zübükzade’yi sayıp ona selam veriyor. İşte Sağlık Merkezi’nin
doktoru geçti, Posta Müdür geçti, Maarif Memuru geçti… selam vermeyen mi kaldı?
“Ve aleyküm selaaam” diye karga gibi bağırıyor ki, içerde karısı, anası,
kızkardeşi duysun. Evin sokağa bakan pencerelerinin perdelerini sıkı sıkı
kapattırmış. Karıları, sokak üstündeki odalara sokmaz ki, biri de pencereden
bakıp, Zübükzade’nin havayı selamladığı görsün... Zübükzade’nin selam verirken
sesini, arka sokağın evlerinde oturanlar bile duyarlar.
Bey, bu bizim
Zübükzademiz, böyle bir Zübükzade… Ankara’ya gidip de bilmediği bir otelde
kalsa, sabah sabah başını pencereden sokağa sarkıtır, “Ve aleyküm selaaam,
başvekil bey” diye bağırır da, otelciyi de, oradakileri de başvekilin arkadaşı
olduğuna inandırır.
Bu Zübükzade,
memleketimizin bir yüzkarası ama, neylersin bey, bir kere mevcut bulunmuş;
atsan atılmaz, satsan satılmaz. İster istemez çekeceğiz bu namussuzu. Başka
hiçbir umarımız yok…
-Vermez ya, vermez. Sen
bu bizim Zübüğümüzü az mı belledin heyri… Vaktinde hükümete bütün bu olacakları
bir bir yazıp anlatmış. Hükümete aynen “etmen, eylemen arkadaşlar” demiş,
“bunun sonu boka varacak” demiş. “Siz gelin beni dinleyin, bu kafayı
değiştirin” demiş. Demiş her bişeyi demiş ya, gelgelelim hükümette anlayacak
zihin olmadığından, dinletememiş. Bunun üzerine bizim Zübüğümüz hükümete
küsmüş. Hükümete “bunda kelli ne derdiniz varsa görün, benimle de selamı sabahı
kesin” demiş. Gel zaman git zaman hükümet işi sarpa sardırınca, Zübükzade’ye
amana düşmüş. “Sen bize hiçbir vakit küs olamazsın. Bu bir memleket
vazifesidir. Bize acımasan da memlekete acı. Madem sen, buraya gelmem, dedin,
öyleyse biz oraya geliriz” diye haber iletmiş. İşte bizim Zübükzade’mize gelen
misafir, böyle bir misafirdir; hükümet elçisi…
-Alay edin, alay edin
bakalım. Hükümetin mektubu, Zübükzade’nin elinde. Mektubu gören, okuyanvar, sen
ne diyorsun heyri?
-Yaa… Acep Zübükzade’ye
gelecek olan vekil miymiş?
-Tövbe de! Vekil
gelirse, benim bildiği Zübükzade katiyen kabul etmez, kapısından koğar. İlle
başvekil ister.
İşte böyle Bey, bu
Zübükzade’nin ne alçak olduğunu biz daha o zamandan sezinledik. Bundaki yalan
kimde var? Belle ki herifteki İngiliz aklı… Evime hükümet gelecek diye de yalan
söylenir mi? Bu Zübükzade söyler. Bu yalanlar hiç mi işine yaramaz? Yarar. Hem
de nasıl… Herif, hükümetin gölgesine girdi mi, bu küçük yerde bir hükümet de o
olur çıkar. Vekil gölgesine sığınınca, yanında vekil kaç para eder?
-Bütün kasaba eşrafı,
ileri gelenleri her sabah ağabeyime selam verir, hepsi sayar, hatırını sorar.
Öyle ya, mebus olacak bir adam. Sabahları kapımızın önünden geçip geçip
dururlar. Ama ağabeyim yüz vermiyor yoksa…
-hiçbirine değil de, şu
Çiftverenoğlu Hamza’nın selamını almaz mı, cinim başıma toplanır.
-Söyledi ya anne,
ağabeyim ne dedi?
-Öyle ya, dedi. “Bırak
dürzüyü ana, selamını almayacağım ya, selam Allah’ındır. Ondan kabul ediyorum”
dedi. İyi. O neyse. Ya Rıza Beye ne demeye selam verir?
-Anne sana kaçtır
söyler ağabeyim. “Bırak selam verilecek herif değil a, burada kaymakam katibi
bulunmuş biyol. Selamını almamak olmaz” demez mi?
Zübükzade almış sözü:
-Bu zaman, namussuz
zamanı… Kimse doğruluk üzere iş görmüyor. Doğru adamı hiçbir işin başına
geçirmiyorlar. Gazetelerde okumuşsundur belki; şu işe, şu işe müsabaka
imtihanıyla memur alınacak deniyor. Bu imtihan dedikleri ne? Namussuzluk
imtihanı… Namusu düşük olan seçilip imtihanı kazanıyor. Alçaklıkta üstün olan
terfi edip en baş yere geçiyor. Belli, sizin köy haklı. Yayla sizin… Velakin,
hak nerde? Bu işin ucunda para dönerse olur. Vergini verme, rüşvetini ver; bu
zaman böyle bir zaman. Ben size acıdım. Ankara’da tanıdığım çok. Velakin bu
sizin iş, mektupla telefonla olmaz. Ben kalkıp sevabıma Ankara’ya gitsem gerek.
Sağa sola para yedireceğiz. Başka türlü olmaz Sabri Ağa.
Alucanlı Sabr’ağa,
-Acep bu iş bize kaça
patlar? deyince Zübükzade çok kötü kızıyor:
-Ne demek orası bana
ait. Karışmayı siz. Bu kadarlık hemşerilik yapmayacak mıyız? Hükümette bunca
arkadaşımız var, yapışır yakalarına, sizin yaylanın tapusunu alır gelirim.
Sabri Ağa keseye
davranıyor. Zübükzade,
-Şart olsun, selamı
sabahı keseriz… diye parayı almıyor.
-Aman İbraam Bey, nasıl
olur canım. Buyurduğun gibi bir namussuz zamana kaldık. Rüşvet dönmeyince iş
gören yok…
-O da bizden… Şanımıza
yakışmaz sizin gibi gariplerden masarif almka.
-Canım, ta Ankaralara…
Orda kalınır edilir. Yol parası ne…
-Olmaz dedim. vallaha
işinizi yapamam.
Nerdeyse birbirlerine
girecekler. Para ortada. O iter öte. Öbürü iter beri… sahipsiz para, ikibin
lira, laf değil. Paranın böyle kepaze olduğu görülmüş mü? Sonunda Alucan
Muhtarı, ikibin lirayı yavaştan Zübükzadeye göstermeden, peyke minderinin
altına sürüyor.
-Allah senden razı
olsun… diye dualar ederek gidiyor.
Aradan bir zaman geçer.
Alucanlı Sabri Ağa yayla işi ne oldu diye gider sorar. Zübükzade, salt bu iş
için Ankara’ya gitmişmiş. Aç köpek çok. Açılan her aç ağza para tıkmış… üç bin
mi yedirmiş, beş bin mi, hesabı belli değil.
-Benden yana helal hoş
olsun. Maksadım, hemşerilere bir hizmet. Fakat bunlar yemeyle doymaz. Kalkıp
gene bir gitmeli. N’oldu bizim yayla işi diye sormalı… Bunlar hep mideci… Gene
kesenin ağzını açmalı.
Alucanlı Sabri Ağa
pangınotları çıkarıyor.
-İyiliğiniz iyilik…
Tuttuğun altın olsun. Velakin hiç değilse mesarifi ödemek bize farz. Borcumuz?
-O nasıl söz? Bit duyan
olur da aman. Zübükzade hemşerilerine “parayla mı iş görür, vay kıyamet
kopacak, işte alamet!..” der.
Alucanlı Sabri Ağa
peyke minderinin altına bu sefer üç bin daha koyuyor.
Aradan aylar geçer, gene
bir haber çıkmaz. Sabri Ağa, arkasındaki adamının sırtında hedaya, gider
Zübükzade’ye. Zübük başlar:
-Aman Sabri Ağa
yanlışlıkla olsun iş başında namuslu tek kişi bırakmamışlar, ne dersin… günden
güne ahlak bozuluyor. Geçende sizin yayla işi için ağır bir mektup yazdım ki,
itin önüne bir satırını atsan da koklasa, it iken kudurur. Hemi de kime yazdım,
bildin mi? Müsteşarın ta kendisine… “Pek muhterem godoş” diye başladım mektuba.
Benim gayetle yakınımdır. İçtiğimiz su ayrı gitmez. Samimiyetimiz çoktur. Yahu
ne dersin, cevap bile vermedi. Sizin için kalkıp gene yola düşmek var. Ne
yapalım, bir kere üstümüze aldık. Hemşerilik kolay değil arkadaş. Sevabımıza
yapacağız bu işi…
Alucanlı Sabri Ağa işte
böylece git gel, git gel, bu Zübükzade denen namussuza onikibin lira
kaptırıyor. Paranın beşbinini, yaylayı köye orta malı yapacağız diye köylüden
toplamamış mı? Köylü de ya paramızı, ya tapuyu, dermiş… Çünkü, başları belaya
girecek; Sevcenliler yaylayı bırakmıyorlar.
Hangi taşı kaldırsan
altından Zübükzade çıkıyor. Herifin her bir yerde eli var, hükümetle
mektuplaşıyor, vekillerle sabah akşam telefonlaşıyor; daha da var mı ötesi?
Terzi Cemal bir koşu
Zübükzade İbraam Bey’in evine gidiyor:
-Aman İbraam Ağabey,
hal ü keyfiyet böyle, gayri olan senden olur…
Zübükzade de,
-Sen, diyor, hiç
kasavetlenme. Vekil sıkı ahbabım ki aramızdan su sızmaz. Senli benli konuşuruz.
Hatta beni her nerde görse “vay len Zübük, nerden çıktın böyle?” diyerekten
boynuma sarılır da öpüşürüz. Böyle ki samimiyetimiz var. Senin kardeşin benim
kardeşim demek. Yazarım vekile… Bu işimi yapmazsan suratına bakmam, derim. Sen
bana bırak o işi…
Zübükzade kızıyor:
-Vay, biz her
iyiliğimizi parayla mı satıyoruz? Ulan düzenbazlar, benim bu memlekete
iyiliklerimi ödemeye kalksanız, kıçınızda don bile kalmaz. Al şu paranı! Bir
daha da böyle şey duymayayım…
Terzi Cemal,
Zübükzade’den aldığı parayı gene onun, yeni diktiği elbisesinin cebine gizlice
koyuyor. Üç elbise böyle gidiyor… Ama Ankara’dan haber yok. Terzi Cemal,
-Aman İbraam Bey,
mektep vakti geçecek… diye yalvarıyor.
-Ne, daha oğlanın
mektep işi için Ankara’dan bir cevap gelmedi mi size? Dur öyleyse, şu vekil
olacağa bir iyi döşeneyim…
Eline kağıdı kalemi
alıyor, başlıyor yazmaya, yazdığını da yüksek sesle okumağa: “Pek sevgili
kardeşim Cibilliyetsiz Osman…”
-Kime bu mektup,
affedersin İbraam Bey…
-Kime olacak,
müsteşarın ta kendine…Samimiyiz demedim mi len?
Millet kapı önüne
üşüşmüş, olacağı bekliyor. Çiftverenoğlu Hamza,
-Tamam demiş, bunlar
Zübük’ü doğram doğram doğrarlar ya, tulum mu çıkarırlar, kuşbaşı mı edip tuza
mı basarlar, orası belli değil…
Üç yiğidin içerde
kalması yarım saat kadar sürüyor. İçerde tıs yok. Ne bağıran var, ne çağıran
var…
Çiftverenoğlu Hamza,
-Gördün mü bak, dedi,
herife bir eyvah diyecek zaman da vermedi gaddarlar. Demek birden ensesine
binip, bıçağı çaldılar…
O böyle derken kapı
açılıyor. Üç yiğit başları önlerinde,
-Allah senden razı
olsun…
-Allah eksikliğini
göstermesin ağam…
-Ömrün uzun olsun…
Diyerek, Zübükzade’ye
dualar ederek, yürüyüp gidiyorlar.
Herif burada yoksa,
Allah’ı var. Onun bize hizmeti saymakla bitmez. Açık konuşalım. Hoca, hem de
adam, ne senin gibi ilçenin başkanı, ne belediye reisi. Herif Allah yoluna,
parti uğruna kılıç sallıyor. Onun bitek hizmeti yeter yalnız. Şu dinsiz muhalif
Kadir Efendi alçağını allem edip kalem edip de sonunda amana düşürmek, “ben
ettim, siz etmeyin, aman beni de partinize kabul edin” diye dize getirmek, ne
demek? Hoca, bu muhalif Kadir Efendi, öldür Allah muhaliflikten döner miydi?
Kıtır kıtır herifi kessen, derisini yüzsen ve gözlerine mil çeksen,
muhaliflikten dönmezdi. Ama Zübükzade’nin diline dayanabildi mi? Size onca
dedik; ulan şu muhalif Kadir Efendi’yi hak yoluna getirin. Memleketteki milli
birliği bozuyor, dedik. O kara yılanın başı ezilmedikçe, burada muhalefetin
kökü kazınmaz, dedik. Yalan mı, demedik mi? Hanginiz becerebildiniz? Ama
Zübükzade, Allah razı olsun, kırk yıllık azılı bir muhalifi mum etti ve de
Ankara’ya “bendeniz, nihayet hakikatleri anlayarak doğru yolu buldum. Partinize
geçtim, ellerinizden öperim. Allah sizi başımızdan eksik etmesin, dünya
durdukça durun” diye telgraf çektirdi. Öyle mi?
Kadir Efendi, üç
kızının namusunun gittiğine mi, yoksa bunca yıllık muhaliflik namının pislendiğine
mi yansın? Varını yoğunu dökmüş ki, bileğine kuvvetli birini bula da, Zübük
rezilinin canını ortadan kaldırta. O sıra, İğri Nuri de yeni hapisten çıkıp
sılaya gelince “aman iğri nuri oğlum, seni bana Allah gönderdi” diye itin eline
ayağına varmış. Denize düşen yılan sarılır. İğri nuri, Kadir Efendiden paraları
kapınca, aklı sıra hem Zübükzade’yi başkasına gebertecek, hem de kendi
tereyağından kıl çeker gibi pislikten sıyrılacak.
-Evet, hükümetin
gelmesi iyidir. Kasabamıza faydası dokunur. Hep zübükzademizin sayesinde. Tanrı
Zübükzade’yi yaramaz işlerden esirgeye, kötü kişilerden koruya…
Bre beyim, şu
söyleşmeleri duyunca aklım başımdan gitti. Yahu, bu bizim bura insanında hiç mi
zihin yok? Bunların hepsi bilir ki, bu Zübükzade, tarihlerin yazmadığı bir
namussuz. Tek ayak üstünde seksen yalan kıvırır. Uykusunda şeytan aldatmaya
gelse, şeytanın ırzına geçip “gözünün yaşını sil!” diye donunu da eline verir.
Böyle bir soysuzun sözüne inanılır da “evet, Zübükzade’nin evine hükümet
geliyor” denir mi? Can başıma sıçradı.
Hamza Bey söze girişti
ve Zübükzade için demedik söz komadı:
-Yahu alçak bizi hep mi
akılsız belledi? Bu ne iş heyri? Bu gece sözde evine hükümet gelesiymiş.
Hükümet ne demek bre kardeş? Bu itin başını boş korsak, yarıntesi gün de
“İngiliz kralı canciğer ahbabım olduğundan ziyaretime gelmiş. Velakin bir karı
dalgasından ötürü gönlüm kırık olduğundan huzuruma girmekliğine destur
vermedim” diye atacak. Biz de bile bile yutacağız öyle mi? Yahu aramızdan bir
vicdanlı herif çıkıp da şu Zübük’ü ayağının altına alıp çiğnemeyecek mi? Bu
rezilin canının alanın makamı cennet-i aladır…
Aman Bey, nasıl
anlatsam sana, Belediye Reisi işte böylece konuşurken, nasıl olduysa ben birden
sertelip de:
-Ne demek… Şimdi sen
hükümetimiz büyüklerinin İbraam Bey hanesine konacaklarına inanmıyor musun? Bre
Hamza Bey, şu temeline tükürdüğüm kasaba kuruldu kurulalı, bunca hükümet gelip
geçmiş de, hangi bir ileri gelen hükümet adamı “varıp bıyol şuncağızlar nider,
nişler?” diye kalkıp gelmiş? Ulan biz ne değerbilmez insanlarız… Her nasıl
olduysa içimizden bir İbraam Bey çıkmış da hükümeti buyur etmiş.
Çekememezlikten onu da diri diri yiyeceğiz…
Ben bu sözleri nasıl
dedin hey Allah… Demindenberi “aman bir sözünü esirgemez kişi çıksa da,
dertleşsek” diye içimden geçirip dururken, ben nasıl oldu da böyle konuştum? De
ki, içime başka biri girip oturmuş. Konuşan ben değilim de, içime giren
namussuz. Evet, içime şeytan girmiş.
Dilekçeyi okudum. Hep
beğendiler. Zübükzade,
-Herkes ayrı ayrı
yazacağına, toptan, herkesin ağzından yazılsın, altına imzalar basılsın… dedi.
Dediği doğru. Öyle
yaptık. Altına imzaları attık. Kimisi imza attı, kimisi mührünü bastı. İş
bitince Zübükzade dilekçeyi elimden aldı, yüklük kapısını kitledi, anahtarı da
cebine soktu.
Birden aydım:
-İbraam Bey, sen sonra
mı imzalayacaksın?
-Ne imzası, ben
imzalayacak değilim… Ben size partiden çıkacağım dedim mi? Böyle bir söz dediği
duyanınız var mı?
Aman… Deme… O nasıl iş?
Bre… Kardaş… Yahu… Namussuz bizi çürük tahtaya bastırdı mı… Tuu…
Bizim telaşımızı
görünce,
-Madem istiyorsunuz,
ben de ayrı bir dilekçe yazarım, dedi…
-Aman yaz…
Yazdı. Yazdıktan sonra
da hiç utanmadan okudu. Partiye candan, kalpten, bedenen, cismen ve ruhen bağlıymış.
Ucunda ölüm olsa, parti yolundan dönmeyecekmiş. Herkes partiden çekilse de, o,
bir başına bu kasabada parti kalesini kanının son damlasına kadar koruyacakmış.
Allah da partiyle berabermiş.
Bunu yüzümüze karşı
okuyunca apıştık kaldık. Şimdi n’olacak?
-Öyleyse? Yahu,
Kadr’efendi de işte söyledi. Bu millet muhaliflere oy verecek, bizden bıkmış…
Bizi ancak Zübükzade kurtarır. Gelin Zübükzade’ye, “seni belediye reisi
yapacağız” diyelim de herif partimize oyları toplasın… Kendisini reis yapmayacağız
diye kızar da öteki partiye geçerse yandık, bir daha bu kazada partimiz seçimi
kazanamaz. Ne diye herifi yıkarız babam? Evime hükümet geldi diye atarmış.
Atsın bre arkadaşlar, atsın... Ulan bu hükümetin kendisi atarken bile bile
yutuyoruz da, aramızdan çıktı diye bir Zübükzade’nin atması mı bize ağır
geliyor? Politika ne demek? Biri bin göstermek demek. İcabında deveyi pire
yapmak demek… aramızda muhalifleri tepeleyecek Zübükzade’den daha bir atıcınız,
daha bir alçağınız varsa, çıksın ortaya, parmağını kaldırsın… gördüğünüz mü,
sustunuz işte. Öyleyse bize düşen memlekete vazifesi, Zübükzade İbraam Bey’i
desteklemek. Zübükzade “kaymakam selam verdi de almadım” mı diyor, biz hemen
“vali selam verdi de almadım” diyeceğiz. Zübükzade “evime vekil geldi” mi dedi,
biz hemen “başvekil geldi de İbraam Bey’den akıl sordu” diyeceğiz. Zübükzade
İbraam Bey’in her yalanına “gördük, duyduk, vallah billah doğru” diye yemin
edeceğiz. Parti tesanüdü budur arkadaşlar. Yook, içinizde muhalefeti alt
edecek, İbraam Bey’den daha oyunbaz birisi varsa, o başka, ona bir diyeceğim
yok…
-Buyur İbraam Bey,
buyur. Velakin dedin durdun…
-Velakin bazı şartlarım
var.
Çiftverenoğlu da gayri
belediye reisliğinin elden gittiğini anlamış, hiç değilse Zübük’le arayı
açmayayım diye, o hepimizden ateşli,
-Her ne gibi şartın
şurtun varsa, her bir buyruğun can baş üstübe!.. dedi.
Zübükzade ahlaksızı
zorla gözünden akıttığı iki damla yaş çenesinden süzülürken,
-Arkadaşlar, dedi,
birinci şartım şu ki, hep insanız, beşer şaşar… Yanılmak insanoğluna vergi.
Evvel Allah belediye seçimini kazanırız. Ben de, madem istediniz belediye reisi
olurum. Makam insanın başını döndürür. Eğer benim de başım döner, yanlış bir iş
yaparsam ve de sizler beni doğru yola getirmezseniz, namertsiniz…
Bey, bu Zübük’ün bir
sesi var, beri benzer tiyatro oyuncusunda böyle ses bulunmaz. Yahu, herifin
alçaklığını benden iyi bilen yokken, o sözleri dinleyince içim bir hoş oldu,
gözlerim sulandı. Bu kez ağlama sırası bize geldi. Sesini titrete titrete “beni
doğru yola getirmezseniz, namertsiniz” demiyor mu, insanın hamiyet damarları
kabarıp yaşlar göz pınarlarından taşıyor.
Çiftverenoğlu Hamza
dürzüsü,
-Namerdiz! Diye
bağırdı.
Tüccardan Emin Efendi
yaşından başından utanmadan,
Başka emrin? Diye
sordu.
Estağfurullah… İkinci
şartım şu ki, hiçbir kimseden dalkavukluk istemem. Çünkü, neden derseniz, bu
alkışa, dalkavukluğa insanoğlunun yüzü yumuşak… Ola ki ben de şeytana uyar
sapıtırım.
Hşa peygamberler gibi
konuşuyor.
-Beni baştan
çıkarmayacaksınız. Bana doğru yolu göstermezseniz alçaksınız.
Kendimi zaptedemedim,
-Alçağız!diye bağırdım.
-Üçüncü şartım şu ki…
-Buyur İbraam Bey!
-Dediğimden dışarı
çıkmayacaksınız.
Aklı Evvel Hoca denen
sakallı keçi,
-Çıkan, vicdansız! Diye
bağırdı.
İsmail Efendi çok tatlı
bir adam. Burada herkes durmadan söver, ama İsmail Efendi’nin ağzından bir tek
sövgü çıktığı duyulmamış. Çok kızarsa birine “Allah’ın kulu!” diye bağırıyor.
Onun için adı “Allah’ın Kulu İsmail Efendi” kalmış.
Vızır vızır taksiler
geliyor, hususiler geliyor. Bizim bura böyle bir şenlik görmemiş. Ehalinin
hiçbir şeyden haberi yok, cümbüş ediyor. Derken Bey, vilayetten bir otobüs
dolusu askeriye mızıkası gelmedi mi… Vali şöyle bir yanda duruyor. Çünkü
validen büyükleri var. Zübükzade cibiliyetsizini bir görsen, göğsünü davul gibi
şişirmiş, ortada dolanıyor.
Askeriye mızıkası
vurmaya başladı, ağırdan bir makam… Cami avlusuna varıldı. Şehit tabutta. Aklı
Evvel Bedir Hoca cenaze namazını kıldırır. Tabutu aldık yürüdük. Önde mızıka
vuruyor. Şehit kabristana gömüldü. Arkadan nutuklar başladı. Velakin Ankara’nın
adamı dehşetli nutuk çekiyor. Ankara nutukçusunun dediğinden hiçbir şey
anlaşılmıyor, velakin bir nutuk ki insanı ağlatıyor. Ben ağladım… baktık,
Çiftverenoğlu da ağlıyor, Emin Efendi de ağlıyor. Ağlamayan yok canım… erkek
kısmı ağlar mı? Elin oğlu ağlatıyor Bey. O nutku duyup da ağlamamak olamaz.
Bir gün toplantıdayız.
Zübükzade İbraam,
-Arkadaşlar, dedi, bu
anıt işine gayret verin! Anıt, büyük iş. Bir millet, geleneksiz olmaz. Gelenek
ne? Gelenek, türbe demek, ziyaretgah demek, eski işler demek, bildiniz mi?
Yahu, bu kasabanın hani türbesi? Siz memleketi iyice gezmediğinizden
bilmezsiniz; başka yerlerde türbeden geçilmez. Bir yabancı gelse, “hani ulan
sizin türbeniz?” dese de, olmadığını görüp suratımıza tükürse doğru değil mi?
Avukat Burhan alçağı, bize gerici dermiş. Ne gericisi? Biz halisinden
Atatürkçüyüz ve Atatürk hazretlerinin izindeyiz. Biz öyle, yatıra matıra,
türbeye, kıtıra inanmayız. Velakin şehit başka, şehit türbesi. Atatürk rahmetli
sağ olsaydı da, şehide türbe yaptığımızı duyaydı bize “aferin!” demez miydi?
Hey koca Atatürk, şu Burhan gibi dinsizleri temizlemedin de… Türbenin faydası
çok. Efendim? Bir kere anıt olsun, türbe olsun, bu bizim kasabanın namını
artırır ve turist çeker. Yahu, bizim buranın dertlileri, üç günlük yoldaki Arap
Hoca yatırına ziyarete gitmezler mi?.. Yazık değil mi bu kadar yolu tepsinler?
Madem ki demokrasi var denmiş bir kere, bir memlekette okul da gerek, hastane
de gerek, yatır da gerek! Hepsinin müşterisi ayrı. Ne dersiniz?
Tahrirat katibi Rıza
Bey içeri girdi.
-Duydunuz mu olanları?
dedi.
-Neymiş?
-Mezardan çıkan
kemiklerin raporu geldi. İnsan iskeleti değilmiş.
-Ya neymiş?
-Yunuz balığı
iskeletiymiş. Adli Tıp muayene edip bildirmiş. Savcılık da soruşturmuş. Buradan
giden bir araba, yunus balığı götürürken, sıcakta kokunca balığı atmışlar.
Etini kurt çakal yemiş, iskeleti kalmış. Esasen şehit mehit de yok. Buradan
şehirde tören yapıldı denince Ankara şaşmış. Uçak düşmemiş ki şehit ola… Uçak,
kara duman salıp Hıdırlık Doruğundan baş aşağı kayınca bizim avanaklar, uçak
düştü sanmışlar.
-Ne diyorsun?
-Diyeceği böyle…
Hep birden Aklı Evvel
Bedir Hoca’ya döndük:
-Ulan alçak Hoca, yunus
balığına bize cenaze namazı kıldırdın rezil… Bir de dualar ettin… Tuuu…
Yahu, o kadar kurban
kanı boşa mı gitti, biz boşu boşuna mı ağladık?
Bedir Hoca’ya
çullandık… Bedir Hoca,
-Ben bilir miyim, dedi.
İbraam Bey öyle söyledi… Ben dediğini yaptım.
İşte böyle bey… Türbe
gene yapıldı. Hıdırlık yolundaki “yunus baba türbesi” işte odur, ziyaretgah…
Kısır karılar gider, saralılar, deliler gider, birebir…
“Böyle ineğin böyle
danası olur” demişler, boşuna mı? Bizim gibi avanaklar olduktan sonra kelli,
Zübük’ün bize ettiği az bile. Bizi güldürür de ağlatır da… Ağla gözüm ağla…
Zübükzade İbraam Bey,
Burhan’ın yanına geldi, mikrofonu çekip konuştu:
-Muhterem vatandaşlar,
aziz hemşerilerim! Bizim her türlü fikre hürmetimiz vardır. Belki Sayın Burhan
Bey’in de bir fikri olur. Onun için rica ediyorum. Müsaade edin de konuşsun.
Cami yaptırmamıza neden karşı olduğunu açıklasınlar. Ak koyun, kara koyun
seçilsin, vatandaşlar. Herkesin niyeti anlaşılsın hemşeriler…
Sonra sesini
yükselterek,
-Bir hakikat kalmasın
alemde Allah’ın nihan!.. diye bağırdı.
Millet bu sözü dua
sanıp,
-Amiiin! Diye ünnedi.
Bunun üzerine avukat
Burhan yeniden konuşmağa başladı:
-Hemşeriler, isterseniz
susayım, konuşmayayım…
-Konuş, konuş bre
zındık!..
-Konuş dinsiz
imansız!.. Konuş
Konuştu:
-Sayın büyüklerim,
sevgili hemşerilerim. Bizim başımıza her ne kötülük gelmişse, bilgisizlikten
gelmiştir. Biz bilgisizlikten çok çektik, daha da çekmekteyiz. Cami yaptıralım,
diyorsunuz. İyi, hoş… Başüstüne yapalım. Ama cami ne gerek? Kasabamızda cami
yok mu? Cemaat dolup dolup taşıyor da, camimiz almıyor mu? Şükür Allah’a
camimiz var, atalarımızdan kalma… Eskidir, yıkıktır, derseniz, anlarım. Bana
kalsa yeniden cami istemez. Çünkü gereği yok… Gelin, bu derneği kuralım, ama
Cami Yaptırma Derneği olmasın da, Okul Yaptırma Derneği olsun. Okul yaptıralım.
-Burhan Bey,
anlaşılıyor ki, okulu bahane gösterip kasabamıza bi cami-i şerif inşasına mani
olmak istiyorlar. Okul, okul, der durur… Müslümanlar bunun bahane olduğunu
anlamaz mı?
Bunu deyip Burhan Bey’e
yöneldi. Elini de avukatın suratına doğru kaldırınca, şamarlayacak sandık.
-Burhan Beeey, Burhan
Beeey, diye bağırdı, Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz…Sen, kendine gel
biyol! Biz bu yabancı ve zararlı ceryanlara kapılmış sözlerin ne demeğe
geldiğini anlarız çok şükür. Vah vah… Bir hemşerimizi böyle görmek bizi üzdü.
Biz birlik olalım diye çabalıyoruz, sen ikilik çıkarıyorsun… Yazııık!.. Bunlar
hep komonist oyunları… Bizi, bilmez belleme. Daha sen hangi çayıra kodumsa
ordasın… Efendi, şunu bil ki, kasabamıza cami-i şerif inşa edilecektir ve de hiçbir
kuvvet bizi yolumuzdan sapıtamaz, ne de biz…
Bir alkış koptu,
sözünün gerisi anlaşılamadı. Milletin,
-Yaşa İbraam Bey!..
diye bağırmaktan sesi çatallaştı.
Zübüklük Nedir?
İlçe Ortaokul Almanca
Öğretmeni bir arkadaşına şu mektubu yazıyordu:
Canım kardeşim,
Yarın buradan
ayrılıyorum. Sevinçliyim sanma, üzüntülü de değilim. İçinde bulunduğum ruh
halini sana bilmem ki nasıl anlatsam… İster istemez yine sana Zübükzade denilen
insanlık dışı yaratıktan söz etmek zorundayım. İnsanın bu kadar ahlaksızı,
gerçekten hayatta değil, ancak Shakespeare’in piyeslerinde bulunabilir. Sanki
bu adam, büyük dramcının yarattığı, rolünü çok benimsemiş bir hain tiptir ve
sahneden fırlayarak insanların arasına, gerçek hayata katılmıştır. Bu adam
yaşamıyor; durmadan hemcinslerine kötülük ederek, önüne geçilmez kötü kaderinin
çizdiği yoldan gidiyor.
Ankara’dan dönüşünden
sonra(yeniden vekil olamayınca) burada kimse yüzüne bakmıyordu. Ama herkes
içten içe ondan korkuyordu. Aklı Evvel Bedir Hoca kaç kere,
-Bak görürsünüz, demişti,
kim bilir gene ne domuzluklar kuruyordur. Gene bizi oyuna getirecektir. Allah
vere de kanmasak.
Aylarca siftindi,
durdu. Ona iki bin lirayı Kemikli Mıstıkla gönderdiğimin ertesi günü Ankara’ya
gitti. Dönüşünde “tamam, sen o işi olmuş bil” dedi.
Aradan aylar geçti,
olmuş olacak hiçbir şey yok… Ama Zübükzade İbrahim Bey, şimdi hemşerilerinin
gözdesi. Muhalif, muvafık, onu hepsi de el üstünde tutuyorlar. Durup dururken
ortaya bir vilayetlik işi çıkardı. Zübük İbrahim, bu ilçeyi vilayet
yaptıracakmış. Burası bir vilayet olursa, ilçenin her işi halledilecek,
başlarına bir vali geldi mi, yollar, fabrikalar yapılacak, lise yapılacak.
Vilayet olmaktan başka hiçbir şey konuşulmuyor. Hükümeti kızdırmamak için
muhalif partiler kendilerini kapadılar, tabelalarını da söküp indirdiler. Şimdi
hepsi Zübük’ün etrafında birleşti. Nerdeyse ona tapacaklar. Ankara’ya bugün bir
heyet yola çıktı. Başlarında da tabii Zübük… Avukat Burhanla, Muhalif Kadir
Efendi ve bütün ötekiler de birlikte. Sabahtan akşama kadar kasabada bayram
yapıldı. Mehmet Çavuş Hıdırlık Doruğundan bütün gün top patlattı. Davulcu Topal
Veysel’le zurnacı Çingen Hüsiin gece yarılarına kadar çalıp durdular. Heyetin
başkanı Zübük, yola çıkmadan önce kaptıkaçtının üstüne çıkıp bir nutuk çekti.
Burası vilayet olursa, halkın neler neler kazanacağını anlattı. Sonra heyet
kaptıkaçtıya doldu. Giderlerken iki koç kurban edildi.
Alanın gerisinde durup
onlara şaşkınlık içinde bakakaldım.
Şimdi çok iyi anladım
ki, Zübük bir tane değil, biz hepimiz birer zübüğüz.
Bizim hepimizin içinde
zübüklük olmasa, bizler de birer zübük olmasak, aramızdan böyle zübükler
büyüyemezdi. Hepimizde birer parça olan
zübüklük birleşip işte başımıza böyle zübükler çıkıyor. Oysa zübüklük bizde,
bizim içimizde. Onları biz, kendi zübüklüğümüzden yaratıyoruz. Sonra, kendi
zübüklüklerimizin bir tek Zübük’te birleştiğini görünce ona kızıyoruz.
Bu zübükler her yerde
var, biz zübükler nerde varsak, onlar da orda…
Zübük İbraam paramı
alıp beni kandırdığı için böyle söylemiyorum. Ama böyle doğru düşünebilmem
için, benim de aldatılmam gerekliydi. Nasıl aldandığımı kimseye söylemedim. Aslında
aldatmak isteyen bendim. Zübükler de işte bu duygumuzdan yararlanıp bizi
kandırıyorlar. Daha doğrusu, biz önce kendimizi kandırıp, onları da bizi
kandırsınlar diye zorluyoruz. Kendi içimizdeki zübüklükleri biriktirip,
birleştirip zorlaya zorlaya zübük yaratıyoruz. Gerçekte, zübük biz, benim,
sensin… Karşımıza bir zübük çıkıyorsa, onun zübüklüğünde bizim de bir parçamız
var.
Öğretmenlikten istifa
ettim. Yarın sabah erkenden buradan ayrılıyorum. Ama her gittiğim yerde bu
zübükleri göreceğimi biliyorum. Çünkü bu zübüklük bizde yaşıyor. Onları birer
zübük olarak yaratan, ortaya çıkaran bizleriz. Benim için şimdilik tek amaç, buradan
kurtulmak. Ama gerçekten zübüklerden, kendi zübüklüğümüzden kurtulabilecek
miyiz?
Favori yerli
filmlerinden olan bu filmi izlemenizi şiddetle tavsiye ederim, kitabın filmden
çok daha güzel olduğunu vurgulamam gerek. Haftaya bir sıkıntı olmaz ise yine
güzel bir filmle karşınızda oluruz.
Zübük film eleştirisi...