“Into
the wild” filmini sean penn yönetmiş. Kitabın esin kaynağı ise jon krakauer’ın
chris mccandless’in yaşamının son dönemlerini anlattığı aynı isimli kitabı.
Filmimiz iki dalda oskara aday olabilmiş ve benim çok sevdiğim filmlerden.
Çoktandır değinmek istiyordum kısmet bu yazıyaymış. Filmi izlerken,
tekrarlarında bile, kitabını okuduğumda da chris’le benzer bunalımları
yaşadığımızı idrak ediyorum. Bu yazıda köylü ekrem’e değinmek istiyorum. Bu
yazıda bir önceki yazımız olan askerlik günceleri'nde bahsetmediğim askerlik
arkadaşım gürkan’ın toplumda zehirlenmeden yaşayabilme savaşına değinmek
istiyorum ve geçenlerde intihar eden Mehmet pişkin’e de değinmek istiyorum
elbette.
Köylü ekrem’i ilk izlediğimde hemen bir şeyler yazma, söyleme isteği duydum kendimde. Uzun süre ekrem’in inançlı halini gözlerimin önünden atamadım. Belki de ucundan da olsa söylemeye çalıştığımız şeylerin hepsini söyleyebilmiş ve kendini sistemden toplumdan izole edebilmişti. İşin güzel yanı da kendini izole ederken tüm insanlara bir tavır alma durumu yoktu, sonuçta sanat icra ediyordu ufak köy evinde ve halka açıktı. Kendince toplumdan kaçışı, paraya ve maddeye olan ilgisizliği bende kıskandıracak derecede bir saygı oluşturmuştu. Nasıl insanlar kanser karşısında çaresizse benim heykelim de kurtçuklar karşısında çaresiz diyordu köylü Ekrem. Kanser demişken bir daha annemi rahatsız etme kanser, rica ediyor yalvarıyorum. İnanılmaz müthiş bir karakter, fazlaca okumuş, düşünmüş ve dediğine göre bu fazlalıklar onu yalnız kalmaya itmişti. Onun yalnız kalma isteğinin farklı bir boyutunu benim güzel kardeşim, askerlik arkadaşım kısa dönem Gürkan yaşıyor. 30’una geldi neredeyse ve mümkün olduğunca toplumdan kaçmaya çalışıyor.
Ev almak, kredi ödemek, sevgi için değil de bilmem ne için evlenmek,
toplumsal statüler hep bahsettiği konular. Onunla tanıştığımda aslında köylü ekremle
tanıştığımı fark etmiştim. Şimdilerde köyde ailesiyle yaşıyor. Tarımla
uğraşıyor çok para kazanmasa da. Şehre inse bir işe girebilir ama istemiyor
sistemin lanet düzenini. Akşamları semaverine çay koyup gökyüzünü izliyor her
gece. Balık tutmayı, kitap okumayı seviyor. En kısa zamanda yanına gideceğim
onun. Bir ara ben de ona tavsiyeler verirken buldum kendimi. Oğlum dedim gir bi
işe evlen felan, hep köyde kalamazsın diye. Sonra baktım ki annesi gibi ben de
bunaltmaya başlamıştım onu. Sustum ses etmedim.
Bu yazıyı hazırlarken geçenlerde Mehmet pişkin’in intihar videosunu da
izlemiş bulundum bir şekilde. Biraz hayatını araştırdım derken, neşeli gözüken
bir insanın böyle bir karar vermesi gerçekten düşündürücü. Hani anlayabiliyorum
sıkıntılarını kendisini tanımasam da. Dünyada bu kadar acı, zulüm, Amerika, cıa
varken; binlerce masum bir yerlerde ölüyorken Mehmet, Ekrem, Gürkan ya da chris
neden önem arzediyor olabilirdi? Evet güzel soru. Onlar aslında sadece bir
insan ve gerçekten dünyada çok daha önemli sorunlar var. Açlık gibi. Adam 2014
yılında acından ölebiliyor, öte yandan psikolojik bunalım çeken insanlar.
Öte yandan toplumdan
kaçmaya çalışan insanlar. Çok detaylı baktığımızda kaçmanın hatta intihar
etmenin kolay olduğunu söyleyebiliriz ama onları anlamak istiyorum sadece.
Köylü ekrem’in bir kırılma anı mutlaka olmuştur, gürkan’ın kırılma anını,
anlarını biliyorum ve hak veriyorum ona, muhakkak mehmet’in de çok düşündüğü
çözemediği şeyler oldu. İşte bunları arıyorum ben, cevaplarını. Her şeyi bir
kenara atabilmek, çok şeylerden vazgeçebilmek cesaretini hangi hormon sağlıyor
ve bu inanmışlık tam olarak ne zaman başlıyor? Sadece bunları merak ediyorum ve
hayatlarına saygı duyuyorum. Chris, işte biraz da holivud’un sayesinde derdini
herkese anlatabildi sanırım. Onun da hayatını öğrenince yaptıklarını kolayca
eleştirmekten ziyade saygı duymaya ve sebebi neydi ki demeye başlıyorum. “Legends
of fall” filminde tristan ludlow’un yaptığı gibi de kaçabilirlerdi toplumdan.
Böylesine keskin kararlar almayı gerektiren neydi? Reklamlar çok bunaltıyor
artık, kredi muhabbetleri, işimize yaramayacak binlerce eşya, bencillik, evet
hiç kimse önemli değil artık bizler için sadece biz varız, maddenin cazibesi, insanların yavanlığı ve
hayatın bir yerden sonra tad vermemesi. Bunlar beni çok geriyor, bir gün belki
ben de radikal bir karar alabilirim. Ve etrafımızda toplumdan bunaldığını söyleyen kişiler
olursa ki haklı sebepleri vardır mutlaka, basit yolu seçip hemen eleştirmeyelim
belki bir güzel insanı intihardan veya aramızdan çekip gitmekten kurtarırız.
Jon
Krakauer, Amerikalı yazar ve dağcı. 1954’te Massachusetts’de doğdu. Hampshire
College’de çevrebilim eğitimi aldı. 1977 yılında Alaska’da, daha önce hiçbir
dağcı tarafından ayak basılmamış bir rota üzerinden Devils Thumb zirvesine
tırmandı. Ardından Arjantin’de dünyanın en zorlu teknik tırmanışlarından biri
olarak değerlendirilen “cerro torre” tırmanışını gerçekleştirdi. 1996 yılında,
krakauer’in de dahil olduğu everest’e tırmanan ekip iniş sırasında sert bir
fırtınaya yakalandı ve altı dağcıdan dördü hayatını yitirdi. Krakauer yabana
doğru’dan önce, outside dergisindeki yazılarıyla tanınmıştı. Krakauer’in
yabana doğru kitabını mutlaka okumanızı tavsiye ederim. Bu yazıdaki çoğu
anekdot ilgili kitaptan alınmıştır;
“Nisan
1992’de, amerika’nın doğu kıyısında varlıklı bir aileden gelen genç bir adam,
otostopla alaska’ya gidip tek başına mckinley dağının kuzeyindeki yaban dağının
içine karıştı. Dört ay sonra çürümüş cesedi geyik avcıları tarafından bulundu. Cesedin
bulunmasından kısa bir süre sonra, outside dergisinin editörü, çocuğun ölümü
üzerindeki sis perdesini aralayacak bir yazı yazmamı istedi. Adı christopher
Johnson mccandless’dı. Washington d.c.’nin zengin bir banliyösünde büyüdüğünü,
okuldaki üstün başarılarının yanı sıra çevresi tarafından seçkin bir atlet
olarak tanındığını öğrendim.
1990
yazında Emory üniversitesinden dereceyle mezun olmasının hemen ardından,
mccandless ortalıktan kayboldu. Adını değiştirdi, banka hesabındaki yirmi dört
bin doların tamamını bir hayır kurumuna bağışladı, arabasıyla birlikte sahip
olduğu eşyaların neredeyse tümünden kurtuldu, cüzdanında kalan son banknotları
yaktı ve ham, sıra dışı deneyimler peşinde toplumun en uç kesimlerine sığınarak
kuzey amerika’yı arşınladığı yeni bir yaşam kurdu. Cesedi alaska’da bulunana
dek, mccandless ailesi ne çocuklarının nerede olduğunu ne de başına ne
geldiğini öğrenebildi.
Çok
kısa sürede yazdığım dokuz bin kelimelik yazı, derginin ocak 1993 tarihli
sayısında yayınlandı. Fakat outside’ın bu sayısı raflardan inip yerini daha
güncel haberler aldıktan sonra da mccandless’a olan ilgim sürdü. Çocuğun
açlıktan ölümünün detayları ve yaşadıklarıyla kendi hayatım arasındaki sarsıcı
benzerlikler bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Sonunda, mccandless’ı zihnimden
atmak istemediğimi anlayarak, bir yılı aşkın bir süre çocuğun alaska
taygasındaki ölümüne dek uzanan dolambaçlı rotanın izini sürdüm ve saplantıya
varan bir ilgiyle yolculuğunun detaylarını çıkarmaya çalıştım. Mccandless’ı
anlamaya çalıştığım bu süre zarfında; Amerikan imgeleminde hep cazip bulunmuş
vahşi doğa kavramı, belli kafadaki genç adamların aklını çelen yüksek riskli
deneyimler, babalar ve oğullar arasındaki karmaşık, aşırı yüklü ilişkiler gibi
daha kapsamlı konularla da kaçınılmaz bir şekilde karşı karşıya kaldım.
Aşırı
ölçüde hassas bir genç olan mccandless, modern hayatla kolay kolay uyuşmayacak,
katı, inatçı bir idealizm taşıyordu. Tolstoy’dan çok etkilenmişti. Özellikle de
bu büyük rus romancısının basit ve yoksul hayatı tercih ederek zenginlik ve
imtiyazlarla örülü bir dünyayı terk edişine hayran kalmıştı. Üniversite
yıllarında yakınlarını önce etkileyecek ancak sonraları ürkütecek üzere
tolstoy’un çileciliğine ve ahlaki katılığına öykünmeye başladı. Yaban alaska
topraklarına adım attığında bolluk içinde bir dünyaya yönelik hayaller
gütmüyordu; aradığı şey tam olarak tehlike, zorluk ve tolstoyvari bir
feragattı. Peşinde olduğu tüm bu şeylere fazlasıyla ulaştı da.
Buna
rağmen mccandless, on altı haftalık çilesinin büyük bir kısmında tutunmayı
başardı. Aslına bakılacak olursa, görünüşte çok önemli olmayan bir ya da iki
hata yapmamış olsaydı, dört ayını geçirdiği yabanıl topraklardan nisan ayında
girdiği gibi sessiz sedasız çıkıp gidebilirdi. Ancak yaptığı masum hataların
önemli ve telafi edilemez olduğu ortaya çıkınca adı bulvar gazetelerinin
manşetlerine taşındı ve geride, çocuklarına duydukları güçlü ve acı yüklü
sevginin parçalarına tutunmaya çalışan darmadağın bir aile bıraktı.
Şaşırtıcıdır
ki çok sayıda insan chris mccandless’ın yaşam ve ölüm hikayesinden etkilendi.
Outside’da yayınlanışından sonraki haftalar ve aylar içinde bu makaleye,
derginin tarihinde başka hiçbir makaleye gelmediği kadar çok mektup geldi.
Tahmin edilebileceği gibi, gelen mektuplar birbirinden keskin şekilde ayrılan
bakış açılarını yansıtıyordu: bazı okurlar cesaretinden ötürü çocuğu fazlasıyla
takdir ederken, bazıları onun kimseyi umursamayan bir aptal, bir kaçık,
küstahlığı ve budalalığı yüzünden telef olmuş bir narsist olduğunu söylüyor ve
ölümünün medyada hatırı sayılır ölçüde yer bulmasına ateş püskürüyordu.
Stampede
patikası, earl pilgrim adında efsanevi bir alaska madencisi tarafından 1930’lu
yıllarda açıldı; bu durum pilgrim’in, toklat nehri’nin clearwater çatalının
yukarısında bulunan stampede deresi’nden çıkan antimon cevheri üzerinde hak
talep etmesini sağlamıştı. 1961 yılında, fairbanks kökenli bir şirket olan
yutan inşaat, yeni eyalet olmuş alaska’daki ihaleyi kazanarak, patikanın
düzeltilmesi ve maden cevheri taşıyan kamyonların bütün yıl boyunca
kullanabileceği bir yola dönüştürülmesi işini üstlendi. Yol yapım çalışmaları
esnasında inşaat işçilerin barınak sağlamak için şirket yetkilileri hurdaya
çıkmış üç otobüs satın alarak, içlerine ranza ve basit set üstü ocaklar yerleştirilen
bu araçları, bir caterpillar d9’un yardımıyla vahşi doğaya getirdi.
Proje
1963 yılında durduruldu. O ana dek yolun ancak seksen kilometrelik kısmı
düzeltilmiş ama patikayı kesen nehirlerin üzerinden geçmesi gereken köprülerin
hiçbiri kurulamamıştı. Stampede patikası, buz tabakalarının çözülmesi ve
mevsimlik taşkınlarla birlikte kısa süre içerisinde yeniden kullanılamaz hale
geldi. Yutan, otobüslerden ikisini tekrar otoyola çıkardı; üçüncü otobüs ise
avcı ve tuzakçılar için barınak oluşturması amacıyla patikanın ortalarında bir
noktada bırakıldı. İnşaatın durdurulmasının üzerinden geçen otuz yıl içinde,
yolun büyük kısmı taşkınlar, bitki örtüsünün etrafı sarması ve küçük göletlerin
oluşmasıyla silinip gitmiş olsa bile, otobüs bugün de olduğu yerde duruyor.
International
harvester marka, 1940’lardan kalma antika bir model olan bu metruk otobüs,
healy’in kırk kilometre kadar batısında, denali ulusal park sınırının hemen
ilerisinde, çevresiyle bağdaşmaz biçimde stampede patikası’nın dibindeki
yakıotlarının arasında paslanmaya terk edilmiş durumda. Motoru ölü. Bazı
camlarda çatlaklar var, bazılarıysa tamamen kırılmış. Zemin kırık viski
şişeleriyle kaplanmış, yeşil-beyaz boya tabakası kötü şekilde oksitlenmiş.
Üzerindeki yazılar, bu kocamış makinenin bir zamanlar fairbanks kent içi toplu
taşıma sistemine ait olduğunu söylüyor: otobüs 142. Bugünlerde otobüs 142’nin
tek bir insan yüzü bile görmeden altı-yedi ay geçirmesi olağandışı bir durum
değil. Ama eylül 1992’nin ilk günlerinde üç parti halinde altı kişi aynı günün
öğleden sonrasında terk edilmiş otobüse ulaşmıştı.
Denali
ulusal park sınırlarının, kantishna tepeleri ve dış sıradağlar’ın en kuzey
kesimini de kapsayacak şekilde genişletildiği 1980 yılında, yeni park sahası
çizilirken alçak bir arazi parçası gözden kaçırıldı. Kurt yöresi olarak bilinen
ve stampede patikası’nın ilk yarısını kuşatmış olan ince uzun bir araziydi
burası. 11 kilometreye 32 kilometre ölçülerindeki kurt yöresi’nin üç tarafı
ulusal parkın koruma altındaki sahası tarafından çevrelenmiş olduğundan, bölge
olması gerekenden çok daha fazla kurt, ayı, rengeyiği, mus ve diğer av hayvanı
barındırır. Bölgenin sıra dışı durumunun bilincinde olan avcı ve tuzakçılar, bu
sırrı kıskançlıkla saklamışlardır. Sonbaharda geyik sezonu açılır açılmaz az
sayıda avcı, park sahası dışında kalan arazinin kuzey ucunda, sushana nehri’nin
hemen yakınlarındaki eski otobüsü ziyarete eder. Otobüsün bulunduğu nokta ile
park sınırı arasında yalnızca üç kilometre kadar mesafe vardır.
Anchorage’da
bir kaporta dükkanının sahibi olan ken thompson, gordon samel ve ferdie swanson,
geyik avına çıktıkları 6 Eylül 1992 günü otobüse uğramayı da planlamışlardı.
Otobüsün bulunduğu yere ulaşmak hiç kolay değildi. Stampede patikası’nın
düzeltilmiş kısmının bittiği noktanın on beş kilometre kadar ilerisinde,
dağlardan gelen buz gibi suyun hızla aktığı teklanika nehri patikayı kesiyordu.
Patikanın nehir setine dar bir boğazın ta yukarısında kavuştuğu noktada
teklanika kabarıp taşarak akışını sürdürmekteydi. Süt rengindeki bu güçlü
akıntıdan karşıya geçme fikri, birçok insanı ilerlemekten vazgeçirmiştir. Bir
şekilde nehri geçen gezginler otobüsün bulunduğu yere ulaştıklarında,
thompson’un deyişiyle, “15 metre kadar ötede dikilip duran ve hayalet görmüşe
benzeyen bir adam ve kız”la karşılaştılar.
İkisi
de otobüse girmemiş fakat içeriden gelen korkunç kokuyu alacak kadar
yaklaşmışlardı. Otobüsün arka kapısının dibindeki kızılağaç dalına eğreti bir
işaret bayrağı asılmış; aralık duran kapıya ise insanı tedirgin eden bir not
yapıştırılmıştı. Gogol’un bir romanından koparılmış sayfanın üzerine muntazam
kitap harfleriyle yazılmış notu okudular: “S.O.S. yardımınıza ihtiyacım var.
Yaralı, neredeyse ölmek üzereyim ve buradan bir yere gidemeyecek kadar güçsüz
düştüm. Yapayalnızım, bu bir şaka değil. Tanrı aşkına, lütfen beni kurtarmak
için burada bekleyin. Bu yakınlarda meyve toplamaya gidiyorum, akşama dönmüş
olurum. Teşekkür ederim, chris mccandless. Ağustos?”
Samuel
sonrasını şöyle anlatıyor: “bir kütüğün üzerine çıkıp arka pencerelerin
birinden uzandım ve tulumu dürttüm. İçinde bir şey olduğu kesindi ancak bu her
neyse, çok ağır değildi. Otobüsün diğer tarafına geçince tulumun içinden çıkmış
başı gördüm. Artık baktığım şeyin ne olduğunu anlamıştım.” Chris mccandless,
iki buçuk haftadır ölüydü. “Beklediğim, hayatın durgun akışı değil, hareketti.
Coşku, tehlike, duygulanmak için hareket istiyordum. Durgun yaşantımızda
harcanmayan enerji fazlalığı vardı içimde.” Lev Tolstoy-aile mutluluğu. Chris
mccandless’ın eşyaları arasında bulunan kitabın altı çizilmiş satırları.
Otuzlu
yaşlarının ortasında olan westerberg, onu evlat edinmiş olan ebeveynleri
tarafından henüz küçük bir çocukken carthage’a getirilmişti. Bu uçsuz bucaksız
düzlüklerde hem bir Rönesans adamı sayılırdı; hem de çiftçi, kaynakçı, işadamı,
makinist, yetenekli bir tesviyeci, alım-satım spekülatörü, lisans sahibi bir
pilot, bilgisayar programcısı ve elektronik arızalardan da anlayan bir oyun
makinesi tamircisiydi. Ancak mccandless’la tanışmadan kısa bir süre önce bu
yeteneklerinden biri başının kanunla belaya girmesine neden olmuştu.
Westerberg
bir dönem kanundışı olarak şifreli kablo yayınını kıran ve insanların yayınları
para ödemeden izlemesini sağlayan kara kutu imal edip satmıştı. Fbı durumun
farkına vardı, tuzak kurdu ve westerberg’i yakaladı. Suçunu kabul ederek
yaptıklarından pişman olduğunu söyleyen westerberg, mccandless’ın carthage’a gelişinin
iki hafta kadar sonrasında, 10 Ekim 1990 günü, dört aylık hapis cezasını çekmek
için sioux falls’a götürüldü. Westerberg’in başına gelenlerin ardından,
mccandless için ambarda iş kalmadı ve şartlar farklı olsa oradan ayrılacağından
belki de çok daha önce, 23 ekim günü, carthage’dan ayrılarak göçebe hayatına
geri döndü.
Fakat
mccandless’ın carthage’a duyduğu bağlılık gücünden bir şey kaybetmedi. Ayrılmalarından
önce, westerberg’e tolstoy’un savaş ve barış’ının çok değerli bir 1942
baskısını verdi. Kitabın ilk sayfasında, “wayne westerberg’e alexander
tarafından verilmiştir. Ekim 1990. Pierre’i dinle,” yazıyordu (pierre’le
kastedilen, tolstoy’un fedakar başkahramanı ve alt benliği, arayışlar içinde ve
gayrimeşru bir çocuk olan pierre bezuhov’dur). Mccandless, batı’da dolaştığı
zaman içinde westerberg’le bağlantısını koparmadı; birkaç ayda bir aradı ya da
yazdı. Tüm postalarını westerberg’in adresine yönlendirdi ve carthage’dan
ayrıldıktan sonra tanıştığı hemen herkese memleketinin güney Dakota olduğunu
söyledi.
Aslında
mccandless, virginia’nın annandale şehrinin üst-orta sınıfından, rahat bir ailede
yetişmişti. Babası walt önce nasa, ardından da 60 ve 70’li yıllarda hughes
aircraft için çalıştığı dönemde uzay mekikleri ve diğer önemli projeler için
gelişmiş radar sistemleri tasarlayan, üst düzey bir uzay ve havacılık
mühendisiydi. 1978 yılında, user systems Incorporated adında küçük ancak zaman
içinde çok başarılı olan kendi danışmanlık firmasını kurdu. Şirketteki ortağı,
chris’in annesi billie’ydi. Ailenin tamamında sekiz çocuk vardı; chris’in aşırı
yakın olduğu küçük kız kardeşi carine ve walt’ın ilk evliliğinden olan altı
üvey kardeş daha.
Mayıs
1990’da chris, atlanta’daki Emory üniversitesi’nden mezun oldu; okulun the
Emory Wheel adlı gazetesinin köşe yazarı ve editörüydü; bunun yanı sıra tarih
ve antropoloji anadallarındaki eğitimini 3,72 gibi yüksek bir ortalamayla
tamamlamıştı. Okulda kendisine önerilen phi beta kapa derneği üyelik teklifini,
unvan ve şeref payelerinin anlamsız olduğunu söyleyerek reddetmişti. Chris’in
üniversitedeki son iki yılı aile dostlarından kalan kırk bin dolarla
karşılanmıştı. Chris mezun olduğunda hesapta yirmi dört bin dolardan fazla para
duruyordu ve ebeveynleri oğullarının bu parayı hukuk fakültesine gitmek için
kullanacağını sanıyordu. “onu yanlış anlamışız,” diyor babası. Chris’in diploma
törenine katılmak için atlanta’ya uçan walt, billie ve carine’nin (ve aslında o
esnada hiç kimsenin) bilmediği şey, chris’in kısa süre sonra hesabındaki
paranın tamamını açlıkla savaşan bir hayır kurumu olan oxfam amerika’ya
bağışlayacağıydı.
Mezuniyet
töreni 12 Mayıs 1990’da, bir cumartesi günü yapıldı. Aile, çalışma bakanı
elizabeth dole’un uzun soluklu mezuniyet konuşmasını dinledi ve ardından
billie, diplomasını almak için sırıtarak sahneye çıkan chris’in fotoğraflarını
çekti. Ertesi günü anneler günüydü. Chris, billie’ye bir kutu şeker ve
çiçeklerin yanında, dokunaklı bir kart verdi. Kadın şaşırmış, aşırı derecede
duygulanmıştı. Chris’in, prensip olarak, artık ne kimseye hediye alacağını ne
de kimseden hediye kabul edeceğini bildirmesinin ardından geçen iki yıldan
sonra, oğlundan ilk kez hediye alıyordu. Gerçekten de chris, mezuniyet hediyesi
olarak ona yeni bir araba almak isteyen ve kolej hesabında yeterince para yoksa
hukuk fakültesi masraflarını karşılayacaklarını söyleyen walt ve billie’ye sert
şekilde çıkışmıştı.
Chris,
zaten çok iyi durumda bir arabası olduğunda diretmişti. Bu araba, sayacı 200
bin kilometre olan ve birkaç vuruğa rağmen hala düzgün şekilde çalışan, 1982
model sevgili datson b210’uydu. Daha sonra kardeşi carine’e yazdığı bir
mektupta, “bana yeni bir araba almaya çalıştıklarına inanamıyorum ya da okul
masraflarımı gerçekten karşılayabileceklerini düşünmelerine; o da hukuk
fakültesine gideceksem eğer. Onlara belki milyon kez zaten dünyadaki en iyi
arabaya sahip olduğumu söyledim. Miami’den alaska’ya tüm kıtayı kat ettiğim
binlerce kilometre boyunca bana tek bir sorun çıkarmamış, asla bir başkasıyla
değiştiremeyeceğim ve cidden bağlılık duyduğum bir araba. Gene de söylediğim
bunca şeyi duymazdan gelip, bana alacakları yeni arabayı kabul edeceğimi
düşünüyorlar! Gelecekte onlardan herhangi bir hediye kabul etmek konusunda çok
ama çok dikkatli olmalıyım çünkü saygımı bu yolla satın alabileceklerini
sanıyorlar” diyordu.
Chris,
sarı renkli ikinci el datsun’unu lise son sınıftayken almıştı. O günden
itibaren okulun kapalı olduğu zamanlarda arabasıyla tek başına uzun
yolculuklara çıkmaya başladı. Mezuniyetinin olduğu hafta sonunda, anne
babasıyla konuşurken laf arasında yazı gene yolda geçirmek istediğini söyledi.
Kullandığı sözcükler tam olarak, “bir süre için ortalıktan kaybolacağım
herhalde,” olmuştu. Ne annesi ne de babası bu üstü kapalı açıklamanın önemini
fark edebildi. Yalnızca walt, nazik bir şekilde, yola çıkmadan önce onları
ziyaret etmesini tembihledi. Chris gülümseyerek belli belirsiz başını salladı,
walt ve billie bu hareketi yaz öncesinde kendilerini annandale’de ziyaret
edeceğine yönelik bir işaret olarak alıp oğullarına veda ettiler.
Haziranın
sonlarına doğru halen atlanta’da olan chris, final notlarının bulunduğu son
karnesinin bir kopyasını ailesine gönderdi: ayrımcılık ve güney Afrika toplumu,
antropolik düşüncenin tarihi derslerinden A, güncel Afrika siyaseti ve
afrika’da gıda krizi derslerinden ise A eksi. Karneye bir de kısa not
iliştirilmişti: “İşte son notlarımın dökümü. Son sınavlar gayet iyi geçti ve
yüksek bir ortalamayla mezun oldum. Fotoğraflar, traş takımı ve paris’ten
gönderdiğiniz kartpostal için teşekkürler. Seyahatinizden çok memnun
kalmışsınız anlaşılan. Gerçekten keyifli geçmiş olmalı. Llyod’a fotoğrafını
verdim (emory’de chris’in en yakın arkadaşı), size müteşekkir kaldı.
Diplomasını alırken çekilen başka fotoğrafı yokmuş. Bunun dışında olan biten
pek bir şey yok. Buralarda hava bayağı sıcak ve nemli olmaya başladı. Herkese
benden selam söyleyin.” Bu not, ailesinin chris’den son haber alışı oldu. Atlanta’daki
son yılında yerde ince bir şelte, birkaç süt kasası ve masa dışında yalnızca
birkaç parça eşyanın bulunduğu, bir keşişin yaşayabileceği türden bir odada
kalmıştı. Chris bu odayı bir askeri baraka kadar tertipli ve temiz tuttu.
Telefonu olmadığından, walt ve billie’nin onu arama imkanı yoktu.
1990
yılının ağustos ayı geldiğinde, karnesiyle birlikte gönderdiği kısa nottan beri
ailesi chris’den hiç haber alamamıştı; bu yüzden oğullarını ziyaret etmek için
atlanta’ya gitmeye karar verdiler. Chris’in dairesine vardıklarında, odanın
boşaltılmış olduğu gerçeği ve penceredeki kiralık ilanı ile yüz yüze geldiler.
Apartman yöneticisi chris’in haziran sonunda ayrıldığını söyledi. Walt ve
billie evlerine döndüklerinde yaz boyunca oğullarına gönderdikleri bütün
mektupların paketlenip kendilerine iade edildiğini gördüler. “chris postaneye
ona gönderilen tüm mektupları 1 ağustos’a kadar tutmalarını söylemiş; böylece
ne olup bittiğini anlamayacaktık,” diyor billie. “bu durum bizi çok ama çok
endişelendirdi.”
Bu
esnada chris çoktan gitmişti. Beş hafta önce tüm eşyalarını küçük arabasına
yüklemiş ve kafasında herhangi bir güzergah olmaksızın batıya doğru yola
çıkmıştı. Yolculuğu kelimenin tam anlamıyla bir serüven olacaktı; her şeyi
değiştirecek destansı bir yoldu çıktığı. Kendi bakış açısına göre, son dört
yılını anlamsız ve külfetli bir sorumluluğu yerine getirmek, yani üniversiteden
mezun olmak için boşuna harcamıştı. En nihayetinde kimseye borcu yoktu ve anne
babasıyla akranlarının boğucu dünyasından azat olmuştu. Onların tecrit,
güvenlik ve maddi erişim dünyasından. Varoluşun ham nabzından koptuğunu acı
içinde hissettiği yerden artık uzaktı. Atlanta’dan çıkıp batıya yöneldiğinde
sınırsız deneyimler içinde dilediğince kaybolabileceği, bütünüyle yeni bir
yaşam yaratmak istiyordu. Hatta önceki yaşamından kopuşunu sembolize etmek
amacıyla kendine yeni bir isim de bulmuştu. Bundan sonra chris mccandless diye
biri olmayacaktı. O, artık kendi kaderinin efendisi olan alexander
superberduş’tu.
“Çöl
ifşa evrenidir; genetik ve psikolojik anlamda yabancı, duyumsal olarak çetin,
estetik açıdan soyut, tarihsel olarak düşmandır. Biçimleri çarpıcı ve
manalıdır. Zihin; ışık ve boşluk, çoraklığın devinimsel yenilikleri, yüksek
sıcaklık ve rüzgarlarla kuşatılmıştır. Çölde gökyüzü görkemli ve ürkütücüdür.
Diğer bölgelerde ufku çevreleyen gök kırık ya da belirsizken, burada daha da
engin bir alana yayılan boyutlarıyla, kırsal arazilerin ve ormanların üzerini
kaplayan gökyüzünden sınırsız ölçüde daha geniştir. Engellerle kapanmayan bir
gökyüzünde bulutlar çok daha heybetli görünür; iç bükey kısımlarında yeryüzünün
kavisini bazen enfes şekilde yansıtabilirler. Çölde jeolojik şekillerin
açısallığı, araziye olduğu kadar bulutlara da anıtsal bir görünüm kazandırır.
Peygamberler ve münzeviler çöle gider; hacılar ve sürgünler çölleri aşar. Büyük
dinlerin liderleri, gerçeklikten kaçmak değil, aksine onu bulmak için inzivanın
şifa verici ve ruhani değerlerini çölde aramaya çıkmıştır.” Paul
shepard-doğadaki insan: doğanın estetiğine tarihsel bir bakış
Temmuz
sonunda, kendisini çılgın ernie olarak tanıtan ve çocuğa kuzey kaliforniya’da
bulunan bir çiftlikte iş öneren bir adama denk geldi. Çiftliğin fotoğrafları,
etrafında dolanan keçi ve tavuklarla birlikte kırık dökük karyolaların, bozuk
televizyonların, alışveriş arabalarının, eski alet edevatların ve çöp
yığınlarının çevrelediği, boyasız, köhne bir evi gösteriyor. Diğer altı gezgin
gençle birlikte on bir gün burada çalıştıktan sonra, ernie’nin kendisine ödeme
yapmaya niyeti olmadığını fark eden mccandless, çiftlikte bulduğu on vitesli
kırmızı bisikleti çalarak chico’ya doğru pedal bastı ve bisikleti kasabadaki
alışveriş merkezinin otoparkına bırakıp yoluna devam etti. O günden sonra
sürekli olarak hareket halinde olacaktı. Başparmağını kuzeye doğru kaldırdı ve
red bluff, weaverville ve willow creek yönünde devam etti.
10
ağustos günü, jan burres ve bob’la (yaşlı hippiler) karşılaşmasından kısa bir
süre önce, willow creek yakınlarında bulunan eureka’nın doğusundaki altın
madenciliği yapılan bölgede mccandless’a otostop çekmekten ceza kesildi. Memur
ikametgah adresini sorduğunda mccandless, ondan beklenmeyecek bir hataya düşüp
ebeveynlerinin annandale’deki adresini verdi. Ödenmeyen ceza kağıdı, ağustos
sonunda walt ve billie’nin posta kutusundaydı. Chris’in
ortadan kayboluşunun ardından aşırı tedirgin bir bekleyiş içine giren walt’la
billie, bu esnada çoktan annandale polisiyle bağlantıya geçmiş ancak herhangi
bir sonuç elde edememişlerdi. Ceza kağıdı kendilerine ulaştığında çılgına
döndüler. Komşularından biri abd savunma bakanlığı istihbarat servisi’nin
yöneticisiydi. Walt orduda general olan bu adama gidip akıl danıştı. General,
walt’ı hem DIA hem de CIA için sözleşmeli çalışan Peter Kalitka adında özel bir
dedektifle tanıştırdı. General, kalitka’nın işinde çok iyi olduğu konusunda
walt’ı temin etmişti; chris hayattaysa, kalitka onu bulurdu.
16
ocak günü, mccandless küçük metal konosunu el golfo de santa clara’nın
güneydoğusunda bir kumul tepeciğine bırakarak, çölleşmiş sahilden kuzeye
yürümeye başladı. Sonraki otuz altı gün boyunca ne kimseleri gördü ne de
kimselerle konuştu. Bütün bu süre boyunca, yalnızca iki kilodan biraz fazla
pirinç ve o gün deniz ona ne sunmuşsa onunla idare etti. Bu deneyim, daha sonra
alaska’da az çok aynı miktarda yiyecekle hayatta kalmayı başarabileceğine
inanmasına neden olacaktı. 18 ocak tarihinde yeniden birleşik devletler
sınırındaydı. Kimliksiz bir şekilde ülkeye sızmaya çalışırken göçmen bürosu
yetkilileri tarafından yakalandı ve kendisini hapisten kurtaracak bir hikaye
uyduramadan, geceyi nezarette geçirdi. 28 kalibrelik silahını, çok bağlandığı,
güzel colt python’unu göçmen bürosuna kaptırmıştı.
Mccandless
sonraki altı haftayı güneybatı’da, en doğuda Houston, en batıda ise pasifik kıyısına
dek uzanan bir güzergah üzerinde ilerleyerek geçirdi. Sokaklarla altgeçitleri
kontrolleri altında tutan tekinsiz tipler tarafından soyulmamak için, herhangi
bir kente girmeden önce daha sonra dönüp almak üzere cebindeki bütün parayı
gömerek saklamayı öğrenmişti. Günlük kayıtlarına göre mccandless 3 şubatta bir
kimlik edinmek ve bir süre çalışmak için los angeles’a gitti fakat kendini
toplum içinde öylesine rahatsız hissetti ki en kısa zamanda yeniden yollara
düşmesi gerektiğini anladı. Altı gün sonra, onu arabasına alan genç, alman çift
Thomas ve karin’le büyük kanyon’un dibinde kamp yaparken, günlüğüne şunları
yazdı: “temmuz 1990’da yola çıkan alex’le bu çocuk aynı kişi olabilir mi? Kötü
beslenme ve yol şartları alex’in vücuduna çok zarar verdi. On kilonun üzerinde
kaybetti. Ama ruhu kanatlanmış uçuyor.”
Mccandless,
mcdonald’s restoranında çalışmak için başvurduğunda, ilginçtir ki kendisini
alex değil, chris mccandless olarak tanıttı ve işverenlerine gerçek sosyal
güvenlik numarasını verdi. Bu hareketi, aylardır sürdürdüğü gizli yaşamından
bir sapmaydı ve ebeveynleri chris’in nerede olduğunu kolaylıkla öğrenebilirdi.
Ancak walt ve billie tarafından tutulan özel dedektif bu bilgiyi yakalayamadığı
için, bu hareketi bir sonuç doğurmamıştı. Bullhead
şehrinde ızgaranın terlediği günlerin iki yıl sonrasında, çalışma arkadaşları
chris hakkında çok fazla şey hatırlamıyor. Kilolu, çenesi düşük bir adam olan
müdür yardımcısı George dreeszen, “hatırladığım şeylerden biri, çoraplarla
ilgili takıntısıydı,” diyor. “ayakkabılarını çorapsız giyerdi. Çorap giymeye
katlanamıyordu nedense. Ama mcdonald’s’da çalışanların, ayakkabı ve çoraplarına
varana dek bütün kıyafetlerinin düzgün olması gerektiğine dair kesin bir kural
vardır. Yani bu kural, ayakkabılarla birlikte çorapları da kapsar. Chris bu
kurala uymasına uydu ama mesaisi biter bitmez yaptığı ilk iş çoraplarını
çıkarmak oluyordu. Demek istediğim, hakikaten yaptığı ilk iş buydu. Sanırım ona
sahip olmadığımızı anlayalım diye yapıyordu bunu. Ama düzgün bir çocuk ve iyi bir
çalışandı. Gerçekten güvenebileceğiniz biriydi.”
İkinci
müdür yardımcısı lori zarza’nın ise mccandless’a dair farklı bir izlenimi var:
“dürüst olmak gerekirse, onu işe almalarına şaşırmıştım. Tamam, işi beceriyordu
(arka tarafta hamburger pişiriyordu) ama her zaman aynı yavaş tempoda
çalışıyordu, yoğunluğumuzun arttığı öğlen saatlerinde bile. Hızlanması için ne
kadar üzerine giderseniz gidin, bu değişmiyordu. Müşteriler kasanın önünde on
metrelik bir kuyruk oluşturduğunda bile chris hızlanması için neden saçımı
başımı yolduğumu anlayamazdı. Bir şekilde bu bağlantıyı kuramıyordu. Kendi
aleminde yaşıyor gibiydi. Ama güvenilir bir çocuktu. İşe aksatmadan geldiğinden
onu kovmayı göze alamadılar. Burada saat başına dört dolar yirmi beş sent
ödeniyor. Nehrin hemen karşısındaki kumarhanelerde en kötü işe bile saati altı
yirmi beşten başladığınızdan, çocukları uzun süre burada tutmak kolay değil.
Mesai saatleri sonrasında iş arkadaşlarıyla bir kez olsun takıldığını
sanmıyorum. Konuştuğu zamanlarda yalnızca ağaçlardan, doğadan, işte bu tür
tuhaf şeylerden bahsederdi. Hepimiz birkaç tahtasının eksik olduğunu
düşünürdük.”
Mccandless
slabs’e geldiğinde, çölün ortasında büyük bir bitpazarı kurulmuştu. Bu pazarda
tezgah açanlardan olan burres (yaşlı hippi), portatif masalar üzerinde ikinci
el ucuz eşyalar satıyordu. Mccandless da tezgahın bir kısmını işgal eden karton
kapaklı kullanılmış kitapların oluşturduğu geniş koleksiyonla ilgilenmek için
gönüllü oldu. “bana çok yardımı dokundu,” diyor burres. “bir yerlere gitmek zorunda
kaldığımda benim yerime tezgaha göz kulak oluyordu, bütün kitapları türlerine
göre ayırdı ve epey de satış yaptı. Bu işten gerçekten zevk alıyormuş gibiydi.
Alex klasiklere düşkündü: Dickens, h.g. wells, mark Twain, jack london. Favori
yazarı london’dı. Tezgaha yaklaşan bütün kişileri vahşetin çağrısı’nı okumaları
için ikna etmeye çalışırdı.”
Mccandless
çocukluk yıllarından beri london’dan çok etkilenmişti. London’ın kapitalist
topluma yönelik ateşli suçlamaları, ilkel hayatı yüceltmesi, işçi sınıfını ve
halkı savunması; tüm bunlar mccandless’ın tutkularını yansıtmaktaydı. London’ın
abartılı alaska ve yukon tasvirlerine çekilen mccandless, vahşetin çağrısı ve
beyaz diş romanları ile ateş yakmak, bir kuzey serüveni ve porportuk’un aklı
gibi öyküleri defalarca okudu. Bu öykülerden öylesine etkilenmişti ki, bunların
kutup bölgesine yakın topraklardaki yabani hayatın gerçeklerinden ziyade,
london’ın romantik duyarlılığını yansıtan, hayal gücü ürünü kurgu eserler
olduğunu unutmuş gibiydi. Mccandless, london’ın kuzey’de yalnızca tek bir kış
geçirdiğini ve kaliforniya’da, kitaplarında savunduğu fikirlerle çok da
bağdaşmayan yerleşik bir hayat sürdüğü kendi mülkü olan çiftliğinde kırk
yaşında, kontrolünü yitirmiş bir alkolik ve obez olarak intihar ettiği gerçeğini
de gönül rahatlığıyla görmezden gelebilmişti.
Slabs’ın
sakinleri arasında tracy adında on yedi yaşında bir kız da vardı. Tracy, bir
haftalık ziyaretinde mccandless’e aşık oldu. “çok tatlı, küçük bir kızdı,”
diyor burres. “karavanları bizimkinden dört araç aşağıda park edilmiş bir
çiftin kızıydı. Zavallı tracy, alex’e umutsuz bir aşkla bağlanmıştı. Alex’in
niland’da kaldığı zaman boyunca, kızcağız sürekli onun etrafında pervane oldu
ve birlikte yürüyüşe çıkmaları için onu ikna edeyim diye başımın etini yiyip
durdu. Alex ona karşı nazik davranmıştı ama tracy çok küçüktü. Onu ciddiye
almadı. Kızı, en azından bir hafta boyunca süren bir kalp acısıyla bırakıp
gitti.”
Mccandless
hicreti boyunca karşılaştığı insanlarda kalıcı izler bırakmıştı ve bu
insanların çoğu onunla ancak birkaç gün, bir ya da en fazla iki hafta
geçirmişti. Fakat hiçbiri bu genç adamdan, yollarının kesiştiği 1992 yılının
ocak ayında seksen yaşında olan Ronald Franz kadar güçlü bir şekilde
etkilenmemişti. Dinine bağlı bir hıristiyan olan Franz, yaşamının büyük kısmını
orduda, şangay ve okinawa’da geçirmişti. 1957’nin yılbaşı gecesinde, karısı ve
tek çocuğu sarhoş bir sürücünün neden olduğu trafik kazasında hayatlarını
kaybettiğinde, o denizaşırı bir görevdeydi. Franz’ın oğlu o yılın haziran ayında
tıp fakültesinden mezun olacaktı. Bu kayıp sonrasında Franz kendini viskiye
vurdu.
Altı
ay sonra toparlanıp alkolü kesinkes bıraksa da kaybının acısını hiç atlatamadı.
Kazanın ardından gelen yıllar içinde, acısını ve yalnızlığını bir parça olsun
dindirmek için, okinawalı yoksul çocukları resmi olmayan yollardan evlat
edinmeye başladı. 14 çocuğu kanatları altına alan Franz, bu çocuklardan birini
philadelphia, diğerini ise japonya’da tıp fakültesine gönderdi. Mccandless’la
yolları kesiştiğinde, Franz’ın uzun zamandır uykuda olan ebeveynlik hisleri
yeniden canlanmıştı. Genç adamı bir türlü aklından çıkaramıyordu. Çocuk, adının
alex olduğunu ve batı virginia’dan geldiğini söylemişti. Nazik, dost canlısı,
temiz, pak bir çocuktu. Franz’ın dediğine göre, mccandless’ın yüzünün öfkeyle
kararıp ebeveynlerine, politikacılara ya da Amerikan yaşamına özgü ahmaklığa
ateş püskürdüğü anlar hiç de az değilmiş. Çocuğun kendisinden uzaklaşmasından
çekinen frank, bu türden patlama anlarında ona pek karşılık vermemiş ve genç
adamın öfkesinin dinmesini beklemiş.
Nisan
ayının ilk günlerinde franz’ın posta kutusuna, üzerinde güney Dakota damgası
bulunan uzunca bir mektup geldi; “… Ron, tüm yardımların ve birlikte
geçirdiğimiz zaman için sana müteşekkirim. Ayrılmamızın seni çok üzmediğini
umuyorum. Birbirimizi yeniden görene değin aradan çok uzun zaman geçmiş
olabilir. Ama alaska’dan tek parça dönebilirsem, benden haber alacağına emin
olabilirsin. Sana önerdiğim şeyi tekrarlamak istiyorum; yaşam tarzında köklü
bir değişiklik yapmalı, daha önce hiç duymadığın ya da yapmakta kararsız
kaldığın türden şeylerin tamamını yapmaya başlamalısın. Çoğu insan onları
mutsuz eden koşullarda yaşıyor ve gene de bunu değiştirmek için hiçbir şey
yapmıyorlar. Çünkü güvenli, rahat, rutin bir hayatta koşullanmış durumdalar.
Tüm bunlar huzur veriyor gibi görünse de, insanın içindeki maceracı ruh için
kesin olarak çizilmiş bir gelecekten daha yıkıcı bir şey düşünemiyorum. İnsanın
yaşama arzusunun özünde macera tutkusu yer alır. Yaşamın keyfi yeni deneyimlerdedir,
bu yüzden sürekli değişen bir ufuktan daha büyük keyif olamaz. Her yeni gün
yepyeni bir güneşin altında doğabilir. Hayattan daha fazlasını almak
istiyorsan, ron, monoton bir güvenlik hissine dair inadını bir kenara bırakıp,
sana ilk başta çılgınca gelebilecek bir hayata adım atmalısın. Bu yaşama bir
kez alıştıktan sonra, tüm anlamını ve inanılmaz güzelliğini göreceksin.
Şaşırtıcı
belki ama seksen yaşındaki bir adam, yirmi dört yaşındaki cüretkar gencin
öğütlerini dinledi. Mobilyalarıyla sahip olduğu eşyaların çoğunu depoya
kaldırdı, bir gmc duravan satın alıp içini ranza ve kamp malzemeleriyle
donattı. Ardından evini terk etti ve bajada’da kamp kurdu. Franz ilk olarak
mccandless’ın kaplıcaların hemen yukarısındaki kamp yerine yerleşti. Kamyoneti
için kayalardan bir park yeri yaptı; kendisine yaşam alanı oluşturmak amacıyla
kampının etrafını hintinciri ve indigo çalılıklarından temizledi. Bundan sonra
tek yapacağı, geçip giden günler boyunca genç dostunun dönmesini beklemek
olacaktı.
Ronald
Franz (bu arada gerçek ismi bu değil, kendi isteği doğrultusunda filmde ve
kitapta bu isimle anılıyor), seksen yaşını devirmiş ve iki kalp krizi atlatmış
bir adama göre oldukça zinde görünüyor. Neredeyse bir seksenlik boyu, kalın
kolları ve geniş göğsüyle omuzları yukarıda, dimdik duruyor. Kulakları yüz
hatlarına oranla oldukça büyük; tıpkı yamru yumru kocaman elleri gibi. Çöldeki
kampına gidip kendini tanıttığımda, üzerinde eski bir kot, tertemiz bir tişört,
kendi yaptığı süslü, deri bir kemer, beyaz çoraplar ve siyah makosenler vardı.
Yaşını ele veren tek şey kaşlarının üzerindeki kırışıklıklar. Genç dostunun
ölümünden bir yıl sonra, artık mavi gözleri dünyaya ihtiyatla bakıyor. Yaşlı
adam, mccandless’dan ayrıldıktan sonra sekiz aydan daha uzun süre boyunca sırt
çantasıyla ortaya çıkacak bir delikanlı görmeyi umut ederek, kurduğu kampta
sabırla alex’in yolunu gözledi. 1992’nin son haftası, noel’den bir sonraki gün,
postalarını kontrol etmek için salton city’ye dönerken kamyonetine iki
otostopçu aldı. “çocuklardan birinin mississippi’den olduğunu sanıyorum, diğeri
ise yerliydi,” diye hatırlıyor Franz. “kaplıcaların yakınından geçerken onlara
arkadaşım alex’ten ve alaska serüveninden bahsetmeye başlamıştım.”
Yerli
genç birden franz’ın sözünü kesti: “adı alex mccandless mıydı?”, “evet, doğru.
Demek onu tanıyorsunuz.”, “size bunu söylediğim için çok üzgünüm bayım ama
arkadaşınız öldü. Tundralarda donarak ölmüş. Daha geçen gün outdoor dergisinde
okudum.” Şoka giren Franz, otostopçu çocuğu uzun uzun sorguya çekti. Detaylar tutuyor,
çocuk doğru söylüyordu. Bir şeyler fena halde ters gitmiş olmalıydı. Mccandless
bir daha asla dönmeyecekti. “alex, alaska’ya gitmek için yanından ayrıldığında
onun için çok dua ettim. Tanrı’ya bu çocuğu koruması için yalvardım; özel biri
olduğunu anlatıp durdum. Ama alex’in ölmesine müsaade etti. Bu yüzden, 26
aralık günü olanları öğrendiğimde, tanrı’dan tümüyle vazgeçtim. Kiliseden
ayrıldım ve ateist oldum. Alex gibi bir çocuğun başına gelen korkunç şeylere
göz yumacak bir tanrı’ya inanamazdım. Otostopçu çocukları indirdikten sonra,
direksiyonu kırarak markete gittim ve bir şişe viski aldım. Ardından çöle dönüp
şişeyi kafama diktim. Uzun yıllardır içki içmediğimden viski beni hasta etti.
Beni öldürmesini istedim ama olmadı. Yalnızca çok ama çok hasta etti.”
“Yaratıcı
insanların olgun kişisel ilişkiler kurmakta başarısız olduğu doğrudur; bazıları
da aşırı münzevi bir hayat sürer. Bazı durumlarda, erken bir ayrılığın ya da
ciddi bir kaybın ardından baş gösteren travmanın, yaratıcılık potansiyeline
sahip insanı kişiliğinin farklı cephelerini geliştirmeye yönelttiği de doğrudur
ve bu gelişme göreceli bir tecritle sonuçlanabilir. Fakat bu, münzeviliğin ya
da yaratıcılığa dönük arayışların patolojik olduğu anlamına gelmez. Kaçınma
davranışı, çocuğu davranışsal düzensizlikten korumak için tasarlanmış bir
tepkidir. Bu kavramı yetişkin hayata aktaracak olursak, kaçınma davranışı
içinde bulunan çocuğun öncelikli ihtiyacının hayatta bir tür anlam ve düzen
bulmak olduğunu ve bunu, tamamen ya da kısmen, insan ilişkilerine
dayandırmayacak bir yetişkine dönüşebileceğini de görürüz.” Anthony
storr-yalnızlık: kişinin kendine dönüşü
Lise
yıllarında chris mccandless karşı cinsten iki ya da üç kişiyle yakın ilişki
kurmuştu. Carine bir gece chris’in eve sarhoş halde geldiğini ve bir kızı yatak
odasına çıkarmaya çalıştığını anımsıyor. Merdivenlerde çok fazla gürültü
yaptıkları için billie uyanmış ve kızı evine yollamıştı. Ergenlik yıllarında
faal bir cinsel hayatı olduğuna dair çok az kanıt olmasının yanında, liseden
mezun olduktan sonra herhangi bir kadınla yatıp yatmadığına dair bir şey
bilinmiyor (bu noktada, bir erkekle cinsel yakınlık kurup kurmadığına dair
ipucu da yok). Görünen o ki, her ne kadar kadınlara yakınlık duysa da
mccandless neredeyse ya da bütünüyle bakirdi. Bir keşiş kadar saf kalmıştı.
Cinsel
ve ahlaki saflık, mccandless’ın üzerinde çok fazla durduğu bir konuydu. Hayata
gözlerini yumduğu otobüste bulunan kitaplardan biri, dünya nimetlerinden elini
eteğini çekmiş bir asilzadenin “bedenin isteklerini” reddini anlatan tolstoy’un
kroyçer sonat’ıydı. Köşesi kıvrılmış sayfalar boyunca, öyküde birkaç pasajın
altı çizilmiş, sayfa kenarındaki boşluklara kendine özgü el yazısıyla şifreli
notlar eklenmişti. Thoreau’nun walden kitabında da, “yüksek prensipler”
başlıklı bölümde bulunan, “iffet, insanın çiçek açmasıdır; deha, kahramanlık,
kutsallık ve benzeri kavramların tümü, bu saflığın ardından oluşan farklı
meyvelerdir,” cümlesinin etrafı çizilmişti.
Mccandless’ın
görünüşteki cinsel masumiyeti, kültürümüzün saygı duyuyormuş gibi göründüğü bir
kişilik tipinin sonucudur; en azından daha ünlü örnekleri için bu geçerlidir.
Chris’in cinselliğe yönelik kayıtsızlığı, haklarında daha az şey bildiğimiz ya
da hiç tanımadığımız sayısız hacı, kaşif, tutunamayan, maceracı bir kenara,
saplantılı bir tutku doğrultusunda kendilerini yabani bir hayata ve doğaya
adamış birçok ünlü ismi akla getirmektedir. Bu isimlerin arasında öne çıkanlar,
hayatı boyunca bakir kalmış thoreau ve doğabilimci john muir’dir. Yaban hayatın
baştan çıkardığı diğer insanlar gibi, mccandless’ın da cinsel arzular yerine
bir dizi farklı ihtirasa yöneldiği anlaşılıyor. Mccandless’ın duyduğu
hasretler, bir anlamda, insan temasıyla doyurulamayacak ölçüde güçlüydü.
Kadınların sunduklarıyla ayartılabilirdi belki. Fakat bu arzular doğa ve
kozmosun kendisiyle olan fırtınalı ilişkisi yanında sönük kalmıştı. Ve böylece
kuzeye, alaska’ya sürüklenmişti.
Outside
dergisinde chris’in öyküsü yayınlanınca olumlu ve olumsuz pek çok eleştiri
geldi. Pek çok insan chris’e saygı duyarken pek çoğu da adeta sinir küpüne
dönüyordu. En acımasız eleştiri ise, kutup çizgisi’nin kuzeyinde, kobuk nehri
üzerindeki küçük bir inupiat köyü (Eskimo) olan ambler’den yollanmış uzun
mektubun yazarından geldi. Mektubun sahibi, Washington d.c.’den kuzey’e gitmiş
bir yazar ve öğretmen olan nick jans’tı. Saatin gecenin biri olduğunu ve çoktan
bir şişe seagram’s’ı devirdiğini söyleyerek uyarıda bulunan jans şöyle devam
ediyordu:
“Son
15 yıl içinde buralarda mccandless tipinde birkaç kişiyle karşılaştım. Hikaye hep
aynı: kendilerini olduklarından daha üstün sanan idealistik ve enerjik genç
adamlar, yabani hayatın zorluklarını hafife alarak başlarını ciddi belaya
sokuyorlar. Mccandless’ın türünün tek örneği olduğunu düşünüyorsanız
yanılıyorsunuz; bu eyalette her zaman böyle takılan genç adamlar olduğuna sizi
temin edebilirim. Hatta bu tiplerden o kadar çok var ki, neredeyse
klişeleştiler. Mccandless’ın tek farkı, ölmüş olması ve şapşallık öyküsünün
medyaya sıçraması. (jack london “ateş yakmak” öyküsünde bunu olduğu gibi ortaya
koymuştu. Sonuçta mccandless, tavsiye ve uyarılara kulak asmayacak kadar
kibirli olduğundan london’ın bu topraklarda donarak ölen kahramanının komik bir
yirminci yüzyıl taklidinden başka bir şey değil) Ölümüne yol açan şey, bir
pusula ve izci rehberiyle kolaylıkla bertaraf edebileceği cehaletidir. Bu
yüzden, her ne kadar ebeveynleri için üzülüyor olsam da, ona yönelik en ufak
bir sempati beslemiyorum. Bu türden dikbaşlı bir cehalet, yabani topraklara
karşı saygısızlık anlamına geldiği gibi, çelişkili bir şekilde, exxon valdes
faciasıyla sonuçlanan küstahlığın bir benzerini de gözler önüne seriyor.
Yeterince hazırlıklı olmayan ve kendilerine aşırı güvenen adamların faciaya
davetiye çıkardığı olaylara bir örnek daha. Çünkü tabiata karşı gerekli düzeyde
tevazuya sahip değiller. Tek fark olayların büyüklüğü. Mccandless’ın yapmacık
çileciliği ve sahte entelektüel duruşu hatasının düzeyini düşürmek yerine
yükseltmiş gibi görünüyor. Kartpostalları, notları, günlükleri bütün bunlar
ortalamanın üzerinde, aşırı duygusal bir liselinin elinden çıkmış gibi, yoksa
kaçırdığım bir nokta mı var?”
Bölgede
daha önce benzer bir mücadele veren gene rosselini’ye de değinmek gerek.
Rosselini bitki kökleri, yumuşakçalar ve deniz yosunu ile beslendi. Mızrak ve
kapanlar yardımıyla avlandı. Kendi elinden çıkma bez kıyafetler giydi ve zorlu
kış şartlarına dayandı. Yaşadığı güçlüklerden keyif alıyor gibiydi. Hippi
koyu’nun yukarısındaki evi, testere ya da balta gibi aletlerden yararlanmadan
inşa ettiği, penceresiz, harap bir kulübeydi. Rosselini’nin deneyi on yılı
aşkın bir süre boyunca devam etti. Fakat en sonunda, bütün bu dönemi
şekillendiren sorunun cevaplandığını hissetti. Bir arkadaşına yazdığı mektupta
şöyle diyordu: “yetişkin hayatıma, taş devri insanı haline gelmenin mümkün
olabileceğine dair bir hipotezle başladım. 30 yıldan daha uzun bir süre boyunca
kendimi bunun için hazırladım. Bu zaman diliminin son 10 yılında, taş devri’nin
fiziksel, zihinsel ve duygusal gerçekliğini tam anlamıyla deneyimlediğimi
söyleyebilirim. Ama Budist bir ifadeyle, en sonunda saf gerçeklikle yüz yüze
kaldığım bir an yaşadım. Öğrendiğim şey, bildiğimiz haliyle insanoğlunun
yabanda yaşamasının hiçbir şekilde imkan dahilinde olmadığı oldu.”
Chris
herkesi tam olarak aynı kıstaslarla değerlendirmiyordu. Hayatının son iki
yılında büyük saygı gösterdiği insanlardan biri ağır bir alkolik ve sürekli
olarak kız arkadaşlarını döven, iflah olmaz bir zamparaydı. Chris, bu adamın
hatalarının farkında olduğu halde gene de onu mazur görebildi. Yeri geldiğinde,
edebi kahramanlarını da affetmiş ya da noksanlarını görmezden gelebilmişti.
Jack london adı çıkmış bir alkolikti. Tolstoy ise cinsellikten uzak durmaya
yönelik ateşli söylevlerine rağmen, genç bir adamken coşkulu bir seks
düşkünüydü ve bilindiği kadarıyla on üç çocuğun babasıydı. Bu çocuklardan
bazıları, tenkit ustası kontumuz kitaplarında cinselliğin şeytani yönlerine
sayıp dökerken doğmuştu.
Mccandless
otobüsü bulduğuna çok sevinmişti. (bu arada filmde chris'i otobüsü bulmadan önce son noktaya kadar arabayla getiren adam, chris'i canlı gören son insan ve filmde oynayan adam gerçekten de son gören kişi, yani adam kendini oynamış filmde) Kırık camlardan birini örten sararıp solmuş
kontrplağın üzerine coşkulu bağımsızlık bildirgesini kazıdı: “iki yıldır
dünyayı dolaşıyor. Telefon yok, havuz yok, evcil hayvan yok, sigara yok. En üst
düzeyde özgürlük. Aşırı uçlarda birisi. Evi yollar olan güzellik düşkünü bir
gezgin. Bir daha geri dönmemek üzere atlanta’dan kaçtı çünkü “batı en iyisi”.
Ve şimdi, iki başıboş yılın ardından, son ve en büyük macera geldi çattı.
İçindeki sahte benliği öldürmek ve ruhsal devrimini zaferle sonuçlandırmak için
son çarpışması. Yük trenlerinde ve otostopla on gün on gece süren yolculuğu onu
kuzeyin görkemli beyazlığına getirdi. Yakasını kurtardığı medeniyet onu daha
fazla zehirleyemeyecek. Artık yabanda yitmek için yürüyor.” Alexander
süperberduş-mayıs 1992
Helikopter
gürültülü bir şekilde zemine iniyor, pilot motoru durduruyor ve kumluk alana
ayak basıyoruz. Kısa bir süre sonra, pervanesinin yarattığı siklonla helikopter
yeniden havalanarak bizleri etrafımızı saran etkileyici sessizliğin ortasında
bırakıyor. Otobüse on metre mesafede duran walt ve billie, hiç konuşmadan,
çevreye aykırı bir görünüme sahip otobüse bakıyorlar. Yakınlardaki bir kavak
ağacında üç alakarga çene çalıyor. “düşündüğümden daha küçükmüş,” diyor billie
en sonunda. “yani, otobüs.” Ardından bakışlarını etrafında gezdiriyor. “ne
kadar güzel bir yer. Büyüdüğüm yeri nasıl da hatırlatıyor. Ah, walt, yukarı
yarımada gibi, değil mi? Eminim chris burada olmaktan çok mutluydu.”
“Alaska’dan
hoşlanmamak için yeterince nedenim var, tamam mı?” diyerek kaşlarını çatıyor
walt. “ama hakkını vermek lazım. Buranın çarpıcı bir güzelliği var. Chris’i
kendine çeken şeyin ne olduğunu görebiliyorum.” Walt ve billie sonraki otuz
dakika boyunca külüstür aracın etrafında dolanıyor. Sushana nehri’ne yürüyor ve
yakınlardaki ormanlık alanı geziyorlar. Otobüse ilk giren billie oluyor. Walt
nehirden döndüğünde, karısını chris’in hayata gözlerini yumduğu şiltenin
üzerinde oturmuş aracın içinde göz gezdirirken buluyor. Billie uzun süre
boyunca oğlunun ocağın altında duran botlarına, duvarlardaki yazılarına, diş
fırçasına bakıyor. Ama bugün gözyaşı yok. Tezgahın karmaşası içinde, dikkat
çekici çiçekli bir motifin işlendiği kaşığı inceliyor. “walt, şuna baksana.
Annandale’deki evimizde kullandığımız gümüş çatal-bıçak takımına ait bu.”
Otobüsün
önünde, billie chris’in yamanmış kotlarından birini eline alıp gözlerini
kapatıyor ve pantolonunu yüzüne bastırıyor. Acı dolu bir gülümsemeyle,
“koklasana,” diyor kocasına. “hala chris’in kokusunu taşıyor.” Uzunca bir
zamanın ardından, ikimizden ziyade kendi kendine şöyle diyor: “ölüme karşı çok
cesur ve güçlü durmuş olmalı.” Billie
ve walt otobüsün içinde ve dışında iki saat geçiriyor. Walt kapının hemen
üzerine bir andaç asıyor; üzerinde birkaç sözcüğün yazılı olduğu basit, pirinç
bir plaka bu. Billie plakanın altına yakıout, bıldırcınotu, kandil çiçeği ve
alaçam dallarından bir buket hazırlıyor. Otobüsün arka kısmındaki yatağın
altına ilkyardım malzemeleri, konserve yiyecekler ve zor durumda kalan birinin
hayatta kalmasını sağlayacak diğer erzaklarla doldurulmuş bir çanta bırakıyor.
Çantada bir not var: “ilk fırsatta ailenizi arayın.” Billie çantanın içine,
çocukluğunda chris’in sahip olduğu incil’i de yerleştirirken ekliyor: “onu
kaybettiğimizden beri hiç dua etmedim.”
Dalgın
bir havada olan walt çok az konuşsa da, son günlere nazaran daha rahat
görünüyor. Otobüsü gösterip, “buna nasıl tepki vereceğimi hiç bilmiyordum,”
diyerek itirafta bulunuyor sonunda. “ama şimdi burada olduğuma memnunum.”
Dediğine göre bu kısa ziyaret, oğlunun neden bu topraklara geldiğini biraz daha
iyi anlamasına yol açmış. Chris’le ilgili olarak halen aklını kurcalayan çok
şey olduğunu kabul ediyor, bu her zaman da böyle olacak. Ama şimdi kendini
normalde olduğundan daha az şaşkın hissediyor. Ve bu küçük avuntu için
minnettar.
“Chris’in
ölmeden önce burada olduğunu bilmek içimi rahatlatıyor,” diyor billie. “nehrin
kıyısında zaman geçirdiğini, hemen şurada durduğunu bilmek… son üç yıl içinde
çok fazla seyahat ettik ve gittiğimiz her yerde acaba chris orada mı diye
düşündük. Bunu bilememek korkunç bir şeydi. Hiçbir şey bilememek…” “bir çok
insan yapmaya çalıştığı şey yüzünden chris’i takdir ettiğini söylüyor. Şimdi
hayatta olsaydı, onlara katılabilirdim. Ama artık hayatta değil ve onu geri
getirmenin hiçbir yolu yok. Bunu düzeltemezsiniz. Belki birçok şeyi
düzeltebilirsiniz ama bunu değil. Hiç böylesine bir acı yaşadınız mı
bilmiyorum. Chris’in artık yaşamadığı gerçeği, her gün yenilenen, çok keskin
bir acı veriyor bana. Gerçekten çok zor. Bazı günler diğerlerinden daha iyi
geçse de hayatımın geri kalanı boyunca hep zor olacak.”
Sessizlik,
helikopterin birdenbire duyulan ağır gürültüsüyle yırtılıyor; araç helezonlar
çizerek bulutların arasından alçalıyor ve yakıotlarının üzerine iniyor.
Helikoptere biniyoruz, yeniden yükselen araç burnunu kırarak güneydoğu yönüne
dönmeden önce havada asılı duruyor. Bodur ağaçların içinde yatan otobüsün
tavanı, bir süreliğine yabani yeşilliğin ortasında beyaz bir ışıltı olarak
kalıyor, sonra küçülüyor, küçülüyor ve en sonunda tamamen yok olup gidiyor.”
Ailesinin
isteği üzerine, kitabın satışlarından elde edilecek gelirlerin yüzde yirmilik
kısmı, chris mccandless adına verilen eğitim bursu için ayrılmış. Ailesi bu
amaç uğruna daha önceden bir şeyler yapsaydı belki chris intihar etmeyecekti. Toplumdan kaçacaktı belki yine ama
muhtemelen kendini kolay kolay ölüme terk etmezdi. Bir amaç uğruna yaşayan
insanların enerjilerini, yaşama tutunma güçlerini hiç kaybetmedikleri söylenir.
Chris’i, Mehmet pişkin’i, köylü ekrem’i, askerlik arkadaşım gürkan’ı ve belki
bir gün beni bu kadar toplumdan soğutan, amaçsız bırakan sebepleri bence sizler
de düşünmelisiniz. Çünkü içinde yaşadığımız dünya artık çok ruhsuz olmaya
başladı.
Into the wild film eleştirisi...