Bu yazıda uzun süre
ayrı kalmamıza neden olan askerliği konuşmalıyız. Sizler yumuşak yataklarınızda
yatarken bizler dağda kaya kenarlarında uyuyorduk, şaka yapıyorum öyle bir yazı
olmayacak. Olabilirdi de ama bende olmadı. Bizimkisi psikolojik bir savaştı. Azer
bülbül konserinin tam ortasında birden “Catpower-New York” çalması gibiydi. Ne
oluyor lan demeye kalmadan şarkıya alışmıştı arabeskçiler ve zevkten
uçuyorlardı. Hatta konsere gelen Ahmet, kadının sesine aşık olmuştu. Ahmet, 8
çocuklu bir ailenin ortancalarda felan o aralarda bir üyesiydi. Ailesi geçimini
tarımla yapıyor daha doğrusu yapamıyordu. Geçimini ilerde kick box’la sağlayacak
olan Ahmet kafasına aldığı darbeler yüzünden sürekli baş sancıları çekiyordu.
Silah kullanma yetkilerinin ilk 11 maddesini ezberleyememişti ezberlese sonuncu
madde kolaydı, birden ağzından çıkıverecekti. Buraya nerden geldik biraz geri
gitmeliyiz.
Tecilim bitince “askere
gitmeyince bir şey olmuyormuş” cümlelerini forumlarda aratmaya başladım kendime
güçlü destekçiler bulmalıydım. Çok aradım ama bulamadım. Yüksek lisans mı
yapalım felan derken birden kahraman Türk askerinin daha önceki başarıları
aklıma geldi. Malazgirt’i düşündüm
yüce bir başarıydı. İstanbul’un fethini, Mohaç meydan muharebesini, Estergon
kalesine geldiğimde gözlerimden yaşlar süzülüyordu. Etrafımdakiler neden
ağlıyorsun dediklerinde sizler bu soylu orduyu düşündüğünüzde ağlamıyor musunuz
demiştim. Ne demek askere gidilmeyecekti lan. Bayrağa baktığımda zorlu vazife
ve operasyonların beni beklediğini dalgalanışından hissetmiştim. Bayrak beni
çağırıyordu. Kemal uzman bir gün yanımıza geldi, “abicim işi olan var mı?”
dedi. Ben de “benim işim yok komutanım” dedim. “Gel hadi oğlum arkamdan” dedi.
Gururlandım ayağa kalktım miroğlu gibi giderken peşi sıra “oğlum tırmığı da al”
dedi. Tırmık mı, o ney lan demeye kalmadan elime tutuşturulan tırmığımsı şeyle
lojmanları temizleyeceğimi yolda idrak ettim. Bu da bir vazifeydi. Lojmanlar
temizlenmeliydi. Sikerim lojmanını da vat.. hop hop hop noluyoruz.
Askeriyedeki “ss”
kuralına uymak zorundaydım ya seve seve gidecektim ya da işte öyle. Neyse artık
hazırlıklar bitince yola koyulduk. Kısa dönem askerliğin ilk yolculuğu acemi
birliği. Adı üstünde her şeye acemisin tek avantajın herkesin acemi olmasıydı.
Kocaman herifleriz okumuş yazmışız, evli olanı da var. Pijamaları giydirdiler
bize, kesileceği saati bekleyen geri zekalı çiftlik tavukları gibi bekliyoruz.
En az o tavuklar kadar dünyadan bihaberiz. Gösterilen hiçbir şeyi anlamıyorum
hemen unutuyorum. Mala bağladım resmen. Önümüzdeki iki hafta daha mala
bağlayacaktım. Hakan uzman sözleşmeli bir personel ve acemiden sonra gideceğim
alaydaki ayak işlerinden sorumluydu. Sorumlu ama kendi yapmıyor yeni gelenlere
yaptırıyor. Ebesinin amı kadar büyük çim alanını elle yolduruyor. Gözünün
alabildiği her boş askeri kendine çekiyor ve ruhunu teslim alıyordu. Hakan
uzman x-men gibi bişeydi galiba. Onlara hunharca eziyet edip iş yaptırıyordu.
Hakan uzman, uzman olmasa sivilde aç kalırdı. İyi ki uzman olmuştu. Aslında
herhangi bir konuda da uzman değildi.
Sıcak bir yaz günüydü. Alayda yoğunla iş
vardı, amele lazımdı. Hakan uzman birden belirdi, köle arıyordu. Baktığı
yerlerde baharı kışa çeviren bakışları vardı ve ölümcüldü. Eğer beni görürse iş
yaptırırdı. Baktığı yerle olduğumuz yer arasında 90 derece vardı. Bize dönmesi
ve görmesi 10 saniyesini alırdı. Ve bize dönecekti galiba. Evet, o. çocuğu
dönüyordu bize doğru. Ne yapmalıydık
bilemiyorduk. Bu, uyuma numarası yapıp yaşlılara yer vermemeye hiç
benzemiyordu. Daha zekice bir şeyler bulmalıydık. Birden kaçmaya karar verdim.
Hunharca koşuyordum, beni görmeden o dönemeci dönmeliydim. Kalbim gümbür gümbür
atıyordu. O an hayatımdaki en önemli şey o dönemeci dönmekti. Allah’ım yardım
et bana diyordum küçük çocukların “rabbim beşiktaş’a akşam yardım et” demesi
gibi. Koşarken yaşamımı, kendimi, her şeyi düşündüm. Ne yapıyorum lan diyordum
içimden ve koşuyorum her şeyi bir kenara bırakıp. Çayım, bisküvilerim, tüm mal
varlığım masada kalmıştı. Köşeyi dönünce öyle bir kurtulma hissi yaşamıştım ki
anlatamam. Meksika kartelinden kaçan “gringo driver” gibiydim. Sonra açlığa,
susuzluğa dayanamadım ve teslim oldum. Verin dedim kürekleri elime veriiiin
diye bağırdım. Çayım soğumuş, bisküviler yalan olmuştu. Buraya daha vardı
aslında tavuk gibiydik diyordum galiba.
Neyse acemi
birliğindeyiz ilk gün bölük komutanı geliyor çök diyor, Allah Allah diyorum çök
ne lan ayıp bişey. Kocaman adamlarız kavga çıkmasın diye istemeye istemeye
çöküyorum yere. Ben çökünce diğerlerinin de direnci kırılıyor ve onlar da
çöküyor. Sonra kalk diyor hemen komutan. Çöktükten sonra kalkmak önümüzdeki iki
haftada duymak istediğimiz tek şey olacaktı. Kalk de ulan diye yalvaracaktık ne
bilelim. Neyse yine isteksiz isteksiz kalktım ben maksat huzursuzluk çıkmasın.
Komutan, “çök deyince anında çökeceksiniz lan” dedi. Çök diye bir bağırdı nasıl
oldu anlamadım 400 kişi tak yerde. Kalk emri bekliyoruz hemen kalkalım diye ama
adam konuşuyor. Neyse iki dakikanın ardından kıçım, başım, ayaklarım, her yerim
ağrımaya başladı. Hala çökmüş vaziyetteyiz. Eşek kadar adam olmuşum yerde
kıvranıyorum. Bildiğin ağlayacam amına koyuyum. Bot ayağımı acıtıyor. “Kolumu
incitiyorsunuz beyefendi” derler ya ayağımı incitiyorsunuz demek istedim
diyemedim. İki dakika oldu 20 dakika. Artık Vietnamlıların işkencesine
dayanabilen “Michael ve Nick” gibiydim. Yarım saat mi oldu 45 dakika mı oldu
bilmiyorum kalk dedi birden. Sevinçten ağlayacaktım. Bokunu yiyelim komutanım diyorduk
içimizden. Allah senden razı olsun ağam diyordum. Kalk diyordu ama
kalkamıyorduk. Hayatımda ilk defa ayaklarım lafımı dinlemiyordu. Botun içinde
kokmasalardı suni teneffüs bile yapabilirdim. Bayılmışlardı. Dizden kalktım
ayağa. Yüzümdeki ifadeyi kimse görmemeliydi. Hem bir rahatlama vardı hem de
altta karıncalanma başlamıştı. Ayağımı hissetmiyordum. Malazgirt ruhunu
düşünmeliydim. Hayır fırsat vermiyordu. Tekrar çökün lan deyince nasıl la dedim
bi daha mı. Evet bi daha çöktük. Hayııır diye içimden bağırırken nasıl oldu
anlamadım kendimi yatakta bulmuşum geri kalanları hatırlamıyorum, bi şekilde
akşam olmuş herkes yatmıştı.
Çök mök derken üstümüze
çok gelineceğini anlamıştım. En acayip hissettiğim, zoruma giden yer istikamet
yeme kısmıydı. Marş felan çalışıyoruz. Nizami adımlar atılıp yüksek sesle
bağrılıyor felan. Rambo gibi bağırıyorum beni görmeniz lazımdı. Ama herkes
benim gibi bağırmıyordu. Çok fazla ses gelmeyince de bölük komutanı birden “istikamet
sağınız dağılın marş marş” diyordu. İlk duyduğumda “yok canım düşündüğüm şeyi
istemiyordur herhalde” dedim. Baktım ki ciddi ciddi sağ tarafa doğru amansızca
koşmamızı istiyormuş. Neyse herkes birden kurttan kaçan koyun sürüsü gibi sağa
sola koşuyoruz. Birden yat demesin mi. Lak diye bir yatıyorum çime böyle karnım
acıyor yere hızlı çarptığım için. Nefes nefese kalmışım. Kalk diyor yine
koşuyoruz bi daha çök. Bir gün yine yatıp uzanmışım sürün dedi bu sefer. Yerde kıvırta
kıvırta sürünmeye başladık. Kimisinin botu ağzıma değiyor felan. Böyle sürünüp
giderken çimin üstünde bir böcek gördüm. Bana bakıyordu. Böceği görünce aklıma “hellori
hazretlerinin hikayesi” geldi gülemedim bile. Napıyorum dedim kendi kendime
böyle. Her gün, günde 3 posta istikamet yiyordum. Yere çökerken yine karnım
ağrıyordu ana avrat küfür ediyordum yüksek sesle bağırmayanlara. Hatta bir kere
istikamet dedi, biz başladık koşmaya çok sinirlenmiştim. Bildiğin sesim
kısılmış o aralar. İt gibi koşuyorum koşarken de bağırmayanın amına koyuyum
diyoruz. Kim bağırmıyordu harbiden. Yat diyor önüm diken yatamıyorum, sağa
doğru atlıyorum. Bebenin götüne denk gelmişim Allahtan, uygunsuz pozisyon
ikimiz de nefes nefeseyiz. Sonra sola atıyorum kendimi. Yine çim yine böcek var
karşımda bakışıyoruz. O an tüm hayatımı sorguladım. Hani komandoculuk, rambo,
bordo bereliler, gizli operasyonlar, illimunati, pkk nerdeydi lan bunlar. Sabahtan
akşama çime atlıyordum. Bir haftanın ardından alışmıştım artık. İstikamet
yediğimde yıllardır çim görmemiş çocuklar gibi neşe içinde koşuyordum. Milka reklamında
gibiydim. Bazen diğer çocuklarla yerde göz göze geliyordum. Gözlüklü şişman bir
oğlan vardı. Böyle nefes nefese kalanı daha görmemiştim. Bakışırken birbirimizden
utanmıştık. Neyse bitti gitti.
İlk zamanlar bir
garipti haliyle. Hayatımda ilk defa gördüğüm şeylerden kuruluydu yeni dünyam.
Emir altında olmak bambaşka bir duyguydu. Herkes mutlaka bir dönem emir altına
girmeli bence. Yemek sırası o sırası bu sırası. Her şey sırayla anasını
satayım. Ziraat bankasındaki iki fiş birden alan şişman teyzeleri özlemiştim.
Zira önümde 600-700 kişi felan oluyordu. Ve bu kuyruklar bitmiyordu. Derken
öyle ya da böyle o saçma günler geçmeye başladı ama ben etrafımdaki insanlara
adapte olamıyordum. Bunların hepsi kısa dönemdi ve muhabbet dönebilmeliydi ama
olmuyordu. Çok zorlamama rağmen hepsi mal gibi geliyordu bana. Kusura bakmayın
ama Türkiye’deki üniversite ve eğitimin tekrar gözden geçirilmesi gerekiyor.
Doğru düzgün entelektüel bir sohbete giremedik 40 gün boyunca. Film muhabbeti
bile dönmedi inanır mısın? El clasico 4-3 bitmiş diyorum ona da ses yok. Vay
anasını diyorum lan bunlarla böyleyse yarın uzunlarla ne bok yerim ben diyorum.
Veriyorum kendimi ketumluğa. Geçmiyor vakitler sürekli hayal alemindeyim.
Yaşamımı kişiliğimi her şeyi sorguluyorum. Kısalardan iğrenerek o saçma süreci
tamamlıyorum ve alaya, il jandarmaya gidiyorum. Evet, jandarmaydım üstüne
üstelik şoför olacaktım. Alayda 20 gün kaldım ve yeni gelenlerin yaşadığı
ızdırap, acı ve felaketlerin çok olmasa da bir kısmı benim başıma da geldi.
Neyse oradan da kurtulduk, sürekli taşınan fakir aileler gibiydim. Bundan sonra
askerliği bitirene kadar kalacağım ilçeye gittim ve asıl askerlik başladı.
Artık acemi değildim ve nöbettir görevdir derken harbiden iş yaptım
diyebileceğim şeyleri yapmaya başlayacaktım. Ama buradaki süreç beklentimin
aksine çok olumlu geçti. İki kısa dönem, otuz uzun dönemdik ve inanılmaz
dostluklar kurdum. Güzel muhabbetler döndü. Kendi hayatımda değiştirdiğim veya
değiştirmeyi düşündüğüm kırılma anları yaşandı. Film gibi hayatlar, uçup giden
hayaller, sahte sevinmeler ve ağır arabesk yaklaşımlar hepsi burada.
Dj
army dinlemeden uyuyamıyorum
Yavaş yavaş gittiğim
yere alışıyorum arada yaş farkı da var derken çocuklarla güzel diyaloglarımız
olmaya başladı. Benden önceki kısa dönemleri pek sevmiyorlarmış. Zaten 1-0
geriden başlıyoruz onlara karşı. Onlardan sonra gelip onlardan önce gidiyorsun
ve bu çok koyuyor. Benim de başıma gelse ben de tavır alırdım. Üstüne üstelik kendilerini
beğenince bizim okumuşlar, pek hoş olmamış karakolun içi. Herkes birbirine
tavır almış. İlk geldiğimde sakın
konuşma denilen çocuklar nasıl oldu anlamadım en yakın arkadaşlarım oldu. Metin
herkesin tavır koyduğu bir çocuktu özellikle kısalara kan kusturuyormuş. Tipi,
şekli, şemali tam bir psikopat ve sivildeki işi de uyuşturucu satmak. Dediler
bundan uzak dur ama duramadım. Zamanla güzel bir dostluk kurduk kendisiyle.
Neden bazı insanlara tavır koyduğunu da anlattı hak verdim. Bu çocuğun
hikayesine değiniriz. İyi hoştur da ayin zamanlarında ben ilk etapta rahatsız
oluyordum. Gün içinde sürekli arabesk dinliyoruz zaten her şey karanlık
geliyor. Acı çekiyoruz bu yüzden şarkılar çok derin. Sikeyim diyorum ne dertler
yaşanmış böyle diye. Kürtlerin klipleri de öyle değiniriz onlara sonra. Böyle
akşama doğru dj army dinliyoruz.
Dinlemeyin lan şunu
diyorum ne böyle möö gibi. Çocuklar sadece dinlemiyor aynı anda kopuyorlardı
da. Kopmak ne demek? Kopuyorlar işte tüm bu emir muhabbetinden, askeri
saçmalıklardan, ailevi sıkıntılardan felan kurtulup el kolları esrarengiz
biçimde sallayarak kopuyorlardı. Tabi dj army eşliğinde. Dj army’e ne küfürler
ediyorum “neden bu işlere girdin, sigortalı bir işe giremez miydin” diye. Sonra
neden oldu bilmiyorum ayine katılmaya başladım. Tutamıyordum kendimi. Evey’in
V’nin sayesinde yağmur altında ağlayıp kendini bulması gibi ben de “dj army blue crystal” dinlerken kendimi bulmuştum. Belki ağlayamamıştım ama etrafımdaki
herkesi çılgınca güldürmüştüm. Dj army beni görse mesleği bırakırdı. İnsanın “sen
kopma lan ayı” diyesi gelirdi beni görünce. Ama utanmadım koptum. Yorulana
kadar hem de. Vücudum yorulunca ellerimi özellikle işaret parmağımı yukarı
kaldırıyordum ve kafamı sallıyordum. Ben kopuyorum, beni rahat bırakınız. Saat
11 herkes uyumalı ama son bir kez “dj army oxygen” açıyoruz. İşaret parmakları
havada herkes ahenkle dans ediyor. Kim içinden ne düşünüyor bilmek mümkün
değil. Ama şarkı bitmesin istiyoruz. İyi geceler diliyoruz ve yatıyoruz.
Artık onsuz
yapamıyordum. Oradan gidene kadar nerdeyse her gece dinledik, dinlettirdim de.
Hatta ayrılış partimde bile beraber kopmuştuk. Şimdi sivildeyim yine dinliyorum
dj army’i. “Dijey armii prodakşınnn”,
uyumayın lan. Onu dinlerken her şeyi unutabiliyorum artık. Ah bu sosyal
statüler, gücün ve eşyanın cazibesi lanet girsin içlerinize. Dj army, benim
kalkanım gibi onu dinlerken dokunamıyorlar bana.
Uyuşturucu
satıcısı metin ve hikayesi
Metin psikopat bir
arkadaşımız. Askere ilk girdiğinde uzunların yüzde yirmisinin yaptığı gibi
kendini deliliğe vurmuştu ve çürük raporu almak istiyordu. Tüm Türkiye’de
kullanılan bazı yöntemler vardı. En çok hoşuma giden kibrit kutusu yakmaydı.
Kibrit kutusunun içine sağdan soldan bulduğun karıncaları, ufak böcekleri koyup
bölük komutanının yanına gidiniz. Orada kutuyu açıp askerler size sıraya
geçmenizi emrediyorum deyiniz. Karıncalar da sağa sola dağılmaya çalışınca
sinirlenip kutuyu ve içindeki askerlerinizi yakınız. Sonra komutana dönüp “askerlerim
sözümü dinlemiyor” diye bağırınız. Tebrikler, askerliğiniz bitti evinize
gidebilirsiniz. Ya da sessizliğe gömülüp kendi kendinize konuşmaya başlayın bir
süre, en azından komutanların yanında sonra gidip herhangi bir duvara kafa
atın. Öyle hızlı vurmayın ama rol yapıyorsunuz sonuçta başınız acıyabilir,
kıyamam size. En garanti yöntemlerden biri de kan. Kan göstereceksiniz kan.
Hafiften kesin oranızı buranızı. Bir de sinir krizine girin tamamdır. Sinir
krizi derken yıllar önce lisedeydi galiba. Bir arkadaşımızın başına gelmiş.
Bunlar iki üç kişi giderlerken bunları dövmek isteyen bir grup gelmiş yanlarına
daha kalabalık ve güçlü. İşte atarlı sohbetler başlamışken iki üç kişiden biri
olan arkadaşımız birden titremeye yumruğunu sıkmaya başlamış. Sinir krizi ayağına
yatmış diğer bebeler korkup kaçsınlar diye. Çocukların dövmek gibi bir niyeti
yokken sadece titreyeni dövüp gitmişlerdi. Neyse işte bu tarz hareketler
yaygındır uzunlar arasında ve tüm amaç çürük alabilmektir. Çoğunlukla da
alırlar istediklerini.
Metinin ise daha
organize edilmiş bir planı vardı. Metin gece 2 gibi kalkıyor, o saatte ayakta
kim varsa işte nöbetçiler, gece çavuşu, komutan felan yanlarına gizliden gidip
dikiliyormuş. Birden beliren metin “ekmek var mı” deyip geri gidiyormuş. Artık
iyice korkmaya başlayan karakol halkı tedirgin olmuş. Metinin beslediği cinler
varmış. Ekmeği onlara götürüyormuş. Bu hikayeyi daha da süsleyen metin, özellikle
kısalara karakolu zıkkım etmiş. Bildiğin adamdan tırsıyormuş herkes. Neden
böyle bir yöntem seçtiğini sorduğumda ağzındaki tüm dişleri görebileceğim
derecede gülüyordu. Ne biliyim amına koyuyum diyordu sonra. İşte bu metin sonra
çürük muhabbetinden sıkılıp aklına Çanakkale Destanı’nı, Malazgirt ruhunu
getirince askerliği doğru düzgün yapmaya karar verir ama hikayesi vardır
dinlenilmesi gereken.
Metin 6 çocuklu bir
ailenin en küçük üyesi ve İstanbul Pendik doğumlu, aslen de Erzincanlı. 10
yaşında platonik aşkından olumlu tepkiler alamayınca depresyona girer ve ne
yapacağını bilemez. O yaştaki çocuklar bunalıma girdiğinde lolipop yerken metin
nasıl olduğunu anlamadan kırmızı ferrari ve mavi yunus haplarıyla tanışıyordu.
Abooov diyordu bu nasıl bir dünya böyle. Metin’in mahalle arkadaşları zaten bu yolun
yolcularıydı ve ona her türlü imkanı sağlıyorlardı. Ufaktan hap atmaya başlayan
metin zamanla hapları satmak da istemişti. 12-13 yaşlarında daha bir ergenken
kızları ağına düşürmeye başlamıştı metin. Yaptığının iyi mi kötü mü olduğunu
bilmiyordu. Sadece fakirdi, yalnızdı, başarısızdı ve burada kendini bulabilmişti.
Filmlerdeki tecavüzcü çoşkun gibi alço nuri gibi bir şeydi artık. İlk saf temiz
sevgisine karşılık bulamayınca artık tüm kadınlardan intikam alma dürtüsü
metin’de hakimdi.
Okulu da erkenden
bırakan metin boş boş gezeceğime hap satarım deyip hızlıca bu yola
girivermişti. Pendik kavakpınar mahallesindeki kötü yolların ilk adresi N’den
mal almaya başlayan metin, bu malları mahalle aralarında satmaya başlayacaktı.
14-15 yaşlarına geldiğinde artık amatör bir uyuşturucu satıcısıydı metin.
Sattığı mallar; mor menekşe, kırmızı ferrari, mavi yunus, mor kedi, mor
kelebekti. Bu hapların çok güzel gittiğini söylüyordu uyuşturucu satıcısı
metin. Tanesini 7-8 liradan alıp 20 liraya satıyordu. Baktı ki bu işte iyi para
var metin gözünü iyice karartmıştı. Ailesi tarafından da dışlanan metin güçlü
ve zengin olmak, insanlardan saygı görmek istiyordu. Manitalarla donatılmış malikanesinde
havuzdan çıkmayan uyuşturucu baronu B gibi olmak istiyordu metin. Metin bu B’ye
baya özenmişti. Adam havuzdan çıkınca bir kadın havlu tutuyor diğeri içkisini
getiriyor diyordu. Havuz komple karı doluydu diyor metin. Çocuk nasıl
özenmesin.
N’den daha fazla mal
almaya başlayan metin, N’nin pozisyonuna göz dikivermişti. Repertuarına yeni
mallar eklemişti metin; esrar, kubar ve roj. Metinin gözü karaydı. Ruhunu
şeytana satmış ve lanetli bir yola girmişti. Ama her ezan okunduğunda içi bir
acayip oluyordu. Ezan bitince devam one shot, be high. Artık metin “hızlı
gonzalez meto” idi. Artık sadece uyuşturucu satmıyor daha başka kötü işler de
yapıyordu. Mesela “askı” dediğimiz gece evlere girip hırsızlık işini yapıyordu.
Uyuşturucudan para kazanıyorken neden bu işlere girdin dediğimde ise daha fazla
kötülük ve para diye cevap veriyordu. İçindeki şeytan “yaşasın kötülük” diye
bağırıyordu adeta. Araba çalma da yapmıştı birkaç defa bir iki defa da kadın
pazarlama. Zaten eline çok kız düşüyordu, yalvarırım bana hap
ver diye. Hiçbirinin bedeni metine huzur vermiyordu ama. Kadın işinde uyuşturucuda bulduğu huzuru
bulamayınca bırakmış tövbe etmiş. Bundan sonra eline düşen kızlarla hoş
dakikalar geçiriyordu sadece. Arkadaş babında yani. Ve nihayet toz işine
giriyordu metin. Asıl para meğerse toz dediğimiz kokaindeymiş.
Pendik artık metin’e
yetmiyordu. kavakpınar, çamçeşme, alt ve üst kaynarcalar, esenler, gözdağı,
ordu mahallesi, güzel yalı, esen yalı, çakaldere, taşlı bayır metin’i tatmin
etmiyordu. Kendine yeni satış yerleri eklemişti; yunus, kartal, atalar,
maltepe, suadiye, feneryolu, kadıköy, üsküdar, küçükçekmece ve bostancı yeni
dükkanlardı. Buralarda metin yeni ufak metinciklere mal veriyor ve satışları
kontrol ediyordu. Bir çiğköfteciyi ofis edinmişti. Herhangi bir aksaklıkta
hemen müdahale ediyor diğer zamanlarda ise keyfine bakıyordu. Ortalama günde
500 hap, 250-300 g esrar ve 100 g kokain satıyordu.
Metin’in daha büyük
oyuncularla tanışması gerekiyordu. Doğuluların yönettiği büyük ve organize bir
ağda metin yükselebilecek miydi? Metin’in altında yaklaşık 20 kişilik bir ekip
oluşmuştu. Piramidin en yukarılarında kimler var bilemiyordu ama üstünde 5
basamakta yaklaşık bir 50 kişiden bahsediyordu. Kurtlar vadisindeki hüsrev ağa
galiba en tepedeydi. Diziyi izleyince bizim metin minnacık kalıyor ama biz de
çakır değiliz sonuçta pozisyonu fena değildi yani. İnsan arkadaşlarının
başarısıyla övünürmüş. Aslında övünür gözüküp kıskanırmış. Arkadaşlarımız hep
başarılı ve zengin olsunlar ama bizden sonra en başarılı olsunlar istemişizdir
hep. İşte arkadaş metin’in durumunda böyle bir şeyin olma şansı yoktu.
Bir gün bekar evinde
kız arkadaşıyla parti verirken, salonun ortasında tozlar ince çizgi haline getirilmiş
dolarla burna çekilir ya, belki de tony montana gibi uyuşturucuya kafa atıyordu
bilemiyorum ama sabah 4:30 gibi telefon sinyallerini takip eden polisler eve
baskın yapar. Metin o sabah o evden bir şekilde kaçabilmişti. Bir hafta sonra
Pendik çınardere’deki bir parkta kız arkadaşı tarafından kündeye getirildi ve
polise teslim edildi. Metin şoktaydı ne yapacağını bilememişti. Kaba tabiriyle
yarrrağı yemişti. Bu işten kaçmasının veya kurtulmasının bir yolu yoktu. Acaba
kurtulur muyum bir umut diye düşünürken Ümraniye t tipi kapalı cezaevinin
yolunu tutar ve orada mahkemelere git gel süreçleriyle iki sene yatar. Evet,
tam iki sene yatar. Yattığı süre zarfında biriktirdiği tüm paraları
yaşayabilmek için eritmişti. Haydan gelen para sigaralara, yemeklere, haraçlara
gitmişti. Gardiyanı çorbayla yaktıklarında metin o gün aç kaldığı için üzülecek
kadar gaddarlaşmıştı. Gaddar kerim, metin’in yanında artık daha insalcıldı.
Yattığı yerde A. diye Diyarbakırlı biri vardı. Bu adam orta düzeyin biraz
üstünde yer alan bir uyuşturucu satıcısıydı. Metin’i himayesi altına alan A,
metin’e hayat dersleri veriyor galiba bir iki tane de kitap okutuyordu. Bu
saatten sonra metin ezel, Diyarbakırlı A da dayı oluvermişti. Eyşan ise
sokaklardaydı. Diyarbakırlı adam metin’e bir numara vermişti. Çıkınca ararsın
diye. Haplar tozlar her şey metin’in emrindeydi ve işleri daha da
büyütebilecekti metin. Ama kararsızdı hazır elinde bir fırsat varken lanetli
yoldan kurtulabilir miydi acaba. Bir ara konuştuk köye dayısının yanına gitse
hayvancılıkla felan uğraşsa nasıl olabilirdi. Harbi temiz bir aile kızı olan
asıl sevdiğiyle normal bir düğün de yapabilir miydi?
Metin mapustan çıkınca
annesinden önce kendisine verilen numarayı aradı. Diğer adam Bitlisli A. idi.
Bahçelievler amatem’in karşısındaki köprünün altında buluştular. Bu ekip daha
organize ve büyüktü. Metin’i daha riskli ve paralı bir hayat bekliyordu. Yeni
ekip metin’e yeni mallar da tedarik etmişti; jamaica, boom boom, ekstazi ve
tabii ki de bonzai ama gerçek olan bonzai’den. Metin bu ekibe dahil olduktan
kısa süre sonra nedendir bilinmez askerliğe gelmeye karar verir. Yaşı da
yavaştan geçmeye başlamıştır. Askerlikten sonra bir ihtimal bu işlerden elimi
ayağımı çekerim diyor ama buna kendisi de inanmıyor. Arada görüşüyoruz metinle
ilerde belki en büyük baron o olur bilinmez. Ve eminim hemencecik “aa
uyuşturucu satıcısı mı kaka şey seni” demek çok kolay. Herkese hayat farklı
yollar çizmiş. Bizler çok rahat yaşamış olabiliriz. Bu, bize diğer insanları
kolayca eleştirebilme hakkını verememeli. Yolun açık olsun metin.
Arabesk
dinliyorum kaşlarım çatık
Gözlerim yaşlanmış
sesim de kısık, arabesk dinliyorum kaşlarım çatık, felek yanlış yapmış kafam da
atık, arabesk dinliyorum kaşlarım çatık diyordu grup vitamin yıllar önce. Rahmetle
anıyoruz seni güzel insan Gökhan Semiz. Hafta içi 6, hafta sonları 7 kalk
saatlerimizdi. Gece çavuşunun o uyandırmak istemeyen sesi yankılandığında
uykuyla arası pek olmayan ben hemencecik uyanırken diğer ipneler “hımmm” diye
sağa sola dönüp vakit kazanıyorlardı. Benim kişisel temizliğim uzun sürdüğünden
hemen kalkıp yol almam gerekiyordu. Kişisel temizlik dediğim de yüzümü sabunla
yıkıyorum felan. Baya temiz takılıyorum yani oralarda. Her sabah traş
olmalıyız. Traş sonrası diş fırçala, üstünü giyin, siktiğimin yatağını yap ve
aşağıya in.
Yatak yapmaktan nefret
ediyorum. Bir daha da yapmayı düşünmüyorum. Her yatak jilet gibi olmalı ve dört
kat baklava deseni gözükmeli. Nizami bir yatak yapmak isterseniz en az bi 10
dakikanızı alır ve çok yorucudur bu iş. Uyanmak ile yataktan kalkmanın aynı
olduğu bir ortamda kalkar kalkmaz işe koyulmak inanın çok gerici ve sinir
bozucu. Aşağıya kahvaltıya inmeli ve 15 dakikada bir şeyler tıkınmalıyız.
Aşağıya iniyorum tv açık. Aşçı açmış tv’yi saolsun. Yine damar tv’yi açmış.
Selahattin özdemir’den “aramızda sıra dağlar” parçasını dinliyoruz her sabah o
saatlerde. Yerel müzik kanalları her dakika aynı parçaları çalıyorlar. Altta da
sürekli mesaj akıyor. Mesela İstanbul’dan adem 0505 bilmem ne diye. 24 saat
isim numara akıyor. Bu numaralar arkadaşlık etmek isteyen bayanlar içinmiş. Erkekler
buraya numaraları yazıyor, onları da kadınlar arıyormuş. Bu kadar kadın var mı
la diyorum boşta felan diye, bizimkiler hemen arıyorlar diyordu. Allah Allah
diyorum. Onlarca yerel kanal 24 saat ilanlar ne acayip hayatlar varmış deyip
arabesk klibe dönüyorum tekrar. Klibi de izliyoruz ister istemez. Çiftler
kavuşamıyor, iç burkan bir hikayeleri var. Lanet olsun diyorum böyle hayat mı
olurmuş diye.
Her günüm bir
cehennem*Yüreğimde depremler*Taşımıyor dizlerim beni ah beni*Bu acılar
gözyaşlarım ne zaman diner*Hüzün dolu şarkılar dökülür dilimden*Yokluğun sarsar
beni ta derinden*Vurulurum bin kere can evimden yüreğimden*Şimdi kim tutacak
ellerimden*Aramızda sıra dağlar*Aramızda denizler*Her günüm bir
cehennem*Yüreğimde depremler*Taşımıyor dizlerim beni ah beni*Bu acılar
gözyaşlarım ne zaman diner. Niye böyle şeyler yaşadın Selahattin abi. Ağzımıza
sıçtın biliyor musun acaba. Azer bülbül’e geçtiğimizde sinirler iyice
gerilmiştir tabi. Kim yedi reçelleri. O reçelleri yiyenin amına koyuyum. Adam
neler yaşamış şarkılarında haberimiz yokmuş hiç. Üzülüyorum azer’in başına
gelenler için ve çok sinirleniyoruz. Sonra bir Ahmet kaya geliyor onu
dinliyoruz. Askere gelirim, gelmem, bedelli yaparım, Almancı dayı milliyetçiliği
muhabbetlerinden sonra askere gelip Ahmet kaya dinleyince vatani görevin
tamamlanabileceğini idrak etmiş oldum. O da bizi alıp başka yerlere
götürüyordu. “Kafama sıkar, giderim” diyordu, herkes pencereye dalmış gözler
dolacak gibi. O aşk konularına değiniriz birazdan. güçlü soydemir’den deli çoban, müslüm gürses’ten yıllar utansın, ferdi
tayfur’dan bu şehrin geceleri, azer bülbül’den caney, emrah’tan sensiz ben nefesalamam buralarda duramam, Hüseyin altın’dan dargınım, erol budan’dan gidersen eğer kendin bilirsin,
kibariye’den annem (ah canım annem senden başkası yalanmış diyorsun askere
gelince harbiden). Ve daha niceleri, sabahtan başlıyoruz damara sonra mıntıka,
içtima derken insan öyle kötü bir psikoloji ile güne giriyor ki sinirler tavan,
arabesk klipler akılda kendimize gelemiyoruz. Kim içtiyse o meyve sularını
sikiyim götünü diyordu Vanlı seracettin bir konuşmasında. Tam o sırada Hüseyin Altın
klipte kendisini aldatan karısını ve en yakın arkadaşını vuruyordu. Arabesk
dinliyorum kaşlarım çatık hem de her gün.
Gece
operasyonunda yaşananlar
Jandarma istihbaratın
uzun süren çalışmaları sonucunda uyuşturucu kullandığı ve sattığı tespit edilen
bir aileye baskın yapılmaya karar verilir. Konusunda uzman istihbaratçılar ve
müthiş yetenekli bir köpek olayda bize yardım edeceklerdi. Gece baskının adı
delta operasyonuydu. Şaka yapıyorum öyle bir ismi yoktu ama baskına giderken
kendimi dünyanın en güçlü adamı gibi hissediyordum. Sikecektim belalarını. Asıl
satıcı, ailenin en büyük abisi ve bir küçüğü de işin içinde. Bir de olaydan çok
da haberi olmayan 18 yaşlarında küçük bir kardeş daha var. Küçük ve ortanca
olan İstanbul’dan otobüsle geliyorlarmış. Otobüste bir de istihbaratçı var.
Gizli bir şekilde otobüse bindiğini kimsenin ruhunun duymadığını söylemişti.
Cıa bok yesin senin yanında sayın abimiz. Trafikçilerle beraber bu iki kardeşin
bindiği otobüsü durdurmak için yol kenarında yerimizi aldık. İstanbul yolu ana
baba günü gibi. Nerdeyse her 5 saniyede bir otobüs geçiyor. Neyse biraz zaman
sonra bizim otobüs göründü ve nizami bir şekilde durdurduk. Gelip geçen
otobüslere öyle bir bakıyorum ki korkudan hıphızlı geçiyorlar yanımdan.
Gözlerimle onlara “bakın, gözüm üstünüzde, akıllı olun” mesajı veriyordum.
Çok hızlı giden
otobüslere de elimle yavaş ol işareti yapıyordum. Bende boy pos da var biraz,
tam bir emniyet ve kolluk gücü olabilmiştim. Kaldığım yerdeki banyo dünyanın en
kötü banyolarından biriydi belki de. Doğru düzgün tazyikli su yoktu ve sıcak su
herkese yetmiyordu. Su öyle az akıyordu ki akıp gittiği yerlere kafamı,
vücudumu uzatıp yıkanmaya çalışıyordum. Banyonun muhtelif yerlerinde
kullanılmış permatikler vardı. Çok kullanılmış ve artık yıkanmaması gereken
donlar da mevcuttu. Arkadan “haydi abi bekleyen çok” sesleri, konsantrasyonumu
bozuyordu. Ne zaman banyoya girsem kendimi güçsüz hissederdim. İşte o gün yol
kenarında geçen arabaları gözümle tehdit ederken kendimi güçlü hissetmiştim.
Neyse otobüsü durdurduk, rutin bir arama yapılmaya başlandı. İki kardeş ve
istihbaratçı aşağıya indirilip kimlik kontrolü yapılmaya başlandı. Olay yeri
inceleme ekibimiz ise otobüsteydi. İki kardeşin çantası aranmaya başlandı.
Ortanca olan öyle bir terliyordu ki adam 1-2 dakika içinde yerleri ıslattı
terden. Çok gergindi ve bağırıp çağırıyordu. Uyuşturucu olmasa bile bir bok
yediği belliydi.
Neyse bu arkadaşların
karakola götürülmesine karar verildi. Durduğumuz otobüs ise yoluna devam etti.
Derken 100 metre sonra otobüs birden patladı, saatli bomba çalıştırılmıştı.
Göğe müthiş bir alev yükseldi. Herkes yere serpilirken ben arkamı dönüp
yürüyordum. Ben yürüyordum arkamda ise alevler yükseliyordu. Keşke böyle şeyler
olabilseydi olmadı. 100 metre sonra duran otobüsten otobüste unuttuğumuz
istihbaratçılar ve olay yeri inceleme ekibi indi. Sırıtıyorlardı. Olayı çözmesi için gelen ekipler otobüste
kalmış ve korkmuşlardı. Otobüs hareket edince arkadan bağırışlarını
duyabilmiştik. Biz burada kaldık durdurun otobüsü diye. Neyse o korku dolu
anları atlatan personelimiz yine görevlerinin başına döndü.
Bir gün mobilya
mağazasının birine hırsız girmiş. Geri zekalı hırsızlar çalınabilecek pek çok
bilgisayar ve tableti alamayıp sadece kasayı zorlamışlar. Tabi günsüz şoförü her
daim olay yerindedir. Yine gittik sabahtan. Çay içiyorum, bir yandan da
kameradan görüntüleri izliyoruz. İki tane dayı yüzlerine maske felan takmışlar,
ağırdan ağırdan tesiste geziyorlardı. Bildiğin herifler götlü göbekli
insanlardı. Kamerayla az daha sevgili olacaklardı bakışmaktan. Neyse dediler
olay yeri gelsin delilleri felan toplasın. Tüm olay yeri muhabbetimiz eski bir
çantanın içindeki tozlar ve parmak izi alma bantı, başka da bir cacık yok.
Geldi olay yeri inceleme resim felan çekti yorulunca çay içtik komutanla sonra
parmak izlerini aldık ve gitti. Peki dedim ne zamana sonuçlanır bu parmak
izleri felan. En erken 1 aya elimize gelir dedi komutan. En erkeni ne lan 1
ayda adam meksikaya gidip aile kurar demeye kalmadan izlediğim tüm “crime scene
investigation” film ve dizilerini aklıma getirdim, yani olay yeri inceleme
dizilerini felan. Oradaki azılı hırsız ve suçluları düşündüm. Hepsi bir zeka
ürünüydü. Bizim hırsızları görünce kendimden utandım. “Bize 1,5 adana verin biz
yiyip gidelim” der gibi geziniyorlardı tesiste. Kasayı açmaya çalıştıklarını
görüyorduk. Açamayınca biri tekme attı kasaya öbürü vurdu bi tane, kasa yine
açılmadı. Sikeyim sizin suçlu olmaya karar verdiğiniz güne.
Sherlock’u keşke
izlemeseydim dedim olay yerini ve hırsızları görünce. CSI’ı izlemeseydim dedim
olay yeri incelemenin alet ve edevatlarını görünce. Türkiye’de zeki suçlular
yok maalesef. Suçlular zeki olmayınca onları yakalayanlar da zeki olamıyor. Parmak
izleri tespit edilip görüntüleri de mevcut olan adamlar iki ay sonunda yine yakalanamamışlardı.
Sonrasını bilmiyorum benim askerliğim bitti. Nasıl bir evcilik oynadıklarının
farkında değildi bu olay yeri inceleme. Bizdeki “olay yeri gezme, resim
çekmedir” başka da bir şey değil. Acaba filmlerde mi çok acayipti bu olaylar
diyordum ama bizdeki gibi de olmamalıydı. Neyse adamları alıp karakola
götürdük. 4 tane araç hazırlandı ve köye baskına gidilecek. Büyük abi köyde ve
olaydan haberi yok. 4 araç 30 tane rütbeli ve asker yığını. Bizi gören köylüler
çok şaşırıyorlardı. Zannedersin Meksika kartelinin malikanesine baskın
yapıyoruz. Bir de bu uyuşturucu yakalandığı zaman prim mi ne alıyormuş
komutanlar. Nasıl da hevesliler canlarım benim. Önemli olan toplumun huzurunu
sağlamaktır değil mi.
Eve gittik izbe bir
yer. Osman abi kapıyı zar zor da olsa açıyor. Ev çürümüş kimsenin haberi yok.
Bisküviler cipsler nerdeyse 10 yıllık gibiler. Bakteriler bile terk etmiş
eskimiş yiyecekleri. Osman abi ilginç bir abimiz. Evin içinde kocaman bir
resim, resimde de harbiden mafya babası gibi böyle azer bülbüle benzeyen bir
adam var. Elinde de tesbih, o kadar ihtişamlı duruyor ki “bu adam gelmeden bir
an önce buradan gitmeliyiz” diyorum kendi içimden. Sonradan öğreniyorum
uyuşturucu kullanmaktan Afrikalılara dönen Osman abi aslında duvardaki adammış.
İçim burkuluyor “neden kendine böyle yaptın” diye diyorum ama nafile. Bir kere
bulaştın mı çıkamıyorsun işin içinden. Sonra benim uyuşturucu satıcısı
arkadaşım metin’den öğreniyorum bu osman’ı. Metin çarşı izinlerinde doğru yer
ve doğru kişileri buluyordu. Bir ayda tüm ilçenin uyuşturucu ağını öğrenmiş
kendini onlara tanıtmıştı. İlçeye ilk bonzai’yi bizim Osman abi sokmuş ve metin
de onu tanıyormuş. Operasyon sonrası karakola geldiğimizde metin “Osman nasıldı”
diye bana sordu. Elleri arkasında gözleri camdaydı. Metin baron ben de
kapısının önündeki iti gibiydim o an.
Baskın tüm hızıyla
ilerliyordu. Osman abinin zayıflamasına ve gençliğinin gitmesine çok üzüldüm.
Herkes evde bir şey arıyor. Bizim komutanlar, istihbaratçılar ve uzman köpek.
Evi delik deşik ediyorlar adeta. Ben de dışarıda Osman abiye bakıyorum bir yere
kaçmasın diye. Osman abi o sıcak havada üşüyorum diyordu. Yerinde duramıyordu
adeta. Eskiden çok atarlı bir delikanlı olduğundan bahsetti bize. Resimde
gerçekten de ihtişamlı duruyordu. Eski bir fotoğraf olsa 4. ya da 5. Mahmut
olabilirdi. Abi sen azer bülbüle benziyormuşsun dediğimde şöyle bir güldü sonra
düşüncelere daldı. Azer bülbül benim askerlik arkadaşım dedi. Hassiktir lan
Osman abi demeye kalmadan resimleri gösterdi evden, harbiden beraber askerlik
yapmışlar. Ama sağlıklı Osman abi, azer bülbülün birebir aynısı ya, şaşırmamak
elde değil. Zaten Azeri de bok yoluna götüren uyuştucu ve haplardı diyor. Azer
bülbül şarkılarındaki gibi bir kadının gözlerini unutamayacak bir insan değil.
Çok uzun yıllar önce tv izlediğim zamanlar azer böyle yeni yeni ünleniyor, yılbaşındayız.
O sene içinde yaşanan garip magazin olaylarını izliyorum. Birden polislerin
yanında Azer’i ve sevgilisini görüyorum. Kadın ağlıyor. Komiser “niye dövdün bu
kadını” deyince azer bülbül de “komiserim bir kadının ayağı kokar mı, size
soruyorum kokar mı, bu kadının kokuyor” diyordu ve sinir krizine giriyordu.
Abooov demiştim yıllar önce. Sonrasında hızlı yaşamı seçen azer bülbül ciddi
bir uyuşturucu ve hap bağımlısı olmuştu. Konserlerin ve şarkı dolu anların
ardından otellerde hayat kadınlarıyla vakit öldürüyordu. Bir gün otel odasında
kadınla iş üzerindeyken cialisten iki tane atınca kalbi dayanmadı ve aramızdan
ayrıldı. Azer deyince Osman abinin gözleri doluyordu hep.
Biz o kadar konuşuyoruz
içerde hiç yoksa 10 tane asker, komutan var bir de köpek. Diyorum herhalde
10-15 kg mal bulundu. Ama bizimkiler hiçbir şey bulamıyorlar. Köpek desen sokak
köpeğinden farksız, itin ilk göreviymiş. Dilini çıkartıp mal mal geziniyor her
boka havlıyor. Köpeğin uyuşturucu felan bulacağı yoktu yani. Olsun olay yerinde
istihbaratçılar vardı onlar yeter nasıl olsa diyorum ama onlar da bir şeyden
anlamıyorlar. Evde bulunan bazı madde, cisimler var ama bizimkiler ne olduğunu
tespit edemiyorlar. Zaten de malları bulan bizim uzun dönem askerlerden biri.
Bu arkadaşımız da iyi bir kullanıcıymış zamanında. Bulduğunu vermiş
komutanlara. Yani o gün bizim arkadaş olmasa hiçbir şey bulamayacağız iyi mi.
Bonk’u bile anlamıyor komutanlar. Neyse hafız, biz o gün 250g mı ne bonzai
buluyoruz, biraz bonk, biraz da hap. Osman abi yandı diyorum içimden. Soruyorum
komutanlara 25 sene rahat yer deniliyor. O ufak kardeş bile en kötü 10 sene yermiş.
Günler sonra aynı köye
başka bir olay için gittiğimde köy meydanında Osman abiyi gördüm. Erol taş gibi
gülerek bize bakıyordu. Hapis mapis yatmayacaktı Osman abi. Kullanıyorum ve
pişmanım demiş savcıya. O da tamam bi daha kullanma demiş. O gün yaktığınız
mazotu, harcadığınız enerjiyi sikiyim sizin. Çok film izlediğim için mi
olaylarda efsunlu, zorlu hikayeler arıyordum bilemiyorum. Ne suçlular zeki, ne
görevliler. Otobüsü durduruşumuz, istihbaratın aylarca süren faaliyetleri,
gizlice köye baskın yapışımız ve Osman abinin bana gizliden bonzai yeni girdi
piyasaya deyip göz kırpması. Hayat ne garip. Şimdi ne yapıyorsun bilmiyorum ama
sonunun azer gibi olmasını istemiyorum Osman abi, dikkat et kendine.
Gizli
görevdeyim
Aylardan haziran
günlerden cuma idi. Havada kan kokusu vardı. O gün farklı şeylerin olacağını
hissetmiştim sanki. Botlarımı bağlarken çok ciddiydim. Nedendir bilinmez çok
heyecanlıydım. İçtimanın ardından silahları silahlığa bırakmaya gittiğimizde Serkan
uzman ismimi zikretti ve bana baktı. Bir 10 saniye ölüm sessizliği oldu. O
merdivenlerden çıkıyordu. 30 askerin içinden Serkan uzmanın acıklı gözleri beni
seçmişti. O da biliyordu belki ölecektim ama o görevi sadece ben yapabilirdim.
O gün beklediğim olayın bu olduğunu hemen anlamıştım. Serkan uzman kısa bir
bakışmanın ardından bi odama gelsene dedi ve diğer askerlere bakmadan hızlıca
merdivenlerden çıkarak odasına doğru ilerledi. Geliyorum dediğimde aşir’in
çağrısına cevap veren hector gibiydim. Hafif bir korku vardı bende ama devletin
bekası için bu operasyonu canım pahasına da olsa yapmalıydım.
Silahı bırakınca
hemencecik komutanın odasına geçtim. Rüzgar bile farklı çarpıyordu artık bana.
Onca komik hikayeler, acıklı yaşamlar, arabesk klipler tüm askerlik muhabbeti
aklımdan gitmişti. Yumruğumu sıkıp dimdik içeri girdiğimde içeride çok
tehlikeli gözüken bir sivil vardı. İlçe karakoluna sürekli istihbaratçılar
geliyordu. Onlardan biri olmalıydı. Evet her şey hissettiğim gibi olacaktı.
Odada Serkan uzman, ben ve istihbaratçı olduğunu düşündüğüm sivil adam vardı.
Serkan komutan bana acıklı bir ifadeyle tekrar baktı ve olum üç çay getirsene
dedi. Tamam demiştim odada üçümüz derin konulara dalacaktık. Hemen çay ocağına
gittim. Kantinci çayın taze olmadığını 10 dakikaya hazır olacağını söyledi.
Çabuk ol dedim evlat, burada vatan söz konusuydu. Hemen geri döndüm komutanın
odasına. Ölüm sessizliğinde dineliyordum. Serkan uzman odaya geldiğimi
biliyordu ama bakmıyordu. Serkan uzmanın en büyük alametifarikalarından biri
buydu, kapı çalındığında veya odasına biri girdiğinde hemen bakmazdı. Kendini
otoriter diğer kişiyi de zavallı kılıyordu adeta. Sivil adam gitmişti çoktan,
odada sadece ikimiz vardık. Biraz zaman geçince bana bakmaya karar verdi ve
evet dedi olum niye bekliyorsun dedi. Komutanım dedim çayı söyleyip geldim
buyurun dedim, içimden “vereceğiniz emirleri bekliyorum, öl deyin öleyim”
diyordum. Tamam olum (oğlum demezdi olum derdi) çay söyle diye çağırmıştım seni
dedi.
Geriye dön yaptım kendi
içimden sinirli bir sesle ve odadan çıktım. Odayla merdivenlere kadar olan
yerdeki 30 adım mesafeyi geçerken hayatımda belki de ilk defa kendimi tam
anlamıyla bok gibi hissetmiştim. Değersiz bir tezektim artık. Amına koduğum, o
kadar askerin içinden beni seçiyordu ve orada da söyleyebilirdi ama yok odaya
çağırıp öyle çay istiyordu. Vay anasını lan diyordum. Bunu ilerde askerdeki
arkadaşlara anlattığımda hepsi yerlerde yarılıyordu. İlerleyen zamanlarda bu
Serkan uzmanla aramız baya iyi oldu. Hatta arası iyi olan tek ben vardım, diğer
askerler onu pek sevmezlerdi. Ondan sonraki günlerde benden ne istese (çay
istememişti bi daha benden) işi yaptıktan sonra “verdiğiniz emirleri yerine
getirdim arz ederim” diyordum. O da haha diye ortalığı inleterek gülüyordu.
Yavşak gibi başlamıştı sonrasında abi gibi bitirdi olayı. Yolun açık olsun
Serkan uzman. Ben kimim ki gizli operasyona katılacaktım hem. Sokayım kurtlar
vadisi, deli yürek senarist kafasına. Milletin kafasını da hep siz
karıştırıyorsunuz ya. O odadaki sivil de köy azasıymış, muhtar olsa yine
iyiydi.
Tuvaletteki
gizli işaretler
Askere gitmem diye
kendimi avuttuğum o eski zamanlarda en büyük destek noktam temizlikti. Günlük
hayatta temizliğe dikkat eden birisiyim ve anlatılan klasik asker hikayelerinde
temizliğe çok da yer yoktu. Temizlik sadece önemli birisi gelince yapılırdı. O
da zorla yapılırdı. O önemli adam artık kimse, mutlaka kaliteli küfürler yerdi
bizden ve çoğunlukla da o piç gelmezdi olduğumuz yere. Hadi ya gelirse diye
sabahtan akşama temizlik yapılırdı. Yattığımız yerlere kadar yalanıp yutulurdu
hadi ya gelirse ibnenin evladı diye. Benim yatağıma bakacak adam zaten önemli
insan değildir ya neyse yapardık bir şekilde. Tüm bu temizlik muhabbetinde çok
korkunç bir bölüm vardır. Tuvalet kısmı. O kadar saçma ve komik hikayeler
duyarak gelmiştim ki askere tuvalet deyince ürperiyordum. İlk tuvalete girdiğimde
kapıyı açmak istememiştim hiç, ama girmeliydim oraya. Kapıyı aralayınca bir
uzaylı görmeyi yeğlemiştim ama yoktu.
Askerliğimin çoğunu
yaptığım ilçe jandarma karakolunun üç tane alaturka tuvaleti iki tane de
pisuvarı vardı. Bu üç büyük tuvaletin iki tanesi zaman zaman tıkanıyordu. Ben
oraya geldikten bir hafta sonra ikisi yine tıkandı. Neyse öylesine el yüz
yıkayım sıfatıma bakıyım diye bir gün tuvalete girdiğimde aynadan o taşan
tuvaletleri gördüm. Aman tanrım dedim hemen gözümü kaçırdım. Unutmalıydım o
anı. Hemen kantine gidip çay içtim bir şeyler yedim. Bir gün sonra tuvalete
gittiğimde temizlenmiştir lan herhalde deyip tekrar baktığımda şaheserin olanca
ihtişamıyla yine orada olduğunu idrak ettim. Bu böyle olmayacaktı. Korkularımla
yüzleşmeliydim. Cesaretimi topladım ve tuvalete daldım. Herkesi çıkarttım.
Yüzleşme vakti gelmişti. Kapıya tekmeyi vurdum, düşmanım karşımdaydı. Oradaki
bok yığınına “buradayım ve senden korkmuyorum” demiştim. Tüm o eseri incelemeye
koyuldum. Bazı yerler hala cıvıklığını koruyabilmişti. Bazı yerler
katılaşmıştı. Tam bir renk deseni ve cümbüşü vardı orada. Aradan geçen 5
dakikanın ardından korkum kalmamış eserden bir anlam çıkartmaya başlamıştım.
Çeşitli semboller görüyordum orada. Kadınların küçük fincanda balık görmeleri
gibi ben de o büyük bok yığınında Real Madrid-barselona maçını görüyordum. Maç
olanca hızıyla ve heyecanıyla giderken pepe’nin kırmızı kart görmesi nasıl
sinir bozarsa, bok yığınının da aşağıya doğru hareket etmesi can sıkmıştı. Tüm
o gördüğüm ahenk, silüet bozuluvermişti. Köpükler çıkıyordu hemen önümde. Sanki
bana bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Aramızdan ayrılmıştı bok yığını, az daha
ona isim bile takacaktım. Biraz su döktüm ve onu sonsuzluğa gönderdim.
O muhteşem yapıya rahat
bakabildikten sonra artık hiçbir pislik ya da pisliğimsi beni rahatsız
etmiyordu. Bazen tuvalete girdiğimde hiç temizlenmemiş olarak bırakılan
tuvaleti görüyor siktir et diyordum. Bir sigara da sen yak derler ya bir
tazyiksiz su da ben çakıyordum. Bu rezaleti hiçbir arkadaşa yakıştıramıyordum
da Allah için. Laf arasında hangi Müslüman kardeşlerimiz bunu yapmış olabilir
diye bir mecliste tuvalet konusunu açtığımda oradaki herkes birden “bunu
yapanın götünü sikeyim” diyordu. Rahatlıyordum
en azından oradaki hiç kimse suçlu değildi ve canavarın suç aleti sikilecekti.
Sonra başka bir meclise daha konuk oluyordum yine aynı taktikle konuyu
açıyordum ve yine canavarın götü dalağı sikiliyordu. Hatta sabah kahvaltıda
meyve sularını içene çok kızan Vanlı seracettin tuvaleti pisletenlere öyle
küfürler ediyordu ki seracettin’in doğduğundan beri hiç sıçmadığına inanmaya
başlamıştım. Onların var ya diyordu. İnanın tuvaleti pisleteceğiniz varsa bile
temizlerdiniz. Her gün küfürler ediyorduk tuvaleti pisletene. O canavarı hiç
yakalayamadık. Giderken herkesle, her şeyle vedalaşıyordum ve son kez tuvalete
gitme isteği duydum. Belki o eski arkadaş tekrar gelmiştir diye, baktım kapıdan
içeri korkmadan. Ancak eski arkadaşım yoktu oralarda, kim bilir hangi
tuvaletten yukarı çıkıp hangi insanları korkutmuştu ama yanımda yoktu o an.
Elveda bok yığını demiştim. Tuvalette arkadaşım yoktu ama canavar yine suç
mahalline imzasını atmıştı.
Banyonun da temiz
olduğu söylenemezdi. Banyodan çıkınca laf arasında yine meclislerde hangi
Müslüman kardeşimiz permatikleri orada bıraktı deyince hep bir ağızdan “onu
oraya bırakanın götünü sikelim” diyorlardı. Başka yerde yine laf sokuyordum
belki yapan duyar da alınır diye hep bir ağızdan yine canavar-2’nin akciğeri,
götü sikiliyordu. Seracettinle göz göze geldiğimde “sen sus gözlerin konuşsun”
diyordum ona. Yine çok dolmuştu seracettin. Gözlerimiz dolmuş, birbirimize
sarılmıştık seracettinle. Bir gün diyorduk bir gün adalet yerini bulacaktı ve
sen o canavarların götlerini sikecektin diyordum. Tamam abi diyordu. Abi bana
bi magnum ısmarlasana diyordu sonra. Tamam diyordum dışımdan, içimden senin
götünü dalağını sikeyim sero derken.
Seracettin kadar içten küfür edeni çok az
görmüşümdür. Küfür ederken, söylediği şeyleri gerçekten de yapmak istediğini
hissediyordum. Beni çoğu kere şaşırtmıştır. Bir gün arkadaşıyla konuşmak için
telefona sarılan sereacettin, karşıdaki alo sesinden sonra selamun aleyküm der.
Karşıdaki ne dediyse bilinmez seracettin küfür etme kardeşim der. Sonra yine
karşıdaki küfürü basar, sero yine küfür etme bak güzel kardeşim der. Bu olay
yaklaşık on dakika boyunca devam eder. Şaşkınlık içerisinde dinliyorum
konuşmayı. Sero çok sabırlı ama karşıdaki adamın telefonu açar açmaz sadece
küfürler etmesi çok enteresan bir olay. Bir adama para versen zor yaptırırsın
bunu, kardeş bak seni arayınca bana direk küfür et diye. En son sero hiçbir şey
söylemeden kapatır telefonu. Yine bir gün telefona sarılan sero başlar selamun
aleykümle sohbete, bu sefer karşıdaki adam da mülayimdir. Öyle güzel
konuşuyorlar ki birazdan birisi tüm İslam alemine selam söyleyecek zannedersiniz.
Samimiyetsiz diyanet görevlileri gibiydiler. Biz de uzanmışız yatıyoruz,
uyumaya çalışıyoruz 30 kişi. İster istemez her detayı duyuyoruz, konuşmaları
içselleştiriyoruz. Tam gençlik bozulmamış ne güzel tatlı tatlı konuşuyorlar derken
ne oldu bilmiyorum sero “ben de sizin götünüzü sikiyim orospu çocukları” dedi
ve teli kapattı. Noldu lan sero dedim konuşuyodunuz ne güzel, uykumuzun anasını
sikiyodunuz felan. Bunların var ya dedi ve başladı küfüre. Nasıl bir hayatın
var senin bebeğim böyle. Elveda seracettin, canavar, canavar-2 ve canavarlara küfür
edenler.
Mestan
ve hayat felsefesi
Çarşı izinleri hafta
sonlarını iple çekmemizi sağlayacak kadar önemli aktivitelerdi. Emir
altındasındır, düşüncelerinin ve mantığının bir değeri yoktur içeride ama
dışarı çıktığında birkaç saatliğine de olsa özgürsündür. Giyiniriz süsleniriz
ne güzel. Böyle mööö gibi her yerde kızlara bakıyoruz, niye böyleyiz bilmiyorum
ama önüne de geçemiyoruz. Ben genelde internet kafede takılıyordum. Küçük ilçe
belli noktadan sonra sıkıyor insanı, gezmek bile istemiyorsunuz. İnternet
kafedeyim yine bir gün. Yanımda oturan 20’li yaşlarda bir çocuğun ekranını da
görüyorum. İster istemez gözüm gidiyor. Counter mı oynuyor ibne diye baktım ki
piçin oğlu porno açmış onu izliyor. Ben de baktım harbi porno mu diye gerçekten
de onun gibi bir şeydi. İçimden cık cık ettim burada olur mu diye. İzleyemiyor
da pornoyu, video donuyor zaten sürekli. Sinirleniyor çocuk, o konuda haklı ama
doğru düzgün video izleyemiyoruz. Bu da
açmış yüksek çözünürlükte video olmuyor yani. Yine bakıyorum arada ne aşamaya
geldi video diye bu sefer azer felan dinliyor youtube’dan. Öyle facebookta
felan geziniyor. Tanımadığı bayanlara istekler gönderiyor. Arada da pornoyu
kontrol ediyor ama video bir türlü ilerlemiyor. Youtube’u kapat piç öyle
izleyelim, yani izle diyeceğim muhatap olmak istemiyorum. O geriliyor
sinirleniyor ben de daralıyorum. Hiç utanmıyor aklına gelen her şeyi aratıyor
google’dan. Siteme nereden gelmişler diye bir yazı paylaşmıştım film
eleştirisinin birinde. Acayip acayip pornografik kelimeleri ararken siteme
geliyordu zalımlar. O zalımlardan biri de yanımdaydı. Tam bir saat uğraştı ama
video dolmuyordu. Videodaki zalım, kadına tokat felan atıyordu. İlginç şeyler
olacağı belliydi. Ben artık kendi ekranımla ilgilenmeyi bıraktım. Çocuk
terliyordu baya sıkıntıdan. Acaba video dolsa ne yapacaktı onu da bilmiyorum
ama saati dolunca kalktı gitti fakir piç. Benim de çarşımı mahvetti.
İnternette porno
izleyemeyen bu fakir piçin aksine Urfalı Halil ile Ağrılı Mestan, çarşı
izinlerinde beraber takılıyorlardı. Benim çarşı günüm denk gelse ben de
takılırdım bu güzel insanlarla. Onların da tercihi internet kafeydi. Bir
saatlik hızlı facebook yoklamasının ardından hemencecik porno açıp
izliyorlardı. Hatta bir seferinde az daha kovulacaklarmıştı. Bu Halil pidecide
çalışıyor, çıkınca muhtemelen başka bir işe yönelecek. İçli pide getirenleri
katiyen sevmiyor. Halil bazen canı sıkılınca brazzers, bangbros, roket tube
diye seslenirdi karakolun içinde. Ne zamandan sonra tam bilmiyorum halil’i
çağıracağım zaman brazzers nerdesin derdim. Özünde çok sağlam çocuktur, yolun
açık olsun. Mestan ise bazı noktalarda hayatımı değiştiren biri. Şekiller Paris,
cepler Somali’nin ruh ve vücut bulmuş hali. Tam bir orijinal. Hayata bakışı
herkesi kıskandıracak dereceden. Sürekli harbi kızlar bulmaya çalışıyor ve
kendisinin de bildiği gibi sahte ilişkileri belki de sahte bir hayatı var.
Dünyada bir adam hiçbir şeyi takmıyorsa ilk akla gelen mestan olmalıdır. Hayat
akıyor diyordu hep. Birden bir ses duyuyoruz aşağıdan. Acayip bir gürültü
geliyor. Hayaaaat diye bağırıyor mestan. Bir gün iki gün derken sonra nasıl
oldu anlamadık ne zaman daralsak hayaaaat diye bağırmaya başladık. Mestan kendine
bir ordu mu kuruyordu acaba.
Mayıs ayının başındayız
alay çok sıcak, bunalıyorum sürekli. Bir sonraki gideceğim yere gitmek
istiyorum. İlçe arabasının gelip beni almasını bekliyorum. Bir gün bizim
ilçenin arabasının geldiğini gördüm. Güzel insan ferdiyle beraber mestan da
gelmişti. Konuştuk sohbet etmeye başladık bunlarla. Çay felan ısmarladım
onlara. Sonra masa tenisi oynadık biraz. Mestan ilk defa oynuyordu ve çok zevk
almıştı oyundan. Nedendir bilinmez bu bebeye acayip kanım kaynamıştı. O gün onlarla
gidemeyecektim evraklarım mı ne hazır değilmiş. Lavaboya mı ne gittim geldim bi
baktım mestanla ferdi tv izliyorlar. Atv’de kızlarla anneler yarışıyor diye bir
yarışma vardı galiba ona bakıyorlardı. Mestan en öndeydi ve kumanda elindeydi.
Ne güzel bacakları var diye masumca bir ifadeyle tvdeki kızlara bakıyordu. Ben
de mestan’a bakıyordum. O gün bu çocukta başka bir elektrik olduğunu anlamıştım
ve nereden bilebilirdim ki en yakın arkadaşlarımdan biri olacaktı bir gün
karakolda.
Mestan ağrılı dedik. 6
çocuklu bir ailenin 3. mü ne ferdi. Okula gitmeyi pek sevmiyordu. Sürekli
kaçıyordu okuldan. Okulla ilgili en önemli anısı bir gün hoşlandığı kızın gel
oturup simit yiyelim teklifine maç yaptığı için “gol atıp da öyle geleyim”
demesiydi. Golü atmış kızla da oturmuştu. İyi de bir forvetti, benden sonraki
en golcü adamdı karakolda. Okula giderken simit satmış, ayakkabı boyamış her
türlü amelelik işlerinde çalışmıştı. Mestan, fakir olduğunu idrak ettiğinde
canı çok sıkılmıştı. Büyüdükçe hayatın ve sosyal çevrenin cebindeki parayla
büyüdüğünü fark etmişti. Bu para olayı onu çok üzüyordu. Bir gün kötü bir
arkadaş olan sinan’ın aklına uyup hırsızlık yapmaya karar verirler. Bir
apartmanın tepesindeki güvercinleri çalacaklardı, kapı önündeki ayakkabılar da
cabası olabilirdi. Neyse bunlar girerler apartmana ama biraz dikkat çekmişler.
Şüphelenen bir komşu polisi aramış. 5 dakika sonra baya bi polis apartmanın
etrafını sarmış. Sanki banka soyuyorlardı diye düşünmüştü mestan ve çok
korkmuştu. Hemen çatı katında saklanacak bir yer bulmuşlar ve sessizce
beklemişler orada.
Arkadaşının ayağı çürük kiremide değince ses çıkmış ve polis
duymuş onları. Saklandıkları bölmenin üstündeki plakayı kaldıran polis, feneri
bunların üzerine tutmuş ve sobe diye gülmüş. Sonra kapatmış levhayı. Mestan
polisin babalık yapıp gideceğini düşünmüş, hafif bir rahatlama hissine
kapılmışken polis tekrardan levhayı açıp tekrardan sobe diye bunları sobelemiş.
Bunu üst üste 4-5 defa yapan polis, mestan’ı yerin dibine sokuyordu. Mestan, o
günkü kadar hiç utanmadığını söylemişti bana. 5 sene denetim yemişlerdi. Aynı
olay tekrarlanırsa hapis cezası yiyeceklerdi. Mestan’ın 5 sene akıllı olması
gerekiyordu. Ama mestan birkaç ay sonra yine saçma bir hırsızlık olayına
karışır ve yine yakalanır. Kısa süre sonra da askere gelir. Ne kadar ceza
alacağını bilmiyor. 2,5 senelik bir cezadan bahsediyor. Ceza temyize mi ne gitmiş,
umarız sıkıntılı bir sonuç çıkmaz.
Mestan’ın harbi kızları
var demiştik. İlk platonik aşkı üçüncü sınıftaki ayşeydi. Ayşeyle hiç sevgili
olamamışlar ama uzun süre görüşmüşler. Ayşe şimdi evli ve iki çocuk annesi.
Mestan ise askerde. Ayşe evlenmeden önce bir gün mestan’ı arar ve 50 tl para
getirmesini ister. Mestan aşk sarhoşuydu ve parayı verir. Parayı alan ayşe
kapıyı kibarca kapatıp tamam sonra görüşürüz der. O günden beri ayşe’yi
görmüyoruz. Ayşe mestan’ın deyimiyle harbi bir kızdı. Eğer 50 tl değil de daha
fazla bir paraya çökseydi belki bir şarkıda onu hatırlar üzülürdüm diyor. Şimdilerde
ise mestan öyle güzel gülüyor ki hep beraber “şişman bir ev kadını olursun
inşallah ayşe” diyoruz. 8. sınıftaki nazlıcan ise bir diğer harbi kızdı. İlk
itiraf güzel ve alımlı olan nazlıcan’dan gelmiş, mestan da düşünmeden evet
demişti. Mestan sürekli top oynuyordu ve nazlıcan bu durumdan rahatsız
oluyordu. Ya ben ya da futbol deyince mestan “yaşa Fenerbahçe” diye bağırdığını
söylüyor. Kendini tutamamıştı. Nazlıcan, mestan’ı üç gün sonra terk etmişti.
Aslında nazlıcan harbi bir kız değildi.
Mestan bir süre de meyve fabrikalarında
çalışmıştı. Zaten sivilde 6 ay patates satıp 6 ay da meyve fabrikalarında meyve
yıkayıp paketliyordu. Bu paketlenen meyveler de avrupa’ya gidiyormuş. Neyse
mestan’ın fabrikada çalıştığı sıralarda bahar isimli harbi bir kız vardı. Bahar
esrar kullanan, façalı, apaçi bir kızımızdı. Mestan’ın arkadaşlarla bazı bazı
cigara içtiğini öğrenen bahar, mestan’a ilgi duyar ve tanışırlar. Beraber
takılmaya, cigara içmeye, alkol komalarına girmeye başlarlar. Beraber yaşıyorlar
çılgınca sevişiyorlardı. Bahar bir gün izmir’e gidince başka arkadaş ve
ortamlara takılmaya başladı ve mestan’ı unuttu. Mestan ise bahar’ı unuttuğunu
zannediyor. Bahar harbi bir kız değildi.
Mestan bir gün pazarda
patates satarken harbi kızlarımızdan inci’yle göz göze gelirler ve
birbirlerinden hoşlanırlar. Mestan al abi, al abi, gir tarlaya, gir tarlaya,
elektrik alamadın mı deyince inci birden gülümsemiş. Bu gülümsemeye mestan,
telefon numarası yazılı kağıdı inciye vererek karşılık vermiş. Aşk başlamıştı.
3-4 ay gibi uzun bir süreyle ilişki yaşadılar. Mestan kendi rekorlarını
kırıyordu bu kızla. Artık her şey yaşanmıştı. Kelimeler ve bakışlar önemini
yitirmişti. Birbirlerine değer vermiyorlardı artık. Bir gün iş ciddiye binsin
diye kızı eve götürür mestan. Kızı ailesiyle tanıştıracaktır. Misafir odasına
geçip kapıyı da kilitlemişler. Galiba sevişiyorlarmış. Babası eve gelip durumu
öğrenince çok sinirlenmiş. Mestan’a Kürtçe siktir git kızı da evden götür
demiş. Kız babasının ne dediğini mestan’a sorduğunda “çay içer misiniz” diye
sorduğunu söylemiş mestan. İnci “peki baban niye sinirli bir şekilde kapıyı
tekmeleyerek çay içer misiniz diye soruyor” diye şüpheyle sorunca mestan,
gülmüş birden o hep yaptığı gibi. Sonra olmamış, aşklarını olduramamışlar.
İnsanın inci’ye “sen de herkes gibisin” diyesi geliyor. O da gitmişti en
nihayetinde. İnci harbi kızlardandı diyor mestan ve onu da unutamıyordu bir
türlü.
Askerdeyken eski
arkadaşlardan serpil ile bir flört yaşanmaya başlıyor. Mestan her zamanki gibi
bu ilişkiye 1 hafta veriyor. Nedendir bilinmez kızla evlilik konularını
açıyorlar. Kız durumu ailesine bildiriyor. Aileler eskiden beri tanışık,
uzaktan akrabalar. Kızın ailesi çok tedirgin. Bu şekilde olmaz diyorlar felan.
Mestan’ın ailesi desen onlar da tedirgin. Serpil zaten uyuyamıyor. Mestan’ın da
stresli olması beklenirken saat 9.30 oldu muydu yatıp uyuyor. “Mestan herkesi
mahvettin nasıl evleneceksin, sen sorumluluk alamazsın” dediğimde “seviyorum
abi” diyor. “Peki nasıl yatıyorsun lan erkenden rahatça” dediğimde ise o her
şeyi unutturan gülüşünü atıyor. Şu an serpille evleneceğini düşünüyor. Ama
inci’yi de unutamıyor. Çünkü mestan askerdeyken bir gün evli ve çocuklu inci,
mestan’ı arayıp mutsuz olduğunu söylemiş. Mestan da ona dost hayatını teklif
etmiş. Beraber yaşayalım demiş. İnci tamam demiş. İki aydır görüşemiyorlar ama
mestan’ın umudu var. Mestan serpille evlenmek istiyor, İnci’nin de aynı evde
kalması şartıyla.
O kadar vurdumduymaz ki
bu mestan, bir gün terliğimin yırtılmış olduğunu gördüm. Herkesin terliğini
kullanan mestan’ın tek şüpheli olduğunu biliyordum. Gittim yanına niye yırttın
lan terliğimi dediğimde terlikle maç yaptığını yanlışlıkla olduğunu söylüyordu.
Sinirleniyordum ama bir şey de diyemiyordum. Yine gülüyordu. Bu harbi kızlarla
konuşurken hep benim teli kullanırdı. Kontörü pek olmazdı. Bi gün mal gibi benim
telefonu yakalattı bu. İnsan üzülür de mi uyuyamaz. Yüz üstü yatmış yine roma
imparatoru gibi dünya sikinde değil. Niye bile sormadım mestan’a, bana bakıp
gülüyordu. Aynı cüzdanı beraber kullanan çok iyi iki arkadaştık artık.
Sigara içsem çok daha
iyi arkadaş olabilirdik. Sigara bulamıyordu pek, para dönmüyordu mestan’da.
Çamaşır derdi hiç yoktu mestan’ın. Çamaşırhaneye iner makineyi açar
başkalarının iç çamaşırlarını çoraplarını alır kullanırdı. Tek kullanımlıktı
bunlar. Katiyen yıkamaz atardı sonra. Bir ara psikolojisi bozulunca ayaklarını
yıkamamaya karar vermişti. Dünyanın en kötü kokusunu koklamış olabilirim o ara.
Ayağında mantar da çıkmıştı. Sonra ayağına kına yaktık olacak gibi değildi.
Derken psikolojisi toparladı da ayağını 3-4 günde bir yıkamaya başladı. Biz de
kurtulduk. Mestanla en unutamadığım ise felsefi sohbetlerimiz. Ne anlatsam
dinliyordu. O benden bir şeyler öğreniyordu ben de ondan olayları kafaya
takmamayı öğrenmeye çalışıyordum. Zar zor ayrılabildik. Duygulandık baya. Hala
da görüşüyorum onunla. Askerliği bitince de mutlaka görüşürüm mestanla. Yolun
açık olsun güzel insan.
Kaybolan
aşklar ve artık bitiriyoruz
Askerlik gurbet
demektir, yokluk demektir, sevdiğinden sevdiklerinden uzakta olmak demektir.
Bir erkeğin en kırılgan en alıngan zamanlarıdır belki de. Hep bir koşturmaca
yorar bedenleri. Dışarıdaki yaşam hep akıldadır. Hep beraberken genelde gülünür,
bir şeylerden konuşulur ama tek başına kaldığımızda gözler hep dalar. Böyle
pencereden bakakalırsın uzaklara. Bi ara dağa bakmaktan kendimi
alıkoyamıyordum. O yüzden hep bir muhabbet kovaladım. Dışarı aklıma gelmesin
diye. Koray tek başına kaldığında gözleri doluyordu hep, eski aşkı aklına
geliyordu sürekli, unutmuştu halbuki. Ama askerde onu düşünmeden edemiyordu
kendini. Ankesörlü telefona çok kere gidip seni seviyorum diyebilmek istedi ama
diyemedi. Ne zaman zeynebim türküsü çalsa kapattırıyordu. Hassiktir be Koray
üzülüyorum hala senin için. Volkanın evleneceği bir kız vardı. Yaşı büyüktü
volkanın biraz. Sevdiği kız daha önce evlenmiş boşanmış ama volkan sorun
etmiyordu bu durumu. Her şey güzel giderken kızın babası kendi akrabalarından
birine kızı vermek istemiş. Daha önce bir hata yaptın bir daha yapma diye. Kız
bu durumu anlatıyor volkan’a. volkan çaresiz zaten askerde ne yapabilir ki. Kız
kaçayım sana diyor ama olmuyordu işte. Birbirlerini sevdiklerini söyleyerek
kapatıyorlar telefonu. Çaresizlik neymiş volkanın gözlerinden görebiliyordum.
Taha’nın da bir sevdiği vardı evlenme planları yapıyorlardı. Tam askere
gidecekken kız yapamayacağını söylüyordu. Çocuk geldiğinden beri ruh gibiydi.
Arada şarkılar söylüyordu hafiften ağlıyordu. Mestan’ın ayrılık hikayeleri çok
daha fazla idi ama ona bir türlü üzülemiyordum. Levent’in de sevdiği bir kız
vardı. Filmlerde görebileceğimiz şekilde tanışmışlardı. Onlar da evlilikten,
sevgi denilen o en kutsal kelimeden bahsediyorlarken yine kızın babası yine bir
uzaktan akrabaya kızı veriyordu. Kız
yine soruyor ne yapayım diye oğlan yine bilmiyorum diyor. Kız evleniyor, levent
de facebooktan kızın düğün fotoğraflarını görüyor. Biz bizeyken enseye şaplak
göte parmak ama levent yalnız kaldığında dalıyor. Bir gün kız arıyor levent’i
ne yapıyorsun diye. Levent de kocanı aldatma herkes kendi yoluna diyor. Urfalı
bayram’ın ayrılacağı kız arkadaşına dediği gibi herkes kendi acısıyla yaşasın
artık. Vay amınım lafa bak. Sonra arka fonda Ahmet kaya herkes kendi işine
çalıyor biz yine dalıyoruz.
Kaybolan aşklar bir
yana sabahları tvde hep arabesk dinlemiyoruz bazen t-pop diye bir kanal var.
Orada yabancı klipler dönüyor. Pitbull’un, inna’nın, miley cyrus’un videolarını
izliyoruz. Cyrus, böyle dil felan çıkartıyor bi acayip oluyorz. Kliplerde bir
ortamlar var akıl alacak gibi değil. Ulan diyoruz böyle kızlar nasıl olabilir
diye. Sonra etrafıma bakıyorum 20-30 tane sap gibi erkek. Klipleri izlerken birden
her şeyi bırakıyoruz klipler bitene kadar. Hipnotize ediyor bizi Latin kızlar.
Adamların çok değişik dünyaları var. Habib’e bakıyorum acı acı. Hadi çay al da
dışarı çıkalım diyorum. Habib ramazanda, o feci sıcaklarda ve emir altındayken
hiç kaçırmadan oruç tutabilmişti. Helal olsun lan diyordum. Sonra bayramda eve
gitti izin alıp. Orada parayla ilişkilere girmiş bolca. Geldiğinde de yeni bir
sevgilisi vardı. Kadın evli ve çocukları var. Bunlar nasıl bulmuşlar
birbirlerini bilmiyorum ama Habib öyle çekici felan değil. Kadın da bir azgın ki
yok böyle bir şey. 3G ile konuşuyorlar. Tüm karakol da bunları izliyor daha
doğrusu kadını. Kadının bir memeleri var gözlerinizi alamazsınız. O kadar büyük
meme olamaz ya diyorum. İnanılmaz büyükler. Kadın acayip acayip şeyler yapıyor
kameraya karşı. Vay anasını diyorum lan belki de yerel kanallardaki altta geçen
ilanları arayanlardan biri de bu kadındı.
Her şey güzel iyi ama
bu aşırı ses olayına bir türlü alışamamıştım. Her yerde bir gürültü inanın
katil olasınız geliyor bazen. Komutan dahi sus deyince susturamıyorlardı o
kadar kişiyi. Ama tek bir yer vardı ki o an geldiğinde ölüm sessizliği
oluyordu. Arka sokaklar izlerken böyle akşama doğru, hem de tekrar bölümlerini.
Yemin ediyorum nefeslerini duyabiliyorsun tek bir ses gelmiyor heriflerden. Bu
vasat diziyi nasıl izleyebiliyorlar diye şaşkın şaşkın bizim bebelere bakarken
inanın kamera şakası felan var zannediyordum. Reklama kadar en ufak bir ses yok
amına koyuyum, ondan sonra yine devam. Birkaç gün debelendim sonra o ekibe ben
de dahil oldum. Üst üste 10 bölüm felan izleyince dizi heyecanlı hale gelmeye
başlıyor. Rıza babanın konuşmaları, o kovalamacalar heyecanlandırıyordu beni.
İzlediğim onca dizi ve filmi bir kenara atıp sonu başından belli olan dizimizi
büyük bir heyecan ve sessizlik içinde izliyordum.
Öyle fazla bir askerlik
yapmadım ama iyi kötü yaşadığım şeyler oldu. Hayatımda önemli bir yer
kaplayacağı kesin. Hiç konuşamam anlaşamam dediğim insanlarla güzel dostluklar
edindim. Dedikleri gibi vatan borcunu da yaptım. Askerlik yapılmalı mı, gerekli
mi bu tür konuları çay sohbetlerine bırakalım en iyisi. Mestan’ın yaptığı gibi
yapın siz de, hayattan zevk almaya bakın. Benim gibi her şeyi takarsanız anca
uykusuz kalır kahve üstüne kahve içersiniz. Bir gün detaylı konuşmak isterseniz
herhangi bir konuda ben buralardayım. Asker arkadaşlarımla iletişimi kesmeyi de
düşünmüyorum. Belki bir gün onlar, siz, bir de ben çay felan içeriz. Neyse
önümüzdeki yazıda favori filmlerimden olan “into the wild” ile karşınızda
oluruz. Bundan sonra daha sık karşınızda olmaya çalışıcam. Kendinize iyi bakın,
bye…