“The Seventh Seal / Det sjunde inseglet (1957) ” filmini yüce Ingmar Bergman yönetmiş. Senaryoyu Bergman, kendi yazdığı “Ahşap Üzerindeki Resim” tiyatro oyunundan uyarlar. Başrollerde ise Max von sydow, Gunnar Björnstrand ve Bibi Anderson gibi Bergman filmlerinin gediklisi çok meşhur oyuncular yer alıyor. Efsane oyuncu Max von sydow’un sesi ve karizmasına film boyunca özenmemek elde değil. Björnstrand her zamanki gibi olgun Bibi ise İsveççe öğrenmek için bir bahane.
Favori filmlerinden olan bu başyapıtta Haçlı seferlerini sorgulayarak ülkesine dönen bir Ortaçağ şövalyesinin (Antonious Block) ölümü, tanrıyı ve varoluşu sorgulamasını, şövalyenin “ölüm”le tanışmasını ve onunla satranç oynayışını, Ortaçağ Avrupa’sının cahillik ve vebayla boğuşmasını izliyoruz. Daha önceden ölümle tanışan karakterlerin olduğu filmlere değinmiştik. Bunlar "Macario" (1960) ve "DeathTakes a Holiday" (1934) idi. İlk iki filmde ölüm karakterleri ilk akla gelen dürtüyle hareket ederlerken filmler bizi çok da kesif bir felsefi dünyaya sokmamıştı ama konunun cesurluğu ve o yıllar için orijinalliği bizi büyülemişti. The seventh seal’de ise yönetmenin kendi hayatında yaşadığı inanç ve bilimin çarpışması ile kendi ruhani yolculuğu şövalyemize aksetmiş gözüküyor. Şövalyenin yardımcısının müthiş olgunluğu, ölümün bile kendini sorguladığı anlar gerçekten muazzamdı.
Şövalyenin
sorgulamalarına filmden örnek vermek gerekirse:
ŞÖVALYE
(hayır anlamında başını sallar) : İnanç işkencedir, bunu bilir miydiniz ?
Karşınızdaki karanlıkta duran, nice bağırırsanız bağırın bir türlü görünmeyen
birini sevmek gibi.
ŞÖVALYE
: Elimden geldiğince açık
konuşmak istiyorum sizinle, ama yüreğim boş.
(Ölüm
karşılık vermez.)
ŞÖVALYE :
Yüzümden yana dönmüş
bir ayna boşluk. Orda kendimi
görüyorum da, korkuyla, tiksintiyle doluyor içim.
(Ölüm
karşılık vermez.)
ŞÖVALYE
: Benzerlerime, insanlara
ilgisizliğim, onların eşliğinden ayırdı
beni. Şimdi bir hayaletler
dünyasında yaşıyorum. Düşlerim,
kuruntularım içine kapatılmışım.
ÖLÜM
: Yine de ölmek istemiyorsunuz.
ŞÖVALYE
: Hayır, istiyorum.
ÖLÜM
: Ne
bekliyorsunuz ?
ŞÖVALYE
: Bilgi istiyorum.
ÖLÜM
: İnancalar (güvence) mı
istiyorsunuz ?
ŞÖVALYE
: Adına ne derseniz deyin. Tanrıyı duyularla kavramak, öyle amansızcasına
anlaşılmaz bir şey mi ? Ne diye yarım söz verişler ve görünmeyen mucizeler
sisinde saklar kendini ?
(Ölüm
karşılık vermez.)
ŞÖVALYE
: Kendimize inancımız yokken, inananlara nasıl inan bağlayabiliriz ? İnanmak isteyip de inanamayanlarımızın başına
neler gelecek ? Peki, ne inanmak isteyen,
ne de inanmaya
gücü yetenler ne olacak?
(Şövalye
durup karşılık bekler, ama ne konuşan olur, ne karşılık veren. Tam bir
sessizlik.)
ŞÖVALYE
: Tanrıyı neden
öldüremem içimde ? Ona ilenirim, yüreğimden
söküp fırlatmak isterim de,
neden böyle ağrılar içinde, böyle aşağılanarak yaşar durur? Neden, her şeye
karşın, silkip atamadığım şaşırtıcı bir gerçektir o?
İşitiyor musunuz beni ?
ÖLÜM
: Evet, işitiyorum.
ŞÖVALYE
: Bilgi istiyorum, inanç değil, varsayımlar değil, bilgi.
Tanrı, elini bana doğru
uzatsın, kendini açığa vurup
benimle konuşsun İstiyorum.
ÖLÜM
: Ama
sessiz durur o.
ŞÖVALYE:
Karanlıkta ona doğru haykırıyorum, ama
sanki hiç kimse
yok orda.
ÖLÜM:: Hiç
kimse yok belki
de.
ŞÖVALYE
: Yaşamak iğrenç
bir yılgı öyleyse.
Kimse ölümün karşısında,
her şeyin
bir
hiç olduğunu bile bile yaşayamaz.
ÖLÜM: İnsanların çoğu ölüm, ya da yaşamanın boşluğu
üstüne kafa yormaz ki .
ŞÖVALYE
: Ama bir gün
yaşamanın o son anına varıp, karanlığa doğru bakmak
zorunda kalacaklar.
ÖLÜM
: O
gün geldiğinde...
ŞÖVALYE
: Korku içindeyken, bir görüntü yaratırız, sonra Tanrı deriz o görüntüye.
ÖLÜM
: Üzgünsünüz...
ŞÖVALYE
: Bu sabah ölüm ziyaret etti beni. Kendisiyle satranç oynuyoruz da. Bu
erteleme, çok önemli bir
sorun hazırlamama fırsat veriyor.
ÖLÜM
: Neymiş bu
sorun?
ŞÖVALYE
: Yaşamam boş bir kovalayış, bir yolculuk, anlamsız bir sürü laf
oldu bugüne dek. Buna yandığım,
kendimi kınadığım yok, çünkü
İnsanların çoğu böyle
yaşıyor. Ama bu
ertelemeyi, anlamlı bir tek
eylem uğruna kullanacağım.
ÖLÜM
: Bunun için mi Ölümle satranç oynuyorsunuz ?
ŞÖVALYE
: Kendisi kurnaz
bir hasım, ama tek taşımı yitirmedim şimdiye dek.
ÖLÜM
: Bu oyunda Ölümü
nasıl alt edeceksiniz ?
ŞÖVALYE
: Onun daha fark etmediği bir
düzen kurdum, atla fili
birlikte oynayacağım. İkinci
elde, savunma hatlarından birini darmadağın edeceğim.
ÖLÜM: Bunu
unutmam.
(Ölüm, günah
çıkarma hücresinin kafesinde bir an yüzünü gösterir, ama
birden görünmez olur.)
ŞÖVALYE
: Oyun oynadınız, aldattınız
beni ! Ama bir yolunu bulacağım, yine karşılaşacağız.
ÖLÜM (görünmeden) : Handa
karşılaşacağız, orda sürdüreceğiz oyunumuzu .
(Şövalye
elini kaldırır, küçücük pencereden giren ışıkta seyreder.)
ŞÖVALYE
: Bu benim elim. Onu
kımıldatabiliyor, içinde zonklayan kanı duyabiliyorum. Güneş yukarda
daha, gökte ; ve ben, Antonius Block,
Ölümle satranç oynuyorum.
(Elini
yumruk yapar, şakağına doğru kaldırır. Bu sırada, Jöns' le ressam esrimiş, canlı canlı konuşmaktadırlar.)
ÖLÜM : Soru sormayı hiç mi
bırakmayacaksınız ?
ŞÖVALYE : Hayır, hiç bırakmayacağım.
Şövalyenin yardımcısının
(JÖNS) gerçeği arayışı hatta şüphe dahi etmeden inancı bıraktığını tam
manasıyla gördüğümüz sahne de çok vurucuydu:
JÖNS : Ne görüyor kızcağız ? Bana söyleyebilir misiniz ?
ŞÖVALYE (hayır
anlamında başını sallar) : Artık acı
duymuyor ki.
JÖNS : Soruma karşılık vermiyorsunuz. Kim gözetliyor şu
çocuğu ? Melekler mi,
Tanrı mı, Şeytan mı, yoksa boşluk mu yalnız ? Boşluk, efendimiz !
ŞÖVALYE : Olamaz.
JÖNS :
Gözlerine bakın, efendimiz. Zavallı beyni daha yeni tanıyor bir şeyi.
Ayın altındaki boşluğu.
ŞÖVALYE : Hayır.
JÖNS : Güçsüz kalakaldık, kollarımız iki yana sarkmış ; onun
gördüğünü görüyoruz çünkü, bizim yılgımızla onunki bir. ( taşarcasına) Zavallı
çocuk. Dayanamıyorum buna,
dayanamıyorum...
Şövalye
ciddi bir mefkure sahibi iken yaklaşık 10 yıllığına her şeyini bırakarak
(sevdiği kadını bile) haçlı seferlerine katılır ve bu uzun yolculuk sonunda
sorgulamaya başlar. Her haçlı seferine giden bu ruhani yolculuğa çıkmamışken
şövalyemiz ile yardımcısı neden bunu yapabildi. Bence bunda ikisinin de uçlarda
yaşayabilen karakterler olması ve hayatlarında bir kere bile olsun acaba
diyebilmeleri etken. Jöns’ün bu haliyle diğer insanları hor görmesi ve yalnızlığı çok
güzel betimlenmiş bana göre. İşin ilginç olanı ise olayların Ortaçağ Avrupa’sında
geçiyor olması yani insanların içine cadı girmiş diye yakıldığı zamanlar. Böyle
radikal ve sert ortamda inanç arayışı gerçekten takdire şayan. Aynı dönemlerde
insanların Meryem’in nasıl olur da hiçbir erkekle beraber olmadan doğum
yaptığını sorgulaması dahi (Katolik olarak yaşamaya devam etseler bile)
insanların idam edilmesine sebep oluyordu.
Ölümle şövalyemizin satranç oynadığı ya da konuştuğu, final bölümündeki toplu dans gibi sahneler gerçekten film endüstrisine birer armağan. Kaç tane film ya da yönetmen bu filmden ilham aldı tam sayısını bilmiyoruz. Ama şunu biliyoruz ki filmi daha doğrusu Bergman kültürünü/sinemasını/dünyasını anlayabilmek için aynı Fellini ve Kubrick'de olduğu gibi yönetmenin yaşamına, röportajlarına ve düşünce evrimlerine bakmamız gerekiyor:
Yedinci Mühür, içinde Malmö tiyatro öğrencilerinin mezuniyeti için yazdığım Ahşap Üzerindeki Resim adlı tek bölümlük bir oyun barındırır. Malmö tiyatro okulunda öğretmenlik yapıyordum ve ilkbaharda öğrencilerin yıl sonu gösterisi için bir oyuna gereksinimimiz vardı. Aynı derecede önemli birkaç rolü birden içeren bir oyun bulmak güçtü, bu nedenle yalnızca egzersiz anlamında Ahşap Üzerindeki Resim'i yazdım. Oyun birkaç monoloğa bölünmüştü ve öğrenciler rol sayısı konusunda kararlarını verdiler. Ahşap Üzerindeki Resim'de benim çocukluğuma ilişkin görsel anılar vardır. Örneğin Büyülü Fener'de yazdığım gibi babam kasabalara vaaz vermeye gittiğinde kimi zaman ona eşlik ederdim.
Düzenli olarak kiliseye giden herkes gibi ben de mozaiklere, üç kanatlı resimlere, vitray pencerelere, çarmıha gerilmiş İsa tasvirlerine, İsa'yı ve soyguncuları kanlar ve işkenceler içinde gösteren duvar resimlerine daldım. Meryem, St. John'a yaslanıyordu: Kadın, bak işte senin oğlun, bak işte senin annen. Günahkâr Maria Magdalena. Acaba onu en son kim düzmüştü? Ölümle satranç oynayan Şövalye. Yaşam Ağacını kesen ölüm ve tepesinde ellerini ovuşturan korku içinde bir yaratık. Dansı karanlık ülkelere götüren ölüm, tırpanını bayrak gibi sallıyor, uzun bir sıra oluşturan cemaat hoplayıp zıplıyor ve soytarı arkadakilerin yaklaşmalarına yardımcı oluyor. Şeytanlar kazan kaynatmayı sürdürüyor. Günahkârlar boylu boyunca derinliklerin içine yuvarlanıyorlar. Adem'le Havva çıplaklıklarını keşfediyorlar. Tanrı'nın gözü yasak ağacın arkasından bakıyor. Bazı kiliseler akvaryum gibidir. Boyasız ve resimsiz bir yer göremezsiniz. Her yerde insanlar, ermişler, peygamberler, şeytanlar, iblisler; hepsi canlıdır, gelişip büyümektedir. Bu dünya ile öteki dünya, duvarların ve kemerlerin üzerinde dalgalanır. Gerçek ile düşlem birbirine karışarak erir ve sağlam bir efsane yapısı oluşturur. Günahkâr, işte yaptığın işi gör, şu köşede seni bekleyen şeyi gör, arkandaki gölgeyi gör!
Kendime kocaman bir plakçalar edinmiştim. Carl Ferenc Fricsay'ın doldurduğu -Carl Orff- Carmina Burana'yı aldım. Sabahtan başlayıp prova bitene kadar Orff'u gürletiyordum. Carmina Burana, veba ve korkunç savaş yılları boyunca yurtsuz yuvasız kalıp başıboş dolaşarak Avrupa topraklarını kat eden kadınlarla erkeklerin oluşturduğu gezginci topluluğa katılan halk ozanlarının yazdığı ortaçağ şarkılarından esinlenmiştir. Kalabalığın içinde bilginler, rahipler, papazlar ve oyuncular vardı. Kimileri yazmayı biliyordu ve kilise festivallerinde ve panayırlarda söylenen şarkılar yarattılar. Beni en çok etkileyen; uygarlık ve kültür çöküntüleri arasında gezinen insanların yeni şarkılar doğurmaları düşüncesiydi. Bir gün Carmina Burana'nın final korosunu dinlerken ansızın gelecek filmimin konusunu bulduğumu fark ettim. Sonra Alışap Üzerindeki Resim'in çıkış noktam olacağını düşündüm. Sonuçta Alışap Üzerindeki Resim pek fazla kullanılmadı. Yedinci Mühür başka bir yönde çıkış yaptı: Zaman ve mekân içinde sınırsızca salınan bir tür “yol filmi” oldu. Çok dolambaçlı yollardan geçti ve bunun tüm sorumluluğunu yüklendi.
Senaryoyu Svensk Filmindustri'ye verdiğim zaman herkes tarafından olumsuz bir tepkiyle karşılaştım. Ardından Bir Yaz Gecesi Gülümsemeleri geldi, 1955 Noel'inin ertesi günü gösterime girdi. Açık ve üstü kapalı kuşkulara karşın gerçek bir başarı kazandı. 1956 Mayıs'ında Cannes Film Festivali'nde gösterildi. Ödülü aldığı zaman doğru Malmö'ye gittim ve o zaman en varlıklımız olan Bibi Andersson'dan borç aldım. Ardından Svensk Filmindustri'nin başındaki Carl Anders Dymlingʻi görmeye gittim. Onu denetimsiz ve aşırı heyecanlı bir durumda, Cannes'da bir otel odasında oturmuş, karşısına öylesine çıkan bir at hırsızına Bir Yaz Gecesi Gülümsemeleri'ni sudan ucuz bir fiyata satarken buldum. Bu konuda hiçbir deneyimi yoktu. Saflığının derecesi neredeyse aşırıydı ve özgüvenine uygundu. Reddedilmiş -Yedinci Mühür- senaryoyu kucağına koydum ve, “Ya şimya da hiçbir zaman, Carl Anders Dymling,” dedim. “Elbette, ama önce okumam gerek," diye yanıtladı. "Reddettiğine göre okumuş olmalısın." “Doğru, ama belki yeterince dikkatli okumadım."
Filmi yapmamı kabul etmesi için, filmi çok çabuk bitireceğime, geziler ve dış çekimler dışında otuz altı günde tamamlayacağıma söz vermek zorunda kaldım. Çok ucuz bir prodüksiyon olmalıydı. Cannes'daki sarhoşluğumuz akşamdan kalmalığa dönüşünce Yedinci Mühür'ün sivri, az kişiye seslenen ve satılmasının güç bir eser olduğu düşünüldü. Yine de anlaşma yapıldıktan iki ay sonra her nasılsa kameramız dönüyordu. Başka bir filmin yapılacağı bir stüdyoda, bize yer vermişlerdi. O zamanlar bu denli karmaşık bir çekime, bu denli sevinç ve coşkuyla başlayabilmiş olmam dikkate değer.
Hovs Hallar'daki üç sahne dışında her şey Film Kenti'nde çekildi. Bu üç sahne, prolog, son ve Jof'la Mia’nın yemek yedikleri yaban çileği tarlasının bir bölümüydü. Dış çekimler için hareket alanımız çok dardı, ne ki havadan yana şanslıydık; güneş doğumundan gece geç saate dek çekim yapabildik. Tüm öteki setler stüdyo için yapılmış bir alanda yer aldı. Gezginlerin cadıyla karşılaştıkları karanlık ormandaki dere itfaiye bölümünün yardımıyla oluşturuldu ve bazı şiddetli taşmalara neden oldu. Dikkatli bakarsanız birkaç ağacın ardından gizemli bir ışığın yansıdığını görürsünüz. Bu, yakındaki yüksek apartmanların birinin penceresidir.
Ölüm'ün
gezginlerle dans ederek uzaklaştığı son sahne sözünü ettiğim Hovs Hallar'da
çekildi. Fırtına yaklaşmakta olduğu için o gün eşyalarımızı toplamıştık.
Ansızın gözüme garip bir bulut çarptı. Gunnar duraksayarak kamerasını yeniden
yerine yerleştirdi. Birkaç oyuncu bizim durduğumuz yere geldi, asistanlardan
bazıları ve birkaç turist ne olup bittiğini bilmeksizin oldukları yerde dans
etmeye başladılar. Daha sonraları karanlık bulutun ardındaki Ölüm Dansı olarak
ün yapan bu imge birkaç dakikada gerçekleşen bir doğaçlamaydı. Sette böyle
şeyler olabilir. Filmi otuz beş günde yaptık. Yedinci Mühür, yüreğime gerçekten
yakın olan birkaç filmimden biridir. Neden bilmem. Elbette kusursuzluktan
uzaktır. Her tür çılgınlıkla boğuşmak zorunda kalmıştım. İnsan yer yer filmin
ne denli hızlı yapıldığını anlayabilir. Ancak filmi güçlü ve enerji dolu
buluyorum. Bunun da ötesinde filmin konusuna tutkuyla bağlanıp sonuna dek
besledim.
O zamanlar dinsel inanç konusunda hâlâ ciddi tereddütlerim vardı. Birbirinin karşıtı iki inancı yan yana yerleştirip ikisinin de kendi tarzlarında açıklama yapmalarına izin verdim. Bu yolla çocukluğumun dindarlığı ile yeni benimsediğim katı akılcılık arasında fiili bir ateşkes oluşabildi. Böylece şövalye ile buyruğundakiler arasında da nevrotik karmaşıklıklar olmadı. Ayrıca Jof ve Mia'nın kişiliklerine benim için çok önemli olan bir şeyi aşıladım: İnsanoğlunun kutsallığı kavramını. Teolojiyi ortadan kaldırın, kutsal olan hep yerinde kalır. Aile resmine neşeli bir dostluk da kattım. Çocuk beraberinde mucizeyi getiriyor, oyuncu soluk kesici bir mikrosaniye için altı topu birden havada tutuyor.
Yedinci Mühür, hiçbir şeyi yıpratmaz. Ne var ki bugün yapmak yürekliliğini gösteremeyeceğim bir şeyi, o dönem hiç çekinmeden yapmıştım. Şövalye sabah duasını eder. Satranç takımını toplamaya hazırlanırken çevresine bakar, karşısında Ölüm durmaktadır. Şövalye sorar: “Sen kimsin?" "Ben Ölüm'üm." Bengt Ekerotla ben Ölüm'ün beyaz bir palyaçonun özelliklerini taşımasını düşündük: Bir palyaço maskesi ve bir kafatası karışımı. Bu, başarısızlığa uğrayabilecek çok hassas ve tehlikeli bir sanatsal hamleydi. Ansızın karalar giymiş, ak yüzlü bir oyuncu ortaya çıkıp Ölüm olduğunu söylüyor. Herkes onun Ölüm olduğunu -dramatik bir başarı, kabul etti. Oysa, "Haydi oradan, numara yapmayın! Bizi kandıramazsınız. Senin beyaza boyanmış, karalar giymiş yetenekli bir oyuncu olduğunu görüyoruz! Elbette sen Ölüm değilsin!” diyebilirlerdi. Ama kimse itiraz etmedi. Bu beni keyiflendirdi, kendimi başarılı hissettim.
Hâlâ çocukluğumun dindarlığının soluk kalıntılarını taşırım. O zamana dek doğaüstü kurtuluş denilebilecek tümüyle çocuksu bir düşüncem vardı. Şimdi var olan inancım kendini o zaman belli etmişti. Şuna inanıyorum: İnsan, -kadın ya da erkek- kutsallığını kendi içinde taşır ve bu kutsallık yaşadığımız dünyaya aittir ve bu dünyanın dışında başka açıklamalar yoktur. Filmde, gerçekliği katı ve akılcı algılamanın yanında çocuksu ve dürüst dindarlığım sakince yatar. Yedinci Mühür, bana babamdan geçen ve çocukluğumdan beri taşıdığım inanç kavramlarımı belirgin olarak açıkladığım son filmlerimden biridir. Yedinci Mühür'ü yaptığım zaman bir şeye ya da birisine ettiğim dualar ve dua tümceleri yaşamımda merkezi bir yere sahiptiler; bir dua sunmak tümüyle doğal bir olaydı. Aynadaki Gibi'de çocukluğumun kalıtımı dinlenmeye bırakıldı. İnsanlar tarafından yaratılan her kutsal Tanrı'nın iki yüze sahip bir canavar ya da Karin'in söylediği gibi örümcek-tanrı olması gerektiğini öne sürdüm.
Kiliseler
ressamı Albertus Pictor'la keyifli bir sahnede ben kendi sanatsal inancımı hiç
sıkılmadan belirtiyorum. Albertus kendisinin gösteri dünyasında olduğunu iddia
ediyor. Bu meslekte varlığını sürdürebilmek için insanları çok fazla
çıldırtmaktan kaçınmak önemlidir. Jof, kişiliği içinde, Fanny ve Alexander'daki sürekli hayaletlerin ve şeytanların saldırısına ve kendisini
korkutmalarına karşın sonsuza dek onlarla ilişkisini sürdürmek zorunda olduğu
için rahatsızlık duyan erkek çocuğun tohumunu taşır. Jof aynı zamanda yabanıl
öyküler anlatmaktan da kendisini alıkoyamaz; daha önemli görünmek için hem
geleceği önceden kestirebilir, hem de yüksekten atar. Jof ve Alexander sırayla
çocuk Bergman'la bağlantılıdırlar. Sahiden bir ya da iki vizyon görmüştüm, çoğu
kez öykülerim düş ürünüdür. Görüntülerim tükenince uydurdum. Geriye dönüp
anımsayabildiğim kadarıyla ergenlik dönemimde ve erken yirmilerimde hızla
büyüyüp giderek katlanılmaz bir şeye dönüşen yabanıl bir ölüm korkusuyla
yaşadım.
Öleceğim
gerçeği, artık var olmayacağım, karanlık bir kapıdan geçeceğim ve
denetleyemeyeceğim, önceden göremeyeceğim, düzenleyemeyeceğim bir şeyin varlığı
benim için sürekli bir korku kaynağı olmuştu. Tüm cesaretimi toplayarak Ölümü
beyaz bir palyaço, sohbet eden, satranç oynayan, hiçbir gizi olmayan bir figür
olarak resimleyip o çok büyük korkuma savaş açmak için ilk adımı attım. Yedinci
Mühür'de beni büyüleyen, aynı zamanda içimi korkuyla dolduran bir sahne vardır.
Bu, karanlık ormanda Raval'in öldüğü sahnedir. Raval başını yerdeki oyuğa sokup
korkuyla haykırıyor. Başlangıçta bu sahneyi final olarak düşünmüştüm, ama kısa
sürede bu korkunçluğun mesafe ile güçlendiğini keşfettim. Raval öldüğü zaman
kamerayı bir nedenden dolayı ormandaki gizemli dere yatağının çevresinde
dolaştırıyordum, ansızın soluk bir güneş ışığı oluştu. Bu bir sahne dekoru gibi
göründü. Hava tüm gün bulutluydu. Tam Raval'ın öldüğü dakikada önceden
düzenlenmişçesine bu ışık ortaya çıktı.
Ölüm
korkum büyük ölçüde dinsel kavramlarımla bağlantılıydı. Sonraları önemsiz bir
ameliyat geçirdim. Yanlışlıkla bana çok fazla narkoz vermişlerdi. Kendimi
gerçekliğin dışına çıkıp yok olmuş hissetmiştim. Bunca saat nereye gitmişti?
Bir salise içinde hepsi kül olmuştu. Ansızın, bunun nasıl olduğunu anladım. Bir
insanın varlıktan yokluğa nasıl dönüştüğünü. Bunu kavramak güçtü. Ama sürekli
ölüm kaygısı yaşayan biri artık özgürleşiyordu. Yine de biraz üzücüydü. Ruhunuz
bedeninizden ayrılmaya alışıp biraz dinlenirken yeni deneyimlerle karşılaşmanın
hoş olacağını söylüyorsunuz kendinize. Ne var ki böyle olmayacağını
anlıyorsunuz. İlkin varsınız, sonra yoksunuz. Ben bunu derinlemesine doyurucu
buluyorum. Eskiden benim için çok gizemli ve ürkütücü olan –bir başka deyişle,
bu dünyanın ötesinde varlığını sürdüren bir başka dünya yok. Her şey bu
dünyada. Her şey içimizde olup bitiyor ve birbirimizi içimize alıyor ve
birbirimizin içinden taşıyoruz. Böyle olması da çok iyi.
Yedinci
Mühür birdenbire, o sırada Svensk Filmindustri’nin gerçekleştirdiği İsveç
sineması altın yılı kutlamaları tantanasının ve pırıltısının odağı oluverdi.
Böylesi etkinliklere göre yapılmayan film için bu bir yıkımdı. Gala, seyirci
topluluğu, trampet sesleri, Carl Anders Dymling söylevi, ciddi bir sanat filmini
öldüren bir atmosfer oluşturdu. Bir rezaletti. Bu saldırıyı durdurmak için
elimden geleni yaptım. Tepeden tırnağa etkisizdim. İzleyicinin sıkıntısı ve
mutsuzluğu filme amansız bir gölge düşürdü. Sonra, gösterime girince Yedinci
Mühür bir orman yangını gibi dünyaya yayıldı. Film, aynı iç kuşkuları ve
acıları duyumsayan kişileri de etkilemişti ve onlardan güçlü yanıtlar aldım. Ama
o merasimli galayı hiçbir zaman unutamayacağım.
Seni tekrar görmek güzel
YanıtlaSil