20 Mayıs 2013 Pazartesi

Le Notti Bianche






“Le Notti Bianche” filmini İtalyanların önemli yönetmenlerinden Luchino Visconti yönetmiş. Kendisinin çok kaliteli filmleri olmakla beraber "Il gattopardo" filmine de değinmeyi düşünüyorum. Filmimizin senaryosu ise favori yazarlarımdan “Fyodor Mikhaylovich Dostoyevsky”nin favori hikayelerimden olan Beyaz Geceler kitabı. Kitabı ta lise zamanlarımda okumuş ve hayran kalmıştım. Beni Dosto ile tanıştıran bu enfes kitabın filmine değinmemek ayıp olacaktı. Başrollerde ise favori oyuncularımdan olan Marcello Mastroianni yer alıyor. Kendisi bana göre İtalyanların en başarılı oyuncusudur ve Fransızlar için Alain Delon ne ise İtalyanlar için de Marcelo odur. Bu başarılı aktörün ileride “la dolce vita”, “Divorzio all'italiana” ve “8,5” filmlerine yüzde 86 değinirim.


Beyaz geceler o kadar sade ve kaliteli bir öykü ki filme çevrilmesi hem çok basit hem de çok bedava idi. Bu sayede pek çok ülkenin yönetmenleri farklı zamanlarda bu eseri filme almışlar. Bunların da hem ilki hem de bana göre en güzeli le notte bianche’dir. “Quatre nuits d'un rêveur”, “Belye nochi” ve “Saawariya” hikayenin diğer popüler uyarlamaları. Filmin öncelikle kitabını okumalısınız, bu şart. Neden derseniz, dünyanın en iyi yazarlarından birinin hikayesinden esinlenilerek film yapılıyorsa o kitap okunur, bunun lamı cimi yoktur. Direk filmi izleyeyim, konuyu alırım nasıl olsa diyorsanız zaten bu filmden sıkılırsınız ve olayın keyfinden mahrum olursunuz. Önce kitabı ve varsa çevirmenlerin felan yorumlarını okursunuz, ondan sonra filmi izler, iki eseri karşılaştırır ve çevrenize yorumlarsınız. Benim hayatta en zevk aldığım şeylerden biri işte budur. Diğer türlüsü bana çok kabaca ve duygusuz geliyor. Biraz kibar olun lan ayılar, neyse


“ “Bizler, kendi derimiz içinde ebedi yalnızlığa mahkumuz.” T. Williams’ın ‘Kızgın Damdaki Kedi’ oyununun girişine koyduğu bu epigramı Beyaz Geceler’in girişine de yerleştirebiliriz. Bu uzun öyküde yalnızlık ve çaresizlik karşı konulmaz bir ebedi güçle üzerimize çullanır; okurun olduğu kadar yalnızlığı hayalde aşmaya çalışan insanların da. Beyaz Geceler: beyazlığın üzerinde yalnızlığın lekesi” diye bir arka kapak yazısı vardı kitabımda ve katılmadan edemeyeceğim. Sürekli yalnızlık temalı şiir, hikaye ve serzenişlerin bulunduğu bol duygusuz günümüz dünyasında bu kadar sade bir hikaye bulabilmek mümkün değil.


Filmimizin ve eserimizin kahramanı, 26 yaşında içine kapanık, iyi kalpli ve orta halli bir memurdur. Fakirlerin tercih ettiği bir mahallede ve pansiyonda yaşamaktadır. Yine bir gece boş boş belki arkadaş bulurum diye dolanırken (bu çabası kesinlikle barda kız düşürmek değildir) ağlayan bir kızcağızı görür ve ona yardım etmeye, derdini dinlemeye başlar. Derken bu ikisinin bilinmez arkadaşlığı 3-4 gece boyunca sürer. Bir de kızın bir yıl sonunda haber beklediği sevgilisinin belirsiz varlığı. Tabii bizim hayalperestin de hayalleri. Hayalperest, kahramanımızı anlatabilecek belki de en güzel tanımdır.  Bunu Dosto da çokça kitabında vurguluyor.


Dosto demişken, kahramanımızda dosto’nun izlerini bulabilmek mümkün. Dosto’nun yer altından notlar’ı yazmadan, yaşamını keskin biçimde değiştiren o idam sahnesini yaşamadan önce, coşkulu bir yazar olarak, (belki de son defa bu şekilde) ün arzusunun ve yazarlık heyecanının zirvesindeyken yazdığı kısa bir romandı, beyaz geceler. Dosto bu eseri yazdığında 27 yaşındadır ve bu dönemde yazarın hayatında etkili olan bir kadın adı duymayız. Yazar, ortaya çıkarttığı karakter gibi yalnızlık hissetmektedir ama bu yalnızlık çoğunlukla partner eksikliğidir. Öncelik, yeni bir insanı tanımak ve farklı cinsle yeniden hem kendini hem de dünyayı tanımaktır. Ancak ne entelektüel açıdan kendisini besleyebilecek bir aday bulabiliyor ne de iyi bir insanla karşılaşabiliyordu. Gerçi kadınlar da böyle olmasaydı dünya edebiyatı bu haline gelemezdi ya neyse.


Çevirmen Sabri Gürses’in çok güzel bir yorumu var; “hayalperest” şehirde kimseyi tanımadığından yakınır, fakat Nastenka’nın (filmde natalie’dir) da tanıdığı yoktur, Fontanka civarında karşılaşılan ihtiyarın da ve anlaşılan şehir dışına çıkınca karşılaşılan yoldan gelip geçenlerin de. Hatta yaşlı Matryona’nın da kimsesi yoktur. Şehirde insanlar birbirlerinden yalıtılmış bir halde yaşarlar; yalnız kimseler ve aileler vardır. Hayalperest, sürekli olarak maskelidir, rol yapmaktadır; sadece kitabi olduğundan değil, o maskeyi taktığı için de konuştuğu zaman kitap gibi konuşur. Durmaksızın yapmayı hayal ettiği şeyi anlatmakta ve anlatarak o şeyi gerçekleştirmektedir. Nastenka (stenka, yani duvar sözcüğüyle bir yakınlık taşıyan isim), o da kitabidir; diğer adamı sevmesini gerektirecek bir şey olmamış, kitaplarda tanıdığı rolü oynamaya kalkışmıştır. (“…kitapsız yapamaz hale geldim ve Çin prensiyle nasıl evleneceğimi düşünür oldum”).  Roman boyunca birçok metne gönderme yapılır, çoşku anında Sevil Berberi’nden bir parça söylenerek duygu paylaşılır. Nastenka diğerinin gelmediğini görünce, bir kez daha yalnız kalmak istemez ve hemen, ilk iş olarak hayalperest’in, kendi oturduğu eve taşınması ve masraflar konuşulur. Burada herkes rolünü bilmekte ve yerine getirmektedir.”


Çevirmenin dediği gibi şehirde herkes aslında hayalperesttir ve yalnızdır. Ancak bizim konuk olduğumuz hikaye, nastenka ve kahramanımızınkidir. Kahramanımız olan hayalperesti salt filmi izleyerek yorumlamak ve incelemek eksik bir çalışma olacaktır. Çünkü kitapta bu ikili ilk tanıştıklarında hayalperest kendi acınası durumunu inanılmaz edebi bir dille anlatır ve hatta nastenka kendisinin de öyle olduğunu ama onun gibi hecelere dökemediğinden bahseder. Bu konuşmaları filmde göremezsiniz ve zaten filmde olmazdı da. Hayalperest’in kitapta kurduğu şu cümleler kendi ruh halini çok iyi anlatıyor ve filmde net olarak göremiyoruz: “Daha sabahtan itibaren tuhaf bir sıkıntı bana işkence etmeye başladı. Birden tek başıma olduğumu, herkesin ortalıktan kaybolmuş ve beni terk etmiş olduğunu fark ettim”, “Yürürken şarkı söylüyordum, ne iyi bir ahbabı olan ve mutlu anında mutluluğunu paylaşacak kimsesi olmayan her mutlu insan gibi, durmaksızın kendi kendime bir şeyler mırıldanırım”, “Ama şu var ki, yarın buraya gelmeden edemem. Ben bir hayalperestim; gerçek hayatı o kadar az yaşıyorum, bunun gibi, şimdiki gibi dakikaları öyle nadir sayıyorum ki, bu dakikaları hayallerimde tekrar tekrar yaşamadan duramayacağım. Bütün gece, bütün hafta, bütün bir yıl sizi hayal edeceğim. Yarın muhakkak geleceğim buraya, tam buraya, bu yere, tam bu saatte ve bir önceki günü hatırlayarak mutlu olacağım.”



Nastenka, hayalperestle evlenme oyunu oynarken birden eski sevgilisinin geldiğini görür ve bir an bile düşünmeden hayalperestin kollarından sıyrılarak sevgilisine koşar. Hayalperestimiz ise beyaz bir gecede kar yağarken ve etraf sessizken, yani hiçbir zaman unutulmayacak bir anı oluşmuşken belki de kibarca terk edilir. Nastenka’nın hatalıydın beni affet, arkadaş kalalım temalı mektubunu bir gün sonra okurken bile iyiliğinden taviz vermeyen hayalperest son olarak şöyle diyordu: “Ama sana kin tutmak mı, Nastenka! Senin açık, sakin mutluluğunu kara bir bulutla gölgelemek, acıyla suçlayıp senin kalbine sıkıntı düşürerek, onu gizli bir pişmanlıkla iğnelemek ve onu saadet anında sıkıntıyla atmaya zorlamak, onunla birlikte kürsüye doğru giderken, kara buklelerine taktığın narin çiçeklerden birini olsun ezmek… Ah, hiçbir zaman, hiçbir zaman! Senin gökyüzün açık olacak, senin tatlı gülüşün ışıklı ve berrak olacak, o öteki, yalnız, minnettar kalbe sunduğun saadet ve mutluluk anı için kutsanmış olacaksın! Tanrım! Tam bir saadet anı! İnsan yaşamı için, az şey mi sayılır bu?”





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder