“Gangs of New York”
filmini Martin Scorsese yönetmiş. Senaryo ise Jay Cocks’a ait. Jay Cocks’un “the
age of innocence” ve “strange days” isimli filmlerin de senaristi olduğunu
hatırlatmakta fayda var çünkü bu filmlerin hepsinde başrol oyuncu favori
oyuncularımdan olan Daniel Day-Lewis’tir. Daha önceki yazılarımda pek çok kere
bahsetmişimdir bu favori oyuncularımdan. Lewis’in bu listede olması ve beni
karakterleriyle etkilemesi kaçınılmazdı. Bunca yılın film birikimini şöyle gözümün
önünden geçirdiğimde yüzlerce çok güzel karakterden en güzelini seçmemi
isterseniz cevabım sanıldığının aksine klasiklerden değil bu filmimizdendir.
Daniel Day-Lewis’in canlandırdığı "uncle sam"in bir yansıması olan “the butcher” karakteri şu ana kadar
izlediğim en iyi karakterdir. Hatta bunu tartışmaya açık bir konu olarak
görmüyorum bile. Benim en sevdiğim film "Matrix"tir, kimisine göre de “Citizen
Kane” ya da “to kill a mockingbird”dir, bunları tartışabiliriz ama “the butcher”ın
en iyi performans olması tartışmaya açık bir konu değil, o kadarrr.
Filmi ilk izlediğim
zamanı hatırlıyorum, filmde hep bir hata hep bir aksaklık aramaya çalışmıştım
özellikle de oyunculuklar konusunda (yeni filmlerde bunu hep yapıyorum) ama bana
göre en ciddi mesele konu ve karakterler yapmacık mı değil midir ki aradığım
cevabı fazlasıyla buldum. Olamaz dedim, böyle bir oyunculuk olamaz. Sevdiğim karakterin
daha eski ya da klasik bir filmden olması gerekir diye tonla zaman düşündüm,
hatta john cazale’nin bir karakteri olsa daha manidar olurdu dedim ama hayır,
yiğidin hakkını vermek lazım. Ve ben şuna da inanırım, bir adamın tek bir rolü
iyiyse o adam iyi oyuncu olacak diye bir şey yok, yani Lewis’in diğer eserleri
sıradan ve basit olsaydı tercihimi mutlaka değiştirirdim ama geçmişine ve şimdisine baktığımızda ne kadar kaliteli bir oyuncu olduğunu görebiliyoruz.
Bloğun ismi john cazale blogspot olmasaydı daniel day-lewis blogspot olabilirdi. Kendisi
İngiliz olmakla beraber gençliğinden itibaren bu oyunculuk işinin içinde
olmuştur ki dedesi dahil önemli figürlerdendir. Uzun bir süre basit projelerde
yer aldıktan sonra resmen patlama yaşamıştır, bu uzun sürede eğitimini
tamamladığı söylenebilir.
Bu uzun süreçteki
popüler olmayan sıradan projelerinin olması onu sevmemdeki asıl etkendir
diyebilirim çünkü gelişimini net bir şekilde görebiliyoruz, kimse kusura
bakmasın ama fiziksel özellikleri nedeniyle ilk projesinde başrolü kapanlara
çok gıcık oluyorum, keşke bu yazıda ve blogta bahsetmeseydik ama bu
mankenlerimizin oynadığı gerçekten kalitesiz dizilerdeki başrol oyuncuları beni
çok geriyor, kıskanıyor musun der gibisiniz ama benim derdim oyunculuk
meselesiyle. Herkesin bildiği bir karakter olan Erdal bakkal yıllarca yurt
dışında çalışmış, yanılmıyorsam londra’da tiyatro eğitimi almış ve oyunculuk da
yapmış ama bakıyorsun adam ellisinden sonra parayı kırıyor ya da popüler oluyor
diyelim. Öte yandan 19 yaşındaki bebelerin ki entelektüel birikimleri belli, her gün yüz sayfa kitap okusan o yaş yine kurtarmaz, bu
durum beni hem üzüyor hem de geriyor. Bundan on sene sonra da o yaştakiler,
oyuncu diye ekranlara çıkacaklar. Yaşarsam eğer o zamanki tepkilerim nasıl olur
bilemiyorum.
Oyuncu dediğin adam
rolüyle özdeşleşmeli, haftalarca ön hazırlık yapmalı ve mutlaka ilgili karakter
ve dönemle ilgili kitap okumalıdır. Bunların hepsi bir araya geldiğinde emin
olun başarı geliyor, öyle uç bir örnek vermeyeyim mesela natalie portman’ın “v
for vendetta” için çabaları takdire şayan, günlerce aksan kursu alması, saçlarını
kestirmesi felan, yine aynı karının “black swan” için ciddi balerin dersi aldığını, ki
balerin geçmişi de vardır, ve psikolojik destek gördüğünü duyunca insan hem
şaşırıyor hem de başarıyı kıskanıyor. Natalie portman, yahudi olduğundan ya da
güzel olduğundan bu projelerde yer alıyor iddiasını da bir gün çay içersek bir
3,5-4 dakikada çürütürüm. Abuk sabuk konuşmayın. Ayrıca Lewis de yahudi değildir.
Her başarılı ya da zengin, yahudi olacak diye bir olay da yok, siz de çalışın
sizin de olsun.
Bu tarz fedakarlıkları
matrix’te de görmüştük, detayları ilgili yazımızda tekrar okuyabilirsiniz. Aynı
yoğun çalışmayı belki de fazlasını “the butcher”a hazırlanan Lewis’te
görüyoruz. Bir önceki filmini tam beş yıl önce çeken Lewis, ciddi bir hazırlık
ya da kafa toplama sürecine girmişti, yıllarca film çekmemesinin müthiş bir
performansa gebe olduğunu otoriteler söylüyordu ama bu kadarını da doğrusu
beklemiyordu hiç kimse. Film çekilmeye başladığı günden itibaren sadece new
york aksanıyla konuşan bu İrlandalımsı (kendini fanatik bir İrlandalı olarak
görür ve İngiliz vatandaşlığından vazgeçer) film bitene kadar tek bir İngiliz aksanını
kullanmamıştır. Zaten Lewis’i diğer oyunculardan öne çıkaran detaylardan biri
de aksanlarla olan ilişkileridir. Al pacino, benim favori oyuncularımdan ya da Henry
fonda diyelim, bu ikisinin hemen hemen tüm filmlerinde aynı ses vardır, karakterler çok
değişkendir ama aksan çoğunlukla aynıdır ama Lewis farklı akranlarla karşımıza
çıkabilmektedir. Adamın kendi saf sesini bildiğim için bu filmdeki konuşmaları
nasıl yaptığını hala şaşkınlıkla düşlerim.
Film boyunca yaptığı en
büyük fedakarlık ise leonadro di caprio ile olan dövüş sahnelerinin
çekimlerinin birinde burnu kırılmıştır ve bu kırık burunla filmi bitirmiştir. Emin
olun bunu bi bizim Cüneyt arkın (bir keresinde elini cama kestiren hayatında
hiç figüran kullanmamış cücünün bilekten itibaren eli kesilir ve hemen
hastaneye yetiştirerek dikerler, birkaç ay sonra da kaldığı yerden devam eder)
bir de Lewis yapabilir. Filmdeki bir sürü kişisel ironisine rağmen role kendini
kaptırması ise emin olun olağanüstüdür. Kendisi ciddi bir İrlanda hayranıdır
muhtemelen ıra’ya felan da sempatisi vardır (İngiliz olmasına rağmen) ama bu
filmde irlanda’ya ve özellikle de dini inanışlarına çok ağır hakaretlerde
bulunur. Olay budur. Gerçi “the boxer” ve “in the name of father” filmleriyle
yeterince ıra reklamı yapmıştı neyse. Demem o ki bebeğim kendisi favori
oyuncularımdandır ve “the butcher” karakteri de gelmiş geçmiş en iyi oyunculuk
performansının sergilendiği roldür.
Filmimizin diğer başrol
oyuncuları ise cameron diaz ve Leonardo di caprio’dur. Camerion diaz’ın
oyunculuğu bu filmde iyi veya kötü diye yorumlamaya gerek yok. Basit bir
orospuyu canlandırmalıydı canlandırdı da. Gelelim sinirlendiğim meseleye. Herkes
bu filmdeki oyunculukların abartı olduğunu ve özellikle de di caprio’nun hiç
beceremediğini söylüyor. Tabii insana karizmatik geliyor bir başrol oyuncusunu
beğenmeyince de, sen kimsin lan hırbo. Elalem babasının hatırına mı bu
adamı oynatıyor itoğlu itler. Martin scorsese’nin ilk prensi Robert de niro ise
ikinci prensi de di caprio’dur. Bu herif bilmiyor mu oyunculuğu. O yüzden mi
ilk önce bu adamı alıyor castlere. Ben şu an para kazanmak için bir film çeksem
oynatacağım ilk adamlardan biri di caprio’dur ve oynadığı filmler de çok iddialı,
güzel yapıtlardır. Bu filmde çok ergen gibi çıkmış ve hiç oyunculuğu
becerememiş diyorlar, la sen oyunculuktan ne anlarsın dallama, hayatında kaç
kere film izledin piçin evladı. Adamın rolü babasının intikamını almak isteyen
bir ergen karakteridir ve bu karakter olgun olmamakla beraber aceleci davranıp
duygularını ön plana çıkaracaktır, şimdi bu dediğimi ben filmde çok rahat bir
şekilde görebiliyorum ve başka bir adamın da bu kadar güzel oynayabileceğini
düşünmüyorum. Ekşi’den duyup ezberden yorum yapıyorsunuz pislik basitler. Amcık beyinliler. Yaşınız
20-25 elin sanatçısına bok atıyorsunuz. Bazıları the butcher’ı da beğenmiyormuş
da sinemadan çıkmışmış. Eğer var ya o filmde ben olsam ve filmden çıktığını
görsem seni domaltır sikerdim.
Orospu çocukları sizi,
anlamadığınız meselelere ne yorum yapıyorsunuz. Adamı soğuk savaş filmine
götürüyorum oyunculuk görsün diye bu filmde aksiyon yok diyor siken mi öpen mi.
İşte, tvlerden zeka düşürücü program ve yarışmaları (yemin ediyorum acunun
sunduğu programı izleyen birisinin zekası azalır) izleye izleye
bu hale gelen milyonlar ve utanmadan ona buna laf atıyorlar. Bu durumun tam tersi
de geçerli, bazen de öyle bir sevip övüyorlar ki bir şey zannedersin. Yönetmenin
en kötü eserimdi dediği bir filmi adamlar bir övüyor yemin ediyorum kafayı
yersin, bunun tek bir açıklaması var; bizim millet hem özentidir hem de farklı
olmaya çalışır, bu yüzden de sürekli saçmalıklarda bulunur. Bunların bir gün
düzelmesini felan da beklemiyorum cehennem olup gidin, benim ilgi alanlarıma
yorum yapmayın. Geçen de sinemada denk gelmiştim, küçücük çük kadar bir kız ile
bir oğlan filmi beğenmemiş oyunculuklar sıkıcıymış, amın feryadı, senin yaşın
kaç? Sen hayatında kaç kitap okudun? Siyah beyaz kaç film izledin de yorum
yapıyorsun? Siyah beyaz film kültürü olmayan filmler hakkında yorum yapamaz bu
kadar basit, çünkü öncül akım ve örnekleri görmeden nasıl karşılaştırma
yapacaksın, kötü diyorsun ama neye göre kötü yarram. Mesela monte cristo kontu’nu
beğenmeyebilirsin, 2002 versiyonu kötüydü çünkü 1934 yapımı tam bir klasikti
demen lazım. Siktirip gidiniz Özcan denizin filmine de oranızı buranızı
mıncıklayarak yiyişin ve yanınızdakileri tahrik edin, amcık beyinli döl
israfları, götünüzün astarını sikerim sizin haa. "Fight Club" diye bir film var
izlediniz mi bilmiyorum, ben açıkçası beğendim, filmin sonunda bir adet kıllı
yarrak ekranda tebaruz ediyor, o yarağı sokarım size bir daha böyle abuk subuk
yorumlar yaparsanız eğer.
Filmimizdeki oyuncu ve
oyunculuklara düzeyli bir şekilde değindikten sonra gelelim konuya ve akışa bir
de ironilere. Filmimiz 1850’li yılların amerikasını daha doğrusu new york’unu
anlayıtıyor. O dönemlerde iç savaş ve deniz aşırı yerlerden göç en büyük olaylardır
ve filmde de sıkça vurgulanır. İç savaş ile ilgili filmlerden “the birth of a nation”a daha önceden değinmiştik. İleride muhtemelen “the good the bad and the
ugly” ve “glory” filmlerine de sırf iç savaş malzemesi var diye değinebilirim. Film,
iki tarafın şiddetli ve acımasız ama onurlu savaşıyla başlar. Bir tarafta
bölgenin yerlisi olduğunu iddia eden Protestanlar (şu an amerikanın yarısı protestandır) bir tarafta da irlanda’dan
amerika’ya göç edip orada kendi kültürlerini yaşamaya çalışan Katolik İrlandalılar.
Zencilerin ve diğer etnik kökenlilerin de irlandalılar’ı destekledikleri ise
aşikar. İrlandalıların başında peder vallon yer alırken yerlilerin başında “bill
the butcher” yer almaktadır. “Bill the butcher” karakteri gerçek bir karakterden
esinlenilmiştir. Adamın adı da “bill poole”dur ve kendi zamanında filmdeki gibi
nam saldığı ve buraların ağası da marabası da benim dediği söylenir. Bu kadar
vahşi ve orijinal miydi bilemiyorum ama “Bowery Boys” isimli çetenin lideri
olduğu ve ölene kadar herkese korku saldığı o zamanın gazetelerinde yazıyor
(internette mevcut). Tek bir sıkıntılı nokta var o da asıl karakterin “draft
riots”’tan sekiz yıl önce ölmüş olması. Yani filmimizde fazladan sekiz yıl
yaşayan bir “the butcher” var.
Bu adam da iki kuşak
önce ingiltere’den amerika’ya göç eden kasap işiyle uğraşan bir ailenin üyesi. Niye
oranın yerlisi oluyor derseniz ayrı bir tartışma konusu. “draft riots”
dediğimiz filmin sonundaki büyük isyan Amerikan tarihinin en önemli
isyanlarından biriymiş, fazla bilgim yok, filmde anlatılanlar iyi özetliyor
gibi. Bu sahnelerde aslında yerli ol olma büyük devlet planında herkes
öldürülür imajını bariz bir şekilde alabiliyoruz. Butcher’ın yerli olmasına
rağmen lincoln’ü sevmemesi ise muhteşemce yorumlanmış. O zamanın resmedilen
siyasetçileri de yine muhteşem yansıtmalardı. Hepsinden öte the butcher’ın
özlemini duyduğu amerika’ya alsa kavuşamaması ise sinir bozucuydu, tüm
ihtişamıyla yalnız bir insandı. Bu yüzden de en saygı duyduğu adam öldürdüğü
peder vallon idi. Çünkü mefkuresi için çabalayan ve ölümü göze alan herkes the
butcher’ın gözünde onurluydu tabii mertçe savaşmak koşuluyla. İlk çete
savaşının bitiminde peder’e davranışlarını gördüğümde hem duygulanmıştım hem de
evet birinci karakterim bu olabilir demiştim. Lewis’in bu filmde Lincoln posterine
bıçak atmasına rağmen (köleliğin kaldırılmasını istemiyordu) son filminde
lincoln’ü canlandırması ise hep sevdiğim ironilerden olmuştur. Şipilberg 2010 yılında bu filmi çekmek ister ve Lewis'e teklif götürür ancak Lewis, şipilberg'ten tam bir yıl istemiştir. Bu bir yıllık süre içerisinde filme hazırlık yapmış ve 100'den fazla lincoln ve dönemiyle ilgili kitap okumuştur. Yine bu süreçte makyaj ekibinin de yardımıyla lincoln ile fiziksel benzerlik yakalanmaya çalışılmıştır. Fragmanı lincoln kendisi görse hıçkırarak ağlardı. Muhtemelen bu
film ile oskarı alacaktır. Oskar demişken “gangs of new york” filmi tam 10
dalda oskara aday olmuş ama bir tanesini bile alamamış. Al pacino’nun bir tane
oskar aldığı dünyada çok fazla şaşırmıyorum aslında, neyse.
“The butcher” karakteri
onurlu bir adamdır ve kesinlikle kalleş değildir. Acımasızdır ama hain veya
kalleş değildir. Filmin bir sahnesinde insanları korkuttuğu için bunca yıldır
yaşayabildiğini söylemişti. Bir gözünü neden bıçakla çıkarıp pedere
gönderdiğini anlattığında ne kadar orijinal bir adam olduğunu anlıyoruz. Bazı adamlar
vardır hayatları kesin kurallar çerçevesinde geçer ve asla taviz vermezler ya
işte “the butcher” onlardan biridir. “The butcher” rakibini yok ettiğinde her
şey bitecek zannetmişti ama kendi tarafının tavizleri onu delirtiyordu. O ilk
savaştan sonra geçen 16 yılda tamamen otoriter birisi olup çıkmıştı artık
düşünceleri tartışmaya açık değildi gel gör ki siyasetten de anlamıyor ve haz
etmiyordu. Tüm çeteleri ya yok etmiş ya da emrine sokmuştu. Adamlarından bazıları
ise İrlandalıydı ve gün içinde onlarla dalga geçerek kendine eğlence buluyordu,
bu adamların bazıları ise peder vallon’un eski adamları idi. İşte bu
karaktersizliği ancak bir İrlandalı yapabilir diyen “the butcher” onların
yüzüne hainliklerini vurgulamak için yanında taşıyordu. Sadece tek bir çetenin
isminden bahsedilmiyordu o da peder valley’in yönettiği “death rabbit”
çetesiydi. Bunun anlamı ise ölü tavşan demek değildir, her ne kadar sembolleri
ölü bir tavşan olsa da anlamı korkusuz/korkulası İrlandalılar demekmiş. Bu bilgiyi
de şu yazıdan öğrenmiştim: “The name "Dead Rabbits" has a second
meaning rooted in the Irish American vernacular of 1857. The word
"Rabbit" is a phonetic corruption of the Irish word ráibéad, meaning
"man to be feared". "Dead" is a slang intensifier meaning
"very." "Dead Ráibéad" thus means a man to be greatly
feared.”
Film, pederin oğlunun “the
butcher”ı yok etme planlarıyla süsleniyor, ama sonlara doğru filmin çok hızlı
akıp bittiği de bir gerçek. Sebebi ise filmden tam bir saatin kesilip
atılması. Filmde çok orijinal sahne ve diyaloglar var demiştik. Bunlardan bir
tanesinde the butcher, pederin oğluna adın ne diye soruyor. Amsterdam cevabını
alan the butcher çocuğa benim de adım new york diyor. Buradaki gönderme new
york şehrinin eski adının new Amsterdam olmasınadır. İngilizler şehri ele
geçirince ismini de değiştirmişler. Bu isim şakasında ben yerliyim sen İrlandalı
göçmen yani sonradan gelensin ama senin adının da benimkinden öncül olduğu bir
gerçek mesajı vardır. Ne kadar seksi bir şaka. Bunlardan başka the butcher’ın
domuz etiyle olan mücadelesi beni benden almıştı. İdama gidem masum gençlerle
olan muhabbetine de bayılmamak elde değil. Tiyatrodaki, çocuk gibi heyecanı ve
kalabalığı ateşlemesi de muhteşem oyunculuklardandır ama birkaç sahne daha
olmalıydı en iyi karakter ödülü için.
The butcher’ın
amsterdam’ı dövdüğü sahne en iyi dayak sahneleriyle yarışır. O nasıl bir
kafa atmaktır hala kafamı meşgul ediyor, izleyelim. The butcher, Amsterdam’ın yüzüne iz
bırakır ve yaşamasına müsaade eder. Zamanla Amsterdam iyileşir ve ölü tavşanı
eski yerine tekrar asarak çeteyi hortlatır. Polis şefiyle bu olayı konuştukları
sahnede the butcher şunları söyler: “Mesele şu. Ahlaki muammanı hiç takmam seni
koca kafalı rezil. Olay aşağı yukarı böyle. Oraya gitmeni istiyorum. Sadece sen
başkası değil. Emrindekilerden biri değil. Senin oraya gitmeni ve bu zavallı
küçük tavşanın ölümünden kim sorumlu ise (bunları söylerken ağlamaya başlıyor)
onu cezalandırmanı istiyorum (burada birden güler) Anlaşıldı mı?” işte bu
sahneden sonra artık kesinlikle en iyi performans ödülüm the butcher’a
gitmişti, izleyelim. Ya yemin ediyorum hem oyuncu olasım geldi hem de ben böyle
yapamayacaktım ve hiç başlamamak daha iyiydi. Bu konuşmanın benzerini bana yapsaydı
ve tehditlerde bulunsaydı, evdeki en gizli yerlerde saklanmış bayramlık
çikolataların bile yerini söyleyebilirdim. Ondan sonraki bir sahnede de İrlandalıların
seçmenini öldürür ki bu sahneyle beraber artık onunla kimse yarışamaz. Bu sahne
tam bir kült sahnedir, izleyelim. Fight club’ta ele yara izi yapmak ne kadar kült ise bu
öldürme sahnesi de o kadar kült ve taklit edilemezdir. Bir tane daha muhteşem
sahne var; Amsterdam, the butcher’a meydan okuyunca kabul ediyorum demesi yok mu
o tavırlara ve soğukkanlılığa, titrememeye yürek dayanır mı? Hiç şöyle karizmatik olamadım ya ona yanarım. “Le samourai” yazımızda bu ezikliğime değinmiştim.
Filmimiz, isyanın
bastırılmasında yerliler ile İrlandalıların savaşamadan rekabeti bitirmeleriyle
son bulur. The butcher ölürken “I die a true american” demiş ve hepimizi
duygulandırmıştır. Filmdeki, Amerikan olmasak da, en çok duygulandığımız yer
ise “William cutting” yani the butcher ile peder vallon’un mezarlarının yan
yana bulunması ve gelişen new york teması ile beraber mezarların da yıpranması
idi. O esnada çalan müzik de duygulanmamızı oldukça kolaylaştırıyor. Son temada
ikiz kulelerin yer alması yıkılmadık ayaktayız mesajını veriyor olsa gerek. Film gösterime
girdiğinde hatta çekilirken de kuleler yoktu. Favori oyuncularımdan Lewis’in canlandırdığı
“the butcher” karakterini sırf benim hatırıma bir kere daha izlemenizi tavsiye
ederim, şu mukayeseye de bayılmamak elde değil, izleyelim. Bir sonraki filmimiz de kendini belli etti gibi.
Gangs of New York film eleştirisi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder