7 Kasım 2011 Pazartesi

A Clockwork Orange



"A Clockwork Orange" nam-ı diğer "otomatik portakal" filmini yüce Stanley Kubrick yönetmiş. Filmin senaryosu ise anthony burgess’in aynı isimli romanından esinlenilerek oluşturulmuş. Filmimiz sayılı kült filmler arasında yer almakta. Bazı yönleriyle tartışmasız öncü ve özgün olan bu filmi anlayabilmek için kubrick’in tarzına ve yaşam felsefesine aşina olmak ve konuyu sulandırmadan anlamaya çalışmak gerekecektir. Filmlere ilgili olup da bu filme temas etmemek olmaz.


Filmin başrollerinde Malcolm McDowell (alex rolü için en uygun aday o görülmüştü), Patrick Magee ve Michael Bates yer alıyor. Bu film pek çok yönetmen için dönüm noktası olmuş ve ilham kaynağı yaratabilmişti. Geleceğin Londra'sındaki bir acayip oğlan Alex'in değişken ve çelişkili hayatını konu alan bu film, şipilberg'e göre tarihteki ilk “punk rock” filmdi.


Kubrick, (otomatik portakal filmi gösterime girdiği zamanlarda) bir kült figür haline geldiğinin farkındaydı; ironik bir şekilde çok sevildi “akılları baştan alan adam” katına yükseltildi ve yine ironik bir şekilde, medya kültlerine şüpheyle yaklaşanlar tarafından hiç sevilmeyip yerildi. Filmi hakkındaki karşıt görüşler oldukça patırtılı ve pervasız, ama bütün bu eleştiriler tek bir amaca hizmet ediyordu: Kubrick'in filmlerinin reklamını yapmaya. Orson Welles'in kariyerinin Kubrick'te yenilenmeyeceği görüşü hakimdi, kimileri de kubrick'in çöküşüne ramak kaldı diyordu ama bu azınlık yanılmış olacaklardı. Orson welles'in durumuna değinecek olursak; kim 26 yaşında “citizen kane” i çekip, 57 yaşında eastern havayollarının “wings of a man” reklamlarını seslendiren işsiz bir dahi olarak anılmak ister ki? Eleştirmenler welles'e saygı duyuyor, fakat kubrick'e yok edilmesi gereken bir canavar gibi davranıyorlardı. Tabi bu düşünceleri, yerini zamanla zorunlu saygıya bırakacaktı ama kubrick'in kendi dünyasına, zamanının popülist medyasını almaması onun pek de sevilmemesinde bir etkendi.


Kubrick, "2001: bir uzay yolculuğu"ndan sonra napoleon üzerine bir film yapmaya niyetlendi ve projede hatırı sayılır derecede yol aldı, fakat bu sırada stüdyonun tasarruf politikası ve büyük bütçeli işlere temkinli yaklaşması sebebiyle film rafa kaldırıldı. Bu film yerine, anthony burgess’in genç alex'le özdeşleşme gösterisi olan otomatik portakal’ına yöneldi. Bu romanın kubrick’i çeken yanlarından birisinin burgess’in dili olduğu çok açık. Konuyla ilgili bazı röportajlardan derlemeler yaptım. Kubrick kendisine yöneltilen sorulara samimi cevaplar veriyor:


Anthony burgess’in romanını 1962 de ilk çıktığında mı okumuştunuz?


Kitabı ilk olarak (bu soruya filmin galasında cevap veriyor) iki buçuk yıl önce okudum. Kitabı bana 2001’i çekerken terry southern vermişti, fakat o sırada hiç vaktim olmadığından rafta okunmayı bekleyen kitapların arasına girdi. Sonra bir akşam rafın önünden geçerken hala sabırla bekleyen kitaba şöyle bir bakıp elime aldım. O sırada okumaya başladım ve aynı gün bitirdim. Birinci bölümün sonunda bu kitaptan harika bir film çıkacağını anlamıştım. İkinci bölümün sonunda çok heyecanlanmaya başladım. Kitabı bitirir bitirmez yeniden okudum. Vaktimin büyük bölümünü kitabı düşünerek geçiriyordum. Bence eşsiz, muhteşem, hatta dahiyane bir hayal ürünüydü. Anlatım tarzı büyülüydü, karakterler renkli ve heyecan vericiydi, fikirler kusursuz bir şekilde geliştirilmişti, ayrıca bütün bunlar kadar önemli olan bir başka nokta, hikayenin fazla basitleştirilmeden ve en temel konusuna indirgenmeden sinemaya uyarlanabilecek uzunlukta ve yoğunlukta olmasıydı. Aslına bakarsanız, hikayenin neredeyse tamamını filme alabildik. Çoğu kişi kitabın kendine has diline övgüler yağdırdı, sadece bu bile insanı hayrete düşüren bir fikir; fakat ben yine de oldukça sıra dışı olan ve daha iyi bir tanımlama bulamadığım için sıradan dil diye adlandıracağım kısmın yeterince övgü aldığını düşünmüyorum. Örneğin, kitabın sonuna bakan, gazetecilere, “bu kadar laf yeter. Eylemin sesi daha yüksek çıkar. Harekete geçelim. Her şeyi gözlemleyelim” diyor. Burgess, dille olağanüstü derecede güzel oynuyor.


Önceki iki filminiz oldukça fazla araştırma ve okuma gerektiriyordu. Bu filminizdeyse romanı olduğu gibi çekmişsiniz gibi görünüyor, oysa bu film için de (örneğin beyin yıkama tekniği üzerine) çeşitli araştırmalar yaptınız, öyle değil mi?


Kimi filmler gerçeklerin biriktirilmesiyle başladı, sonra bu gerçeklerden hikayeye dair fikirler gelişti, ancak elbette “otomatik portakal” bitmiş bir hikayeyle başladı, yeni bir bir hikaye geliştirme sancısından kurtulduğum için çok mutluydum. Teknik araştırma konusuna gelince, çok fazla araştırma yapmama gerek olmadığı açık. Davranış psikolojisi ve şartlı refleks terapisi üzerine kitaplar okudum, hikayedeki önemli teknik konulara hakim olmak için yapmam gereken sadece bu kadardı.


Kitapta herkesi şaşırtan nokta , Alex’in hapse girdiğinde, “hepsini ben yaptım ve on beş yaşındaydım,” demesi. Bunun perdeye yansıtılamayacağının farkındayım, peki siz hiç o yaşta birine rol vermeyi düşündünüz mü?


Hayır. Kitabın üçüncü ya da dördüncü bölümünü ilk okuyuşumdan itibaren aklımda malcolm mcdowell vardı. Onun yeteneğinde bir aktörü kolay bulamıyorsunuz. Bir aktörün karşısına da kurgunun en şaşırtıcı, en keyifli icatlarından biri olan Alex gibi bir karakteri oynama fırsatı kolay kolay çıkmaz. Edebi ya da dramatik bir kıyaslama yaparsak onu sadece bir karakterle karşılaştırabilirim: "3. Richard" (şekspirin kısa bir oyunudur, şu sıralar kevin spacey ile tekrar sosyetenin gündeminde, yakınlarda da Türkiye'de oynandı) Alex de, tıpkı Richard gibi, sevmeyeceğiniz, korkacağınız, fakat yine de dünyasına kolaylıkla girip kendinizi bir anda olaylara onun bakış açısından bakarken bulabileceğiniz bir karakter. Bunun nasıl sağlandığını açıklamak kolay değil, ama kesinlikle karakterin samimiyeti, zekası ve diğer karakterlerin onlar kadar baskın insanlar olmaması, hatta bir anlamda onlardan daha kötü insanlar olmasıyla ilgili.


3. Richard kıyaslaması harika, fakat 3. Richard uzak geçmişte kalan bir karakter. Dolayısıyla, izleyicinin günümüzdeki şiddetle doğrudan bağlantı kurabilmesi pek mümkün değil.


Bence burada kaygılanmayı gerektirecek bir durum yok. Gerçek ile kurgu arasında derin bir uçurum var ve insanın film seyrederken yaşadığı tecrübeyi olsa olsa rüya görmekle kıyaslayabiliriz. Kişinin, o olayları gerçekten yaşasa 3. Richard'ın yaptıklarından keyif alması mümkün değil, ama 3. Richard’ı izlemekten keyif alıyoruz, elbette alex’i izlemekten de. Alex’in maceraları bir çeşit psikolojik efsane. Bilinçaltımız alex karakterinde su yüzüne çıkıyor; tıpkı rüya gördüğümüzde olduğu gibi. Bilinçaltımız alex’in otorite tarafından boğulmasına, baskı altında tutulmasına kızıyor, oysa bilincimiz bütün bu yapılanların gerekli olduğunun farkında. Hikayenin yapısı tıpkı bir peri masalınınki gibi; çekiciliğini ve güçlü etkilerini tesadüflerden alıyor, ayrıca konunun simetrisi de tıpkı peri masallarında olduğu gibi; alex’in bütün kurbanları final sahnesinde alexe yaptıklarının karşılığını vermek üzere yeniden ortaya çıkıyorlar. Elbette, hikayenin bir başka boyutu daha var; davranış psikolojisinin ve psikolojik şartlanmanın totaliter hükümetler açısından vatandaşları üzerinde sonsuz kontrol sahibi olmak ve onları bir robottan farksız kılmak için kullanabileceği yeni ve tehlikeli bir silah olup olmayacağını irdeleyen sosyal bir yergi.


Peki, ya şiddetin stilize edilişi? Çoğu kısmı oldukça komik, fakat beyin yıkama sahnesinde alex’in başına gelenler, onun kurbanlarına yaptıklarını izlemekten çok daha zor.


Elbette, filmdeki şiddet stilize edildi, tıpkı kitapta olduğu gibi. Benim sorunum, haliyle, yazının faydalarından yoksun olarak bunu filmde yansıtmanın yolunu bulmaktı. Filmin ilk ve en yoğun şiddeti içeren bölümü rossini’nin "thieving magpie uvertürü" etrafında kurulmuştu ve geniş bir açıdan bakacak olursak burada şiddetin dansa dönüştüğünü söyleyebiliriz, ama elbette anladığımız anlamdaki danslara hiç benzemiyor. Fakat sinema açısından bakarsak, hareketin ve müziğin dansla kaçınılmaz şekilde birbirine bağlanması gerektiğini söyleyebilirim, bu tıpkı 2001 filminde, dönen uzay istasyonunun ve dok uzay gemisi orion’un "blue danube" eşliğinde hareket etmesi gibi. Metruk kumarhanedeki tecavüz sahnesinden çıkan kavgaya, İsa figürlerinin olduğu karelerden "beethoven’ın dokuzuncu senfonisine", su kenarındaki ağır çekim kavgaya ve dev beyaz penisin bethoven’ın büstünün karşısına yerleştirildiği, kedili kadının olduğu sahnelere kadar hareket, kurgu ve müzik en önemli noktalar; neden dans olmasın?


Bir de alex’in eczanede tanıştığı iki kızla olan hızlandırılmış çekimli sahneleri var.


Evet, elbette, hızlı çekim deliliğinden bahsetmeyi unuttum. Ekranda yaklaşık kırk saniye süren, saniyede iki karenin geçtiği bu sahnelerin çekimleri yirmi sekiz dakika sürdü. Bu fikir aklıma bir gece “eine kleine nachtmusik”i dinlerken geldi. Hızlı çekim zaten saniyede iki kare gerektirir. Filmde kullandığımız William tell’in hızlı ritmi sahnenin amacına daha uygun oldu.


Sahnelerin ne kadarını önceden planlıyorsunuz? Hitchock tarzı, detaylı ön planlama yapmıyorsunuz, öyle değil mi?


Oldukça fazla planlama yapıyorum ve sahneye çekmeden önce naçizane hayal edebildiğim her şeyi değerlendirmeye çalışıyorum, fakat çekime başladığımızda durum çok farklı oluyor. Aklınıza ya sahneyle ilgili yepyeni bir şey geliyor, ya da aktörlerden birinin kişiliği bir şeyleri değiştiriyor veya sahneyle ilgili önceden düşündüğünüz binlerce seçenekten birkaçı uygun olmuyor. Bu elbette, filmin en can alıcı anı. Filmin gerçek çekim aşaması,  ne yapacağınızı önceden bilirseniz, görece kolay oluyor. Ama film işte tam da burada dengede duruyor. Burada temel sorun, belki biraz basitçe ifade etmiş olacağım ama, çektiklerinizin filme koymaya değer olması. Ne çekeceğinizi bilmeden önce onu nasıl çekeceğinizi düşünmek her zaman baştan çıkarıcıdır, ama çoğunlukla sadece zaman kaybıdır.


Alex, "otomatik portakal"daki tek büyük, hatta tek geliştirilmiş karakter. "2001" filminde en insan karakter şüphesiz, bilgisayar "HAL"dı ve "Dr. Garipaşk" filminde çeşitli seviyelerde karikatürle karşımıza çıktınız. Sanırım gerçekçi bir anlayış taşıyan bir filminizi bulmak isteyen izleyicilerin "paths of glory", hatta "the killing" filmine kadar geri gitmeleri gerekiyor.


Gerçeküstü durumları ele alıp onları gerçekçi bir tavırla sunmak hep hoşuma gitmiştir. Peri masallarını, efsaneleri, doğaüstü öyküleri, hayalet öykülerini, gerçeküstü ve alegorik hikayeleri severim. Bence bu filmler günümüz gerçeklik anlayışına, gerçekçi tarzını koruyabilmek için yüksek oranda seçicilik ve eleme içeren, bahsettiğim diğer filmler kadar stilize edilmiş gerçekçi hikayelerden daha çok uyuyor. Örneğin, Lolita’da quilty karakteri, tıpkı Dr. Garipaşk’daki birçok karakter gibi, tam bir kabustu. Bir diğer deyişle, otomatik portakal benim önceki filmlerimle büyük benzerlikler taşıyor.


Stanley kubrick’in detaylara olan öfkeli, hatta kimilerine göre zorlayıcı dikkati hakkındaki hikayeler birer fıkraya dönüştü. Otomatik portakal filminde sadece 5 dakika gözüken clive Francis kendi sahnelerini şöyle anlatıp kubrick'e olan hayranlığını dile getiriyordu: “Bu sahnede, filmin şiddetten zevk alan karakteri alex, hapishaneden ve bilimsel kaçınma terapi programından henüz çıkmış, tecavüz ve yağma arzularından arınmıştır. Dört yıl sonra evine, annesiyle babasının yanına dönen alex evde bir yabancıya karşılaşır. (bu yabancı olayı anlatan clive Francis'tir) Annesi ve babası eve kiracı alıp, onu alex’in odasına yerleştirmişlerdir. Alex adamın odasından çıkmasını ister, fakat kiracının buna niyeti yoktur. O sahne için iki hafta prova yaptık. Kubrick aradığı apartman dairesini bulabilmek için bütün Londra’yı gezdi. En sonunda elstree’de aradığı daireyi buldu. Dairenin parasını ödeyip içindeki çifti evden gönderdi, tasarımcılarıyla birlikte daireyi yaklaşık 5 bin pounda mal olan futuristik, pejmürde mobilyalarla döşedi. Çekimler bittikten sonra daire restore edilerek eski haline getirildi ve çifte teslim edildi, derken kubrick’ten bir telefon geldi. İki yakın planı yeniden çekmek istiyordu. Elstree’deki daireye tekrar gittik. Çifte para ödenip evden gönderildi ve kubrick daireyi bir defa daha baştan dekore etti. Herhalde o çift, filmin nihayet gösterime girdiğini duyunca rahatlamıştır. Fakat bu hikayeler insanı kubrick’i tanıma tecrübesine kesinlikle hazırlamıyor. Birbiri ardına son derece başarılı filmler çekmişti; paths of glory, lolita, dr. Garipaşk ve 2001:bir uzay yolculuğu ve karşınızda sabırsız bir zalim bulacağınızı sanıyordunuz. Oysa hiç öyle değildi.”


Dünyanın gidişatıyla ilgili sizi kaygılandıran şeyler neler? Neler canınızı sıkıyor? Anthony Burgess’in otomatik portakal romanını seçmiş olmanız insan beyni üzerinde yapılan deneylerin sizi endişelendirdiğini gösteriyor.


Öncelikle, seçtiğim hikayeleri siyasal mesajlar içeriyor diye seçmiyorum. Burgess’in romanının günümüzün önemli konularından birine (psikolog B.F.Skinner’ın "Beyond Freedom and Dignity" adlı kitabıyla da bağlantısı bulunan davranış psikolojisi ve anti-sosyal davranışın düzenlenmesi sorununa) parmak basıyor olması, otomatik portakal’da ilgimi çeken noktalardan sadece birisiydi. Kitaba ilgi duymamı sağlayan etken, bir sanat eseri olarak taşıdığı özelliklerdi. Temel olarak filmlerim için seçtiğim hikayelere ilgi duymamı sağlayan kriter budur. Ben işe, aklımı kurcalayan nedir ve bu konuyla ilgili bir hikaye nereden bulabilirim diye koyulmuyorum.


Toplumumuzun karmaşık toplumsal sorunların çözümüne gösterdiği sabırsızlığın en temel sebebinin, televizyonda ve filmlerde karmaşık toplumsal sorunların otuz, altmış ya da yüz dakikada çözüldüğünü görmemiz öne sürüldü. Siz bu görüşe katılıyor musunuz?


Bence bu durumu yaratan, yeni bir çağ açılacağına dair verilen boş siyasal vaatler. Bu vaatler ve ayrıca, eğer bir sorun çok kısa zaman içinde çözülemiyorsa, kişinin siyasal ya da yasal çözümler yerine daha radikal veya anti-sosyal ya da kanundışı çözümlere başvurması gerektiğine dair çok fazla fikrin iç içe geçmesi.


Sizin gözünüzde otomatik portakal’daki iyiler ve kötüler kimler?


Olaya bu şekilde bakamayız. Bu bir yergi, yani günümüz değerleri ele alınıp onlarla alay ediliyor. Gerçeği yıkmak için onun tam tersini söylüyor gibi görünüyorsunuz. Bu durumun tek istisnası, rahip. (alex'le hapishanede arkadaş olan) Biraz da soytarılık görevini üstlenerek, hikayenin ana fikrini o anlatıyor. Hikayenin en önemli ana fikri seçimlerle ilgili sorular ve insanın elinde kötü olma seçeneği bulunmadan da iyi olup olamayacağı, elinde böyle bir seçenek bulunmayan kişinin yine de bir insan olarak kabul edilip edilmeyeceği. Alex’in kötünün kişileştirilmesi olmasına karşın yine de tuhaf bir şekilde ilgi uyandırmasının birkaç sebebi var; dürüst, ikiyüzlü değil, enerjik ve zeki. Onu hep 3. richard’la kıyasladım ve bence bu çok iyi bir kıyaslamaydı. 3. Richard'ın nesini seviyoruz? Ama çok farklı bir açıdan da olsa seviyoruz işte. Sonuç olarak, alex’i anlamaya başlıyorsunuz, çünkü onu çok daha büyük bir kötülüğün kurbanı olarak görüyorsunuz. Belki de, bundan çok daha önemli olarak, kendi bilinçaltımızın farkına varıyoruz. Bu, filmin yarattığı tezatla da ilgili olabilir. Bilinçaltının bilinci yoktur ve bunu algılamak insanı gergin ve öfkeli bir hale getirir.


Kimileri sizi alex’i ilgi çekici bir karakter yaparak kötülüğü yüceltmekle suçluyor. Kabaca buna cevabınız, ilgiyi kötülüğe çekmek istediğiniz ve anlatmak istediğinizi en uç örnekle anlatmanız olabilir mi?


Evet, elbette. Eğer alex daha az kötü bir karakter olsaydı filmin anlatmak istediği şeyin etkisi azalacaktı. Tıpkı masum insanların da linç edilebileceğine dikkat çekerek lince karşı bir film yapmanın hedeflendiği western'lere benzeyecekti. Filmin anlatmak istediği şu: "insanları linç etmemelisiniz, sadece masum insanları linç edemezsiniz değil, kimseyi linç etmemelisiniz". Şu açık ki eğer alex daha az kötü bir karakter olsaydı, ona uygulanan tedaviyi reddetmek çok kolay olurdu. Ama alex kadar kötü bir karaktere bile böyle tedavi uygulanmasına karşı çıktığınızda vurgulanmak istenen ahlaki nokta daha belirgin bir şekilde ortaya çıkıyor.


Burgess’in romanındaki kimi nahoş sahneleri filme almamışsınız. Örneğin, alex’in on yaşındaki bir kıza tecavüz edişi ve sırf heyecan olsun diye küçük hayvanları ezişi.


Kitapta alex on beş yaşında. On beş yaşındaki çocukların on yaşındaki kızlara tecavüz ettiğine şahit olmak istemeyiz, ama bu yine de yirmi beş yaşındaki bir adamın on yaşındaki kıza tecavüz etmesinden farklı bir durum.


Alex’in beyin yıkama sahnesinde uygulanan şiddet, onun yaptığı her şeyden çok daha dehşete düşürücü…


Alex’in zorbalığına gerekli ağırlığı vermek çok önemliydi, yoksa hükümetin ona yaptıkları karşısında ahlaki bir karmaşa yaşanabilirdi. Alex daha az kötü bir karakter olsaydı, izleyenler ona bu psikolojik ıslah uygulanmamalıydı; bu korkunç bir şey, hem zaten alex o kadar da kötü değildi diyebilirlerdi. Öte yandan, onu bu kadar zalim şeyler yaparken gösterdiğiniz halde, hükümetin alex’i iyi biri yapmak için onu insanlıktan uzaklaştırmasının büyük bir kötülük olduğunu fark ediyorsunuz; işte ben ancak o zaman kitabın anlatmak istediğini net bir şekilde verebildiğimi düşünüyorum. En önemli şey, insanların iyi ya da kötü olmayı seçme şanslarının olması. Kişiyi bu seçim hakkından yoksun bırakmak, onu insanlıktan çıkartıp otomatik bir portakala dönüştürmektir.


Purcell’in “music for the funeral of queen mary” parçasını nasıl seçtiniz?


Sözcüklerin yetersiz kaldığı bir yerdesiniz. Sahne için uygun müziği düşünürken aklıma purcell’in parçası geldi, parçayı filmin bağlamını düşünerek defalarca dinledikten sonra içimde hiçbir kuşku kalmadan kullanmaya karar verdim.


Otomatik portakal’ı iki büyük film arasında bir dinlenme süreci olarak mı gördünüz?


Ben filmleri büyük ya da küçük filmler olarak düşünmem. Her film kendi sorunları ve avantajlarıyla birlikte gündeme gelir. Her film lojistik ve sanatsal sorunları aşabilmemiz için verebileceğiniz her şeyi katmanızı gerektirir. Bir epik film yapmanın dezavantajları olduğu kadar avantajları da vardır. Büyük, kalabalık bir sahneyi çekip onu ilgi çekici bir hale getirmek, masaya oturmuş düşünen bir adamı çekmekten çok daha kolaydır.






A Clockwork Orange film eleştirisi



2 yorum: