“Le Notti Bianche”
filmini İtalyanların önemli yönetmenlerinden Luchino Visconti yönetmiş. Kendisinin
çok kaliteli filmleri olmakla beraber "Il gattopardo" filmine de
değinmeyi düşünüyorum. Filmimizin senaryosu ise favori yazarlarımdan “Fyodor
Mikhaylovich Dostoyevsky”nin favori hikayelerimden olan Beyaz Geceler kitabı. Kitabı
ta lise zamanlarımda okumuş ve hayran kalmıştım. Beni Dosto ile tanıştıran bu
enfes kitabın filmine değinmemek ayıp olacaktı. Başrollerde ise favori
oyuncularımdan olan Marcello Mastroianni yer alıyor. Kendisi bana göre İtalyanların
en başarılı oyuncusudur ve Fransızlar için Alain Delon ne ise İtalyanlar için
de Marcelo odur. Bu başarılı aktörün ileride “la dolce vita”, “Divorzio
all'italiana” ve “8,5” filmlerine yüzde 86 değinirim.
Beyaz geceler o kadar
sade ve kaliteli bir öykü ki filme çevrilmesi hem çok basit hem de çok bedava
idi. Bu sayede pek çok ülkenin yönetmenleri farklı zamanlarda bu eseri filme
almışlar. Bunların da hem ilki hem de bana göre en güzeli le notte bianche’dir.
“Quatre nuits d'un rêveur”, “Belye nochi” ve “Saawariya” hikayenin diğer popüler
uyarlamaları. Filmin öncelikle kitabını okumalısınız, bu şart. Neden derseniz,
dünyanın en iyi yazarlarından birinin hikayesinden esinlenilerek film
yapılıyorsa o kitap okunur, bunun lamı cimi yoktur. Direk filmi izleyeyim,
konuyu alırım nasıl olsa diyorsanız zaten bu filmden sıkılırsınız ve olayın
keyfinden mahrum olursunuz. Önce kitabı ve varsa çevirmenlerin felan
yorumlarını okursunuz, ondan sonra filmi izler, iki eseri karşılaştırır ve
çevrenize yorumlarsınız. Benim hayatta en zevk aldığım şeylerden biri işte
budur. Diğer türlüsü bana çok kabaca ve duygusuz geliyor. Biraz kibar olun lan
ayılar, neyse
“ “Bizler, kendi derimiz
içinde ebedi yalnızlığa mahkumuz.” T. Williams’ın ‘Kızgın Damdaki Kedi’
oyununun girişine koyduğu bu epigramı Beyaz Geceler’in girişine de
yerleştirebiliriz. Bu uzun öyküde yalnızlık ve çaresizlik karşı konulmaz bir
ebedi güçle üzerimize çullanır; okurun olduğu kadar yalnızlığı hayalde aşmaya
çalışan insanların da. Beyaz Geceler: beyazlığın üzerinde yalnızlığın lekesi”
diye bir arka kapak yazısı vardı kitabımda ve katılmadan edemeyeceğim. Sürekli yalnızlık
temalı şiir, hikaye ve serzenişlerin bulunduğu bol duygusuz günümüz dünyasında
bu kadar sade bir hikaye bulabilmek mümkün değil.
Filmimizin ve
eserimizin kahramanı, 26 yaşında içine kapanık, iyi kalpli ve orta halli bir
memurdur. Fakirlerin tercih ettiği bir mahallede ve pansiyonda yaşamaktadır. Yine
bir gece boş boş belki arkadaş bulurum diye dolanırken (bu çabası kesinlikle
barda kız düşürmek değildir) ağlayan bir kızcağızı görür ve ona yardım etmeye,
derdini dinlemeye başlar. Derken bu ikisinin bilinmez arkadaşlığı 3-4 gece
boyunca sürer. Bir de kızın bir yıl sonunda haber beklediği sevgilisinin
belirsiz varlığı. Tabii bizim hayalperestin de hayalleri. Hayalperest,
kahramanımızı anlatabilecek belki de en güzel tanımdır. Bunu Dosto da çokça kitabında vurguluyor.
Dosto demişken,
kahramanımızda dosto’nun izlerini bulabilmek mümkün. Dosto’nun yer altından
notlar’ı yazmadan, yaşamını keskin biçimde değiştiren o idam sahnesini
yaşamadan önce, coşkulu bir yazar olarak, (belki de son defa bu şekilde) ün
arzusunun ve yazarlık heyecanının zirvesindeyken yazdığı kısa bir romandı,
beyaz geceler. Dosto bu eseri yazdığında 27 yaşındadır ve bu dönemde yazarın
hayatında etkili olan bir kadın adı duymayız. Yazar, ortaya çıkarttığı karakter
gibi yalnızlık hissetmektedir ama bu yalnızlık çoğunlukla partner eksikliğidir.
Öncelik, yeni bir insanı tanımak ve farklı cinsle yeniden hem kendini hem de
dünyayı tanımaktır. Ancak ne entelektüel açıdan kendisini besleyebilecek bir
aday bulabiliyor ne de iyi bir insanla karşılaşabiliyordu. Gerçi kadınlar da
böyle olmasaydı dünya edebiyatı bu haline gelemezdi ya neyse.
Çevirmen Sabri Gürses’in
çok güzel bir yorumu var; “hayalperest” şehirde kimseyi tanımadığından yakınır,
fakat Nastenka’nın (filmde natalie’dir) da tanıdığı yoktur, Fontanka civarında
karşılaşılan ihtiyarın da ve anlaşılan şehir dışına çıkınca karşılaşılan yoldan
gelip geçenlerin de. Hatta yaşlı Matryona’nın da kimsesi yoktur. Şehirde insanlar
birbirlerinden yalıtılmış bir halde yaşarlar; yalnız kimseler ve aileler
vardır. Hayalperest, sürekli olarak maskelidir, rol yapmaktadır; sadece kitabi
olduğundan değil, o maskeyi taktığı için de konuştuğu zaman kitap gibi konuşur.
Durmaksızın yapmayı hayal ettiği şeyi anlatmakta ve anlatarak o şeyi
gerçekleştirmektedir. Nastenka (stenka, yani duvar sözcüğüyle bir yakınlık taşıyan
isim), o da kitabidir; diğer adamı sevmesini gerektirecek bir şey olmamış,
kitaplarda tanıdığı rolü oynamaya kalkışmıştır. (“…kitapsız yapamaz hale geldim
ve Çin prensiyle nasıl evleneceğimi düşünür oldum”). Roman boyunca birçok metne gönderme yapılır,
çoşku anında Sevil Berberi’nden bir parça söylenerek duygu paylaşılır. Nastenka
diğerinin gelmediğini görünce, bir kez daha yalnız kalmak istemez ve hemen, ilk
iş olarak hayalperest’in, kendi oturduğu eve taşınması ve masraflar konuşulur. Burada
herkes rolünü bilmekte ve yerine getirmektedir.”
Çevirmenin dediği gibi
şehirde herkes aslında hayalperesttir ve yalnızdır. Ancak bizim konuk olduğumuz
hikaye, nastenka ve kahramanımızınkidir. Kahramanımız olan hayalperesti salt filmi
izleyerek yorumlamak ve incelemek eksik bir çalışma olacaktır. Çünkü kitapta bu
ikili ilk tanıştıklarında hayalperest kendi acınası durumunu inanılmaz edebi
bir dille anlatır ve hatta nastenka kendisinin de öyle olduğunu ama onun gibi
hecelere dökemediğinden bahseder. Bu konuşmaları filmde göremezsiniz ve zaten
filmde olmazdı da. Hayalperest’in kitapta kurduğu şu cümleler kendi ruh halini
çok iyi anlatıyor ve filmde net olarak göremiyoruz: “Daha sabahtan itibaren
tuhaf bir sıkıntı bana işkence etmeye başladı. Birden tek başıma olduğumu,
herkesin ortalıktan kaybolmuş ve beni terk etmiş olduğunu fark ettim”, “Yürürken
şarkı söylüyordum, ne iyi bir ahbabı olan ve mutlu anında mutluluğunu
paylaşacak kimsesi olmayan her mutlu insan gibi, durmaksızın kendi kendime bir
şeyler mırıldanırım”, “Ama şu var ki, yarın buraya gelmeden edemem. Ben bir
hayalperestim; gerçek hayatı o kadar az yaşıyorum, bunun gibi, şimdiki gibi
dakikaları öyle nadir sayıyorum ki, bu dakikaları hayallerimde tekrar tekrar
yaşamadan duramayacağım. Bütün gece, bütün hafta, bütün bir yıl sizi hayal
edeceğim. Yarın muhakkak geleceğim buraya, tam buraya, bu yere, tam bu saatte
ve bir önceki günü hatırlayarak mutlu olacağım.”
Nastenka, hayalperestle
evlenme oyunu oynarken birden eski sevgilisinin geldiğini görür ve bir an bile
düşünmeden hayalperestin kollarından sıyrılarak sevgilisine koşar. Hayalperestimiz
ise beyaz bir gecede kar yağarken ve etraf sessizken, yani hiçbir zaman
unutulmayacak bir anı oluşmuşken belki de kibarca terk edilir. Nastenka’nın
hatalıydın beni affet, arkadaş kalalım temalı mektubunu bir gün sonra okurken
bile iyiliğinden taviz vermeyen hayalperest son olarak şöyle diyordu: “Ama sana
kin tutmak mı, Nastenka! Senin açık, sakin mutluluğunu kara bir bulutla
gölgelemek, acıyla suçlayıp senin kalbine sıkıntı düşürerek, onu gizli bir
pişmanlıkla iğnelemek ve onu saadet anında sıkıntıyla atmaya zorlamak, onunla
birlikte kürsüye doğru giderken, kara buklelerine taktığın narin çiçeklerden
birini olsun ezmek… Ah, hiçbir zaman, hiçbir zaman! Senin gökyüzün açık olacak,
senin tatlı gülüşün ışıklı ve berrak olacak, o öteki, yalnız, minnettar kalbe
sunduğun saadet ve mutluluk anı için kutsanmış olacaksın! Tanrım! Tam bir saadet
anı! İnsan yaşamı için, az şey mi sayılır bu?”