Alper tuvalet sırasını yaklaşık beş dakikadır
bekliyordu. Eliyle kıyafetini düzeltip karşısındaki aynaya baktı, gömleği biraz
ütüsüz gibi gözüküyordu. Gömleğin yakalarından biri uçmağa varır gibi yukarı
yöne doğru bükülmüştü yine. Yıllardır uğraşıyor bu problemi çözmek için ama
beceremiyordu. Diğer yaka ise yerinden kımıldamıyordu. Ceketinin cebindeki
hışırtı birden dikkatini dağıttı Alper’in. Yıpranmış bir kağıt parçasını eline
alınca ne olduğu ortaya çıktı. Aaa geçen günkü maçların olduğu kupondu bu. Dalgınlıktan
maçları kontrol edememişti. Türkiye liglerinde bayram tatili vardı, bundesliga
ve seri-a’nın kalleşliği Alper’i Arjantin ligine yöneltmişti. Aradaki saat
farkından maçların oynandığını unutmuştu Alper. Oynadığı maçları şöyle bir gözden
geçirdi tekrar. Tutarsa 256,00 tl, garantiye yakın bi kupon yapmış niyeyse. “Estudiantes
– İndependiente” maçına maç sonucu 1 vermiş Alper. Kaç kaç bitti acaba maç diye
düşünürken bıyıkları sigaradan dolayı sararmış Hüseyin amca tuvaletten çıktı. Tuvaletin girişinde göz göze gelmişlerdi. Hüseyin amca eski bir yelek giymişti
üstüne ve içindeki gömleğin cebinde kırtasiye açacak kadar malzeme vardı.
Cüzdan taşımaya karşıydı Hüseyin amca. Arka cebinin yakınlarında uzunca bir
zincir ve bu zincirin tuttuğu ev ve kömürlüğün anahtarları. Yine cebinde koyu
kahverengi bir tarak ile beraber iddia kuponu. Hüseyin amca kanlanmış gözlerini
kısıp Alper’e “estudiantes – independiente” maçının sonucunu sordu. Alper ise
"büyük bir sürpriz olmadıysa maçı Estudiante almış olabilir" dedi. Estudiante’ye fazla
güvenilmeyeceğini çok iyi bilen Hüseyin amca sert bir iç geçirdi. Hüseyin amca
bayram günü akrabalarından çok Juan Sebastian Veron’u düşünüyordu.
Alper daha fazla tutamadı kendini ve "amca müsaadenle"
deyip tuvalete girdi. Tuvalete ilk girdiğinde burnuna kötü bir koku gelmesini
bekleyen tüm siz okuyucuları yanıltan o sıradışı durumla karşılaştı. İçerde
kötü bir koku yoktu. İçerdeki şey duvarları sarartan bir organizmaydı. Burnunuz
ağrırdı o kokudan. Ama asla kötü bir koku değildi. Bambaşka bir sıfat
bulunmalıydı, kötüye haksızlık olmaması için. Burnunuzun direğini sızlatırdı.
Pisuvarların üzerine metalimsi bir şey koymuşlardı yıllardır da oradaydı.
Metalin üzerindeki yaklaşık 50 tane delik işlendiği güne isyan ediyordu. Alper
alışamamıştı bu kokuya. Pisuvarın başına geldi nihayet sıkışmıştı üzerinize
afiyet baya. Mustafa ise üst komşularındaydı. Mustafa’nın sınıf arkadaşı Gökhan,
üst komşularının en küçük oğluydu, beraber takılıyorlardı bilgisayarda. Alper
burnunu sızlatan kokuyla başa çıkabilmek için çok sevdiği ormanı düşünmeye
başladı. Alabildiğine uzanan kestane ağaçları, üstte uçuşan kuşlar, hızlı hızlı
hareket eden sincap ve tavşanlar. Hayır dayanamadı koku ağır basıyordu. Sabah
traş olduktan sonra çok keskin bir losyon kullanmıştı. Şimdi o koku hiç
gelmiyordu burnuna. Traş seremonisini hatırlamaya çalıştı. Latin playboys’dan “Manifel
de amour”u dinlerdi hep. Mevzu bahis oldu galiba, “Desperado” Alper’in favori
filmlerindendi.
Tuvaletten çıktığında üç sinirli göz Alper’a
bakıyordu. Alper biraz gecikmişti okey masasına. Hemen karşısında Muhammed abi
oturuyordu. Sağında Bora solunda da Şevket abi vardı. Bu dört farklı yaş ve
karakter grubundan insanı bir araya getiren kaybedenler kulübünün herhangi bir
masasıydı. Aslında “cafer’in yeri” isimli bir kıraathaneydi ama ben oraya “kaybedenler
kulübü” adını vermiştim. Bayram’ın üçüncü günü hiçbirinin konuşacak
bayramlaşacak dertleşecek bir tanıdığı ailesi yokmuş gibi, belki de yoktu,
hınca hınç doldurmuşlardı bu kaybedenler kulübünü. Dışarıdaki insanlar görmesin
diye de rengi solmuş branda, güneşlik, naylon ne bulurlarsa örtmüşlerdi. Caddede
diyanet işleri başkanının dediği o "bayramın neşesiyle coşan Müslümanlar" varken
içeride okey taşı sesleri, sigara dumanından oluşturulmuş yapay atmosfer,
asık suratlar ve içeridekilerle beraber benim de anlamadığım o iğrenç çay.
Sürekli çay demleniyor zira bayat olamamalı ama içerken insan, insan olduğuna
pişman oluyor.
Kaybedenler kulübünde laubaliliğe asla yer yoktu.
Burası toplumun istenmeyenlerinin yeriydi. Kıraathaneye göre ise dışarıdakilerin
içeriye girmesi yasaktı. İmamların bahsettiği bayram huşusu, kardeşlik,
dayanışma, sevgi pınarları ve pek çok metaforlu cümleler neredeydi. Neden bu
kıraathane bu temiz duyguları hissedemiyordu. Okey masasında inanın kimin
kazanıyor olduğu zerre umurlarında değildi. Alper yıllar önce “half-life”
oynamaya giderdi internet cafelere sonra “counter” gelince veda etti hiç
ısınamadı o oyuna. Bora’ya göre “counter”, Yahudilerin oyunuydu, büyük Siyonizm
hareketinin bir parçasıydı. Hayır Bora asıl sen Siyonizm’in en büyük silahısın
ve bunun farkında bile değilsin. Alper tuvaletten gelince hemen başladılar
oyuna.
Alper kıraathanenin kapısına doğru baktığında saçlarını arkasında
toplamış 1,85’lik bir adam deri paltosuyla kapıda tebarüz etti. Elinde eski bir
gitar çantası vardı. Aman tanrım, “desperado”dan “el mariachi” kıraathaneye
gelmişti. “Yarağı yedik” dedi içinden Alper, “el mariachi” kahvedekilere baktıktan
sonra çaycıya “hiçbirinizle bir problemim yok sadece Bucho'yu arıyorum” dedi.
Cafer abi parmağında tuğralı yüzük olan bu Meksikalı'ya biraz baktı ve “Bucho
hacca gitti” dedi. “Kurbanı da orada kesecekmiş”. Mithat bu lafa çok bozulmuş
olmalı ki ağlayarak dışarı çıktı. El mariachi ağlıyordu. Dışarıda bekleyen
muhtar Ekrem bir yönetmen gibi kıraathaneyi izliyordu. Ona doğru ağlayarak
gelen Mithat’ı teselli etmeye başladı. “Hayatımda gördüğüm en iyi
performanslardan biriydi Mithat” dedi. “Silah sahnelerine çalışmamız lazım”
diyerek Mithat’ı evine gönderdi. Muhtar Ekrem kıraathaneye geldiğinde herkes
tedirgin olmuştu. Hep bir ağızdan “muhtar bari bayramda rahat bırak bizi”
dediler, “artık film setinde olmak istemiyoruz”. Daha geçen haftaki İngmar Bergman’ın “persona” denemesinin psikolojik bunalımlarını mahalleli henüz atlatamamıştı.
“Olum tüm fakirler burada, başka film çekebileceğim adam da yok
dışarıda” dedi ve Erol Taş gibi gülmeye başladı. Hayır pardon Ajan Smith gibi
gülmeye başladı. Hayır pardon Muhammed abinin ilk ve son aşkı Meryem’in babası gibi
gülmeye başladı.
Muhammed abi sanayi sitesinde çalışıyor ve üstelik
sigortası yatmıyor, kaçak çalıştırılıyor. İster çalışır ister çalışmaz nasılsa dışarıda
binlerce tüketim toplumuna yenilmiş köle vardı. Muhammed abi 40’lı yaşlarda
olsa gerek. İnanılmaz bir olgunluğu var ve bu tavrı bazen insanı
kıskandırabiliyor. Emekliliğine çok az kaldığını söylüyor, kendisi yatırıyor
primlerini. Emekli olduktan sonra baba yadigarı evine gideceğini söylüyor.
Evleri Kars'taymış. Ankara’da ise ablasında kalıyor. Enişte uyumlu bir adam
Allah’tan da o evde kalması bir problem yaratmıyor. Aldığı az buz paraya da
tatlı mı tatlı ufak yeğeni Nilüfer’e kitap veya oyuncak alıyor. Bir an önce
emekliliğini bekliyor ki Kars’a Meryem’in oralara gidebilsin. Yıllar önce Meryem’i
çok sevmiş aşık olmuşlar birbirlerine ama Meryen Kürt kızıdır ve ailesi karşı
çıkmış bu evliliğe. Sonra bu acıya dayanamamış ve büyük şehre gelmiş. Herkes
evlenir yuva kurar diye düşünürken Muhammed abi kimseyi istememiş. Belki
aşklarını olduramamışlardı ama yüreğinde yanan koru söndürmeye de hiç niyeti
yoktu. Kars’a gidecekti belki belki de Meryem’le bi konuşabilse ahh, ona “seni
unutmadım hiç” diyecekti. Meryem evlenip boşanmış diye duymuştu. Olsun Muhammed
abi için problem değildi. Onun için mutluluğun tanımı çok basitti. Meryem’in
nefesi Muhammed abinin bıyıklarına değerek uyusalar bi kere olmaz mı. Olmaz mı
lan dedi bağırdı birden, “noluyo Muhammed abi, ne olmaz mı” diye uyardı
Alperler ama dalmıştı Muhammed abi “yok bir şey” dedi. Mutluluk çok basitti.
Beraber bir şeylere gülseler, şakalaşırlarken Meryem hafiften Muhammed’in
kafasına vursa ve gülmekten konuşamasalar. Muhammed abi çok yakışıklı değil,
muhtemelen Meryem de çok güzel değil ama olsun mutluluk çok basitti. “One of
these mornings” dinleyip beraber yolculuk yapmaktı Meryemle, mutluluk. Bu kadar
basitti işte.
O sırada Adem, Alanya’ya otele gitmişti eşiyle beraber. Kıt
beyinli memur karısı iş yerindeki herkesin gittiğini söyleyip ısrar edince
5,750 tl harcayıp tatile gitmişlerdi. O
paraya Norveç’e bile gidebilirlerdi halbuki. Mutluluk çok basitti. Vittoria de
sica’nın “bisiklet hırsızları”nı izleyeceklerdi her ayın son cumartesi
akşamları, Muhammet abinin favori filmiydi, elbet Meryem de severdi ellaaam.
Otelde öğlen çıkan etler biraz bayat gibiydi ve yan masalarındaki aile çok
gürültü yapıyordu, lanet olsun hava da kapalıydı. Adem’in eşinin canını sıkacak
78 unsurdan üçü bunlardı. Adem’in ve eşinin tatili zehir zıkkım olmuştu.
Mutluluk çok zordu gerçekten 78 unsurun bir araya gelebilmesi kolay olmasa
gerek. Otelin yatağı da sanki ne bileyim böyle şey gibi, can sıkıcı konu
başlıklarını 79’a çıkartabilir miyiz, teşekkürler.
Muhammed abi kendi düşünde sörf yaparken Bora
kaybolan yıllara üzülüyordu. Bora’nın lise çağlarında çok yakışıklı olmak gibi
bir derdi vardı. Havalı havalı giyinir, lisede mutlaka lisenin en güzelleriyle
takılırdı. Saçını öyle bir jölelerdi ki mahallenin ufaklıkları Bora’nın
yaptıklarını yaparlardı. Moda ikonuydu adeta. Bu orijinal tavırları, bakışları,
konuşması felan çocuk manken olmalıydı. Mahallenin ileri gelenleri bu işe el
atıverdiler. Çeşitli ajanslarla konuşuldu ama bir türlü çocuğun yıldızı
parlamıyordu. Saçma sapan bi tekstil firması cüzi bir miktara anlaştı Bora’yla.
Bu işin devamı da gelmedi. Manken veya oyuncu olamayacağını acı da olsa
kabullenen Bora, Ankara’nın kara delikleri, ruh yutucu o büyük yapıtlara avm’lere
kaptırdı kendini. Ayakkabı, kozmetik, saat, erkek giyim bir sürü firmayı
dolaştı. Şu sıralar bilmem ne turun avm içi bayisinde orta sınıfa süper lüks
koltuklu yolculuklar pazarlıyor. Sabahın köründe onu otobüs beklerken
buluyoruz. Ünlü olmak, pahalı arabalara binmek işin bir başka boyutuydu ve Bora
bunları gerçekten istemiyordu. Sadece şunu anlamaya çalışıyordu. Birden bu hale
nasıl gelebildi? Neden bu saçma hülyalara kapılmıştı. Mutluluk çok basitti
aslında Bora için, çok saf bir çocuktur kendisi, kandırılmamak. Çalışmak gücüne
gitmiyordu ama biraz yükseklerde uçmuştu zamanında. Avm’de çalıştığına bakmayın
insanlardan nefret ediyor. Boş zamanlarında kaybedenler kulübünde buluyordu
kendini. Burada herkesin bir yarası vardı mutlaka. Yaranın azı çoğu yok. İnsanlar yalnız veya
yitik, zavallı veya müptezel. Rahatça ilk ajansa gittiği akşamı düşünebiliyordu
bu mekanda; artık büyük bir yolculuğun ilk adımı atılmıştı ajanslardan
telefonlar gelecekti sürekli, olmadı, gelmedi sağlık olsun. Saçları dökülmeye
başlamıştı Bora'nın. Hepimiz üzülüyorduk Bora'ya sonra biz de o da alıştı bu duruma. Alışmak, insanın
kendisine yapabileceği belki de en büyük ihanettir. İlk kıraathaneye geldiği vakitler
“Bora diye isim mi olur” lan sorularına acı tebessümlerle karşılık vermişti.
Şimdi o olmayınca kulübün tadı olmuyor.
Şevket abi Yozgatlı'ydı. Küçükken ailesiyle beraber
güz vakti üzüm bağlarına giderdi. Önce karnı ağrıyana, üstü batana kadar
kocaman sarı üzümlerden yerlerdi kardeşleri ve kuzenleriyle beraber. Traktörü
dedesi kullanırdı çoğunlukla. Garibanlık o zaman daha kaliteliymiş diye düşünürdü
hep Şevket abi. En azından kimseler görmüyor, şehirde gariban olmak zor. “Bir
sürü şeyler yapmışlar koymuşlar dükkanlara, mağazalara; çoluğa çocuğa
alamayınca insanın gücüne gidiyor” diyordu. Dün akşamki yemeğin yanında üzüm de
vardı. Yediği üzümlerden hiç tat alamıyordu Şevket abi. Biz “hormonlu” deyip
beğenmiyoruz. Şevket abi “ruhsuz üzümler” diye beğenmiyordu. Üzüm yemenin
heyecanını duyamıyordu artık. O çocukluğuna dönmek istiyordu Şevket abi.
Halası, annesi, babası, kardeşleri, babannesi hep beraber üzüm yiyebilseler
keşke. Askerden gelince “iş bulur, yaşarız” diye Yozgat’tan Ankara’ya geldi.
Yan sanayi firmasının tekinde 30 sene çalışıp emekli oldu. Bu 30 seneyi bir
yana koyuyor, o üzüme giderken traktörün üstünde sağa sola savrula savrula
gitmesini, rüzgarın içine içine işlemesini bir kenara koyuyordu. Mutluluk neydi?
O ufak köy bağına tekrar dönüp, herkese lütfen beni buralardan göndermeyin
demek istiyordu. Mutluluk, bir salkım üzüm için heyecanlanabilmekti. Mutluluk
eşitlikti. Herkes aynı üzümü yiyebilmeliydi. Her gördüğü meyveyi eve alamıyordu
Şevket abi, işçi emeklisi Şevket abi. Bu esnada radyodan kaybedenler kulübünün onursal
başkanı yıllar utansın diyordu;
“Bizim gönlümüze hasret düşüren, şu geçit vermeyen
dağlar utansın. Bizi bizden alıp yabancı eden şu uzayıp giden yollar utansın.
Düşüren kim bu aşkı dillerden dile? İsyan eder oldum şansa kadere, aynalar
yaşlanmış gösterse bile yaşanmadan geçen yıllar utansın. Yar yanımda yoksa en
çılgın hasret, sevdasız geçecek ömüre hayret. Gönülde açmazsa solacak elbet,
çiçeklerle dolu dallar utansın.”
Mahallemizde kaliteli meyve sebze satan bir yer
vardı. Bu mahallenin standartlarını zorlayan bir yerdi. Sürekli gidemesem de
arada bi meyve almaya giderdim. Nedendir bilinmez bayramda canım katedral üzümü (o isimle satılıyordu)
çekti. Benim arkadaşlar gelirdi beni görmeye bayramda hep, belki onlarla yerim
diye mi alasım geldi bilemiyorum. Katedral üzümlerini ilk defa orada gördüğümde
eşek gözü gibi kocaman olan bu meyveye bakamadan edememiştim. Arada alır yerim,
biraz pahalı ama. Manav reyonundaki eleman üzümleri hazırlarken ismini
kaybedenler kulübü koyduğum yeri gördüm, hemen bitişiğindeydi. Brezilya’da çok
sık görülür en zenginlerle en fakirlerin dip dibe oturmaları. Aynı durum
olduğum caddede de vardı sanki. İçerisi gözükmesin diye baya bi çaba
sarfetmişler ama tek tük seçilebiliyordu simalar. Yıllar önce buraya bir
arkadaşımla gelmiştim. Hemen önünde ufak bir trafik kazası mı oldu araba mı
çalışmadı biz çekiciyi beklerken ayakta dikilmeyelim diye “cafer’in yeri”ne nam-ı
diğer “kaybedenler kulübü”ne geçip iki çay söylemiştik. Pardon ya, üç kişiydik üç çay söyledik. İçerideki insanları biraz
garip bulmuştum o gün açıkçası. Biraz sonra gelen çay galiba içtiğim en kötü
çaydı, düzeltiyorum en kötü içecekti. Çay bardağının üzerindeki köpükte “burada
umudu olanlara yer yok, bir daha buralara gelme güzel insan” yazıyordu. Bir
daha da gitmedim oraya ama hep dikkatimi çeken bir yerdi bu kaybedenler kulübü.
Bayramlarda bile tıklım tıklım doluysa buranın ismi neden kaybedenler kulübü
olmasındı. Üzümü aldım eve doğru geçiyorken içeride Alper’i gördüm.
Alper’in ne işi vardı burada, en son olması gereken
yer burasıydı. Eğer kaybedenler kulübündeyse son umutlarını acı çayın içinde
ölüme terk etmiş olmalıydı. Allah kahretsin onunla konuşmalıyım. Acı zulüm
içeri girdim. Oyuna ara vermişlerdi galiba boş boş oturuyordu. Elime geçen ilk
sandalyeyi kaptığım gibi Alper’in yanına gittim. Alper beni görünce şaşırdı
biraz. Sandalyeyi ters çevirip bacaklarımı sandalyenin yanlarına doğru uzatıp oturdum.
“Tüm bu olup biteni bana anlatmak ister misin?” dedim ona. Alper “As I walk
through the valley of the shadow of death …” deyince birden köylü Ekrem
Allah’ım Allah’ım durun, bu ne, bu nasıl bir sahne dedi ve her şeyi herkesi
durdurdu. Evet, evet bunu görmek istiyorum tekrar dedi ve cafer’den “gangsta’s
paradise”ı açmasını istedi. “Dangerous mind” filmini çekmeye hiç niyetim yoktu,
canım çok sıkkındı Alper’i orada
gördüğüm için. Hemen onu aldım ve dışarı o muhteşem kalabalığa doğru yönelttim.
Biz çıkarken muhtar Ekrem gördüğü en iyi performanstan ötürü ağlıyordu. Doğaçlama
yapmıştım aslında, gururum da okşanmadı değil hani neyse.
“Alper” dedim “aklımda çok güzel bir iş var, beraber
yapabiliriz, parayı dert etme sen, biraz birikmişim var” deyince Alper, “saol
güzel insan ama biz gidiyoruz, arabayı ilana koydum, satılsın gidicez”
dedi. “İlana koyalı bi hafta felan oldu ama amına koduğumun hükümeti mi ne kurulsun
diye millet bekliyormuş, faizler de yükselmiş baya derken satamadım yani” dedi.
“Artık son çare ucuza vericem “bahtiyar”ı. Sonra Mustafa'yla gidicem buralardan”
diye devam etti. Ama Alper yardım edebilirim demeye kalmadan gözlerim dolmaya
başladı. “Şimdi benden sert, küfürlü cümleler bekleme, abartılacak bir şey yok
kimseye kızgın veya kırgın değilim. Sadece beceremedim ve yenilgiyi
kabulleniyorum, artık bu şehirde bana yer yok galiba” dedi ve yavaşça gitti.
Hava kapalıydı sabahtan beri ve şu anda gök gürüldüyordu. Bizi izleyen muhtarın
aklına hangi film geldi bilemiyorum “the doors”dan “rider’s on the storm”u
açtırdı. Müzik o kadar güzel gidiyordu ki bir an sessiz kalmak mecburiyetinde
hissettim kendimi. Alper gidiyormuş deyince muhtar Ekrem, Muhammed abi, Şevket
abi ve Bora bana dik dik baktılar. Muhtar Ekrem ve Bora nasıl olur diye
üzüldüler. Muhammed abi Meryem’i; Şevket abi de üzümleri düşledi yeniden ve bu
şehirden git artık çocuk deyip içeri geçtiler. Alper gidiyordu, ne yapacaktı,
bu radikalliğe nasıl ulaşabilmişti, gidince ne yapacaktı hakikaten bilmiyordum ve çok
huzursuz olmuştum. Kaybedenler kulübünde ise Şevket abi’nin şiiri herkesi, her
şeyi susturmuştu. Muhtar Ekrem bile şiire bıraktı kendini herhangi bir filme
trans yapmadan;
“Beni bu şehirden al götür anne. Martılar, can
çekişen denizler istemem. Ben suları içilen billur ırmakların çocuğuyum.
Sabahları çiçek kokusu ve kuş sesleriyle uyanmak istiyorum. Beni bu şehirden al
götür anne. Badem ağaçlarını resimlerde görmek yetmez bana. Ben mehtaplı
akşamların samanyolu çocuğuyum. Yüreğim sığmaz bu sefertası apartmanlara.
Gökyüzünü görmeden yaşayamam. Beni bu şehirden al götür anne...”
Acı
YanıtlaSil