Matrix filmini Andy
Wachowski ve Lana Wachowski kardeşler yazıp yönetmiş. İnanır mısın blog
yazmaya başlamadan önce sadece matrix ile ilgili argümanların bulunduğu bir
site oluşturmayı düşünmüştüm ama şartlar elvermemişti. Neden matrix derseniz
aşağıda uzun uzadıya irdelemeye çalışacağımız bu film ya da şey dünyanın gelmiş
geçmiş en güzel filmidir. Hem de tüm yönleri ele alındığında. Bu biraz iddialı
olmadı mı der gibisiniz. Ama sittin senedir bir sürü film izleyip
eleştirilerini, makalelerini veya kitaplarını takip eden biri olarak
söyleyebilirim ki matrix aslında hiçbir zaman yapılamaması gereken bir filmdi.
Avatar için de aynı şeyleri söyleyen James cameron tam 10 yıl teknolojinin
ilerlemesini beklemişti ama karşımızdaki film başka bir şey. Seni
senden daha iyi bilen birinin çağrısına cevap verircesine bu filmden gel oyna
teklifi almayı isterdim ama kısmet olmadı, filmi sinemada da izleyemeyip
korsan cd'den izlemiştim.
Film, çekiminden önceki ilginç detaylarıyla dikkat çekiyor. Wachowski kardeşler warner bros'a bir üçlemenin varlığından bahsedince ki öncesinde hiçbir yönetmenlik deneyimleri olmayan radikal düşünceleri nedeniyle üniversiteden atılan çizgi romancı bu acayip kardeşler ilk başta olumlu bir cevap alamazlar. Çünkü istedikleri, milyon dolarlık masrafları kapsayan warner bros'a göre kesinlikle filmi yapılamaz bir senaryonun filme çekilmesiydi. Bunun için warner bros ile bir anlaşma yaparlar ve kardeşlerden kendilerini kanıtlamaları istenir. Onlar da gayet nahoş bir anlatımı ve sahneleri olan “bound” filmini çekerler ve film beğenilir derken bunlara izin çıkar ve mükemmel bir teknik ekip filmi çekmeye başlar.
William Gibson'ın Neuromancer kitabının konusu matrix muhtemelin çıkış yerlerinden birisi: "Case eski işvereni sinir sistemini sakatlayana dek Siberuzaydaki en usta veri hırsızıdır. Yeni işvereniyle yapacağı anlaşmada sinir sistemini tedavi ettirecek, karşılığında ise güçlü bir yapay zekayı yok etmesi gerekecektir". Film hasılat rekorları kırınca Neuromancer, Matrix Avcısı yeni ismiyle tekrar piyasaya sürülür. Keanu Reeves'in Johnny Mnemonic isimli filmi aynı kitapta geçen ufak bir hikayeden yola çıkılarak yapılmıştır, neyse.
Çılgın kardeşler çizgi
roman kültüründen geldiği için kendi çevrelerinin de desteğini alarak “Ectokid”
isimli eseri ortaya attılar. Bu matrix'in kökeni diyebileceğimiz bir çizgi
romandır. Tabi çizgi romanda neo nun dönüşüm süreci öyle bir şekilde çizilmişti
ki muhtemelen en ayrıntılı bilim kurgu romanı olabilir. Bu ilk çizgi romanın
üzerine inşa edilen matrix'te, kardeşler tüm doğu ve batı felsefelerini
harmanlayarak bizlere bir şeyler anlatmıştır. Eğer filmin maddi kaygıları
olmasaydı daha fazla gerçeği aramaya yönelik diyalogların olacağını kardeşler
söylüyordu. Aşağıda çizgi romandan bazı resimler mevcuttur;
Tüm bu felsefeler filmdeki ana hikayeye serpiştirilirken yönetmenler filmin önemli oyuncularının dövüş koreografileri için antrenman yapmalarını isterler. Yaklaşık 6 ay boyunca başrol oyuncuları yoğun tempoya sahip egzersizler yaparlar. 20 cm ayak kaldıramayan bu oyuncuların en baştan kung fu öğrenmeleri istenir çünkü basit sahnelerde dublör kullanılmayacaktır. Oyunculara dövüşmeyi ise dünyanın en iyi dövüş koreografi ustalarından honk konglu “yuen wo ping” öğretir. Her detayın kusursuz olması filmin bir diğer artısıydı. Şöyle söyleyelim 6 aylık ısınma turlarından sonra morpheus ile neo'nun ilk dövüştükleri "dojo sahnesi" tam 1 ay sürüyor. Orada bizim 2 saniye gördüğümüz bir tekme için bazen 50 defa tekrar yapılmış. Bu sayede ortaya inanılmaz güzel dövüş sahneleri çıkıyor. Ajan smith ile neo'nun dövüştüğü soğuk metro sahnesinde duvara toslaması gereken zorunlu dublör az daha ölüyordu. Kaburgalarını ve dizini kıran adam zar zor hastaneye gönderilmiş. Trinity de az ayağını burkmamış. Ayrıca dövüş sahnelerinin daha da gerçekçi olması için gerçek temas isteyen ekipmanı kırmayan neo ve morpheus birbirlerini baya bir morartmışlar. Ama morpheus’un dediği gibi emekler sonuna kadar değmiştir. Kendisi iki filmden çok haz aldığını söylüyor. Birisi matrix bir diğeri de daha önceden eleştirisini yaptığımız apocalypse now filmi. İkisinin de sonlandırılamaz filmler olduğunu söylüyor morpheus.
Başrol oyuncumuz keanu reeves ise mükemmeliyetçi bir insan olduğundan çekimleri abartabildiği kadar abartmış. Ajanların bunu ilk sorguladıkları sahnede biliyorsun bunun ağzı kapanıyor ve konuşamıyor. İşte o sahnenin çekimlerinde keanu tam 5 saat boyunca ağzı yapışık şekilde sette dolaşmış. İhtiyaçlarını karşılamak daha doğrusu çılgın yönetmenlere çekim esnasında derdini anlatabilmek için de kağıt kalemden yararlanmış.
Keanu'nun en çok hoşuna giden detay da kendisine senaryo okutulmadan önce üç tane kitabın okutulması ve üzerine yorum yaptırılması imiş. Kendisine okutulan kitaplar ise şunlar; “out of control”, “evolutionary psychology” ve simülasyon kuramının kurucusu jean baudrillard’ın “simulakr ve simülsyon” kitaplarıdır. İlk iki kitabın Türkçeleri mevcut değil ama son kitabı rahatlıkla bulup okuyabilirsiniz. Senaristlerin deyimlerine göre filmi asıl etkileyen ana kaynak bu "simulakr ve simülasyon" kitabı. Ben şahsen bu kitabı okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Ama matrix'in felsefesini anlamak için okunulacak bir kitap değil. Ayrıca dili de çok basit değil. Ama walt Disney yorumları ve dünyayı bir simülasyon sahnesi olarak yorumladığı örnekler iç dünyanızı değiştirebilir. Hatırlarsanız Thomas anderson, acayip giysili yeraltı elemanlarına bir program satar ve karşılığında 20 bin dolar nakit alır. Bu parayı da bir kitabın (aslında saklama kabı) içine koyar, işte bu kitap "simulakr ve simülasyon" kitabıdır.
Yine bu sahnede Morpheus'un “beyaz tavşanı takip
et emri”ne de değinmek gerek. Soruyorum size neden hep tavşanı takip ederiz.
Bugs bunny gibi çizgi kahramanların olduğu çizgi filmlerde nedense tavşanlar
bir adım önde olabilmiştir. "Donnie darko" isimli hayata dair çok şey
anlattığı iddiasındaki sıradan filmde de tavşan donnie'ye sık sık ayar vermektedir.
"Alice harikalar diyarında" da hatırlarsanız alice'e çoğu zaman yol
gösteren sinir bozucu ufak bir tavşandır. Klasiklerden "harvey"de de
tam olarak tavşan göremesek de tavşan teması ciddi şekilde gözümüze sokulmuş.
Mitolojide de yanılmıyorsam tavşanın başrolü aldığı hikayeler var. Walt
Disney'in bir çok projesinde de tavşanlar yer alıyor. Playboy'un da simgesi
tavşan. Fazla karizmatik olmayan bu hayvanın böylesine yoğun bir şekilde
kullanılma sebebi ne olabilir? Farklı yorumlara açık bir soru.
Bir diğer detayı hoşuma
giden sahne ise helikopterli kurtarma sahnesi. Bu sahne için dünyanın o zamana
kadarki en büyük tek parça manzara perdesi kullanılmış. Bu sayede tek bakış ile
tüm sdney görülebiliyordu. (filmin aksiyon sahnelerinin tamamı Avustralya da
çekilmiş. Sebep: daha ucuz olması) Ama filmimiz bilindik bir dünya şehrinde
geçmemeliydi o yüzden o dev manzara tablosundan sdney ile özdeşleşen birkaç
yapı kaldırılmış. Aşağıdaki resimde bu perdeyi görebilirsiniz. Bu arada neo ile
ajan smith'in tekme tokat dövüştüğü metro da eski bir buğday ambarının tekrar
restore edilmesiyle oluşturulmuş.
.
Filmdeki felsefi
içeriklere değinmeden önce hoşuma giden bir diğer ayrıntıyı daha söylemeliyim.
O da neo'ya Matrix’i anlattıkları bir sahnede kırmızılı kadın ve çoğunlukla
siyahlar içindeki onlarca insanın hızlıca ters istikamette yürüdükleri sahne.
Öncelikle bu sahnede çalan müzik (clubbed to death), müzik editörünün kendi inisiyatifi ile koyduğu bir eser ve
yönetmenler de çok beğenmiş. Yönetmenlerin filmin genelinde mutlaka istedikleri
ise "rage against the machine" grubunun parçaları. Neyse bu sahnede o
kalabalığın içine onlarca ikiz gizlenmiş. Siz de neo gibi kırmızılı kadına
dikkat ettiğinizden bu detayı muhtemelen gözden kaçırmışsınızdır. Peki buradaki
amaç nedir? Biliyorsun Matrix'te dejavu bir hata belirtisidir. Bir şeylerin
ters gittiğine dair bir ipucudur ki kedili sahne de bu direk olarak
açıklanıyor. Burada da bir şeylerin ters gittiğine dair en önemli vurgu
kırmızılı kadının ajan smith'e dönüşecek olmasıdır. O sahneyi tekrar izlerseniz pek çok ikizin (simülasyon programının sahteliğinin
imzaları olarak) aralara sıkıştırılmış olduğunu görürsünüz. İşte kamera
arkasından görüntüler;
Şimdi cılız bir
düşünceye de hafif değinip ana konulara geçiyoruz. Filmde masonik temalar mı
var? Cevap hayır. Kesinlikle hayır. Filmdeki hiçbir sahnenin masonik figürlerle
alakası yok. Doğu ve batı felsefeleriyle, mitolojiyle, metafizik ile aklınıza
gelen her şeyle ilgisi var ama kesinlikle masonlarla ilgisi yok. Ayrıca yönetmenlerden larry'nin de cinsiyet değiştirmesi ve lana
olması da olayı bambaşka boyutlara sokmuştur. Sen masonluktan bahsediyorsun da
adam çükünü kestirmiş iyi mi.
Filmdeki atmosferin
farklı olacağını bize en önemli argümanlarıyla hissettiren ise içinde bulunulan
bilim kurgu ortamının ilk defa gerçek dünyadan daha az cezbedici olmasıdır.
Sırf bunun anlatılabilmesi için 1930 yılından kalma dişçi koltuğunu satın
alarak neo'nun gemideki koltuğunu yapmışlar. Her yer yağ, giyecekler pislik
içinde, sanki üç renkli bir dünya, makinenin bağırsaklarıymış gibi sarkan
kablolar, her yerde ama her yerde gözümüze batan kablolar, tabiat manzarasından
siklerce kilometre uzakta görüntü kümeleri falan filan bunlar aslında özenle
oluşturuşmuş, seçilmiş detaylar. Bu detaylar sayesinde kimi zaman cypher'a hak
veriyoruz ve biraz da alışmış olduğumuz bembeyaz ışıklandırmalı ve muhteşem
aletleri barındıran yapıları olan bilim kurgu filmlerini arıyoruz ama aklımıza
takılan soruları mopheus bazı kere yanıtlıyor: "gerçekler acıdır".
"Hiç uyanık mısın,
uyuyor musun? Bundan emin olamadığın duygusuna kapıldığın oldu mu?" Evet
bu soru belki de filmimizin ana düşüncesinin de merkezinde yer alan bir soru.
Peki ama bu soruyu daha doğrusu rüya meselesini, aslında yaşadığımız hayatın
gerçek olmayıp bir aldatmaca olduğunu ilk defa bu film ile mi duyduk? Hayır.
"Tron", "total recall", "Logan's Run", "Abre
los ojos", "dark city", "Johnny Mnemonic", "12:01"
ve belki de en çok benzeyen 1998 yapımı "13th flor" filmleri ile
benzer senaryoları izledik. "13th flor" filminin esin kaynağı
"simulakre 3" diye bir kitap olduğundan simülasyon meselesi orada da güzelce
işlenmiş. O filmi de izlemenizi tavsiye ederim. Ama hak ettiği ilgiyi alamadığı
da bir gerçek. Matrix'ten sonra artık bu rüya alemi, boşlukta mıyız, gerçek
nedir, mutluluk nedir yapay zeka mümkün mü sorularını irdeleyen sinemacılar
"vanilla sky", "repo men", "source code",
"surrogates", "gamer" ve "inception" gibi popüler
filmleri ortaya attılar. Bu filmlerin hepsi de benzer konuları işledi ama
hiçbirisi Matrix kadar bizi sorgulatamadı. Inception da mükemmel bir filmdi,
1999 yılından önce çekilseydi belki diyebilirdim ama şuan Matrix'in yanına
yaklaşamaz.
Bu film kesif felsefi mesajlar içeriyor ama
filmimiz kesinlikle sadece felsefeciler için değil. Boş vaktinde aventür
filmler izleyenler için de değil belki de. Filmimiz bir soru, bir şüphe, bir
uyanış kıpırtısı yüzünden sabaha kadar uyuyamayanlar içindir. Birçok kişi
Matrix filminin bugüne kadar anlatılmış en büyük hikayelerden birinin
yeniden anlatımı olduğunu hemen fark edecektir. Filmin incille ilgili
çağrışımları açıktır ve onun 1999'un Paskalya'sında gösterime girmesi söz
konusu içeriği destekler. Ancak çok az insan Matrix filminin, bugüne kadar anlatılmamış
en büyük hikayelerden birinin, bütün karşı çıkışlara rağmen amacı için mücadele
eden ve sonunda soylu davasını kanıyla ödeyen düşünür Sokrates'in hikayesinin
bir yeniden anlatımı olduğunu bilir.
Felsefe ve mitoloji üzerine önemli çalışmaları
olan William Irwin Thompson’a göre; kahramanınız Neo insanlığı yapay zekanın
bihaber oldukları köleliğinden kurtarma görevindedir. Sokrates de ona Tanrı
(Apollon) tarafından verilen bir görevdedir. Bu görev ona Delphi'deki Kahin'in
arkadaşı Chaerephon'a söyledikleri aracılığıyla verilmiştir. Görevi, eğer kabul
ederse, doğduğu kentin insanlarını, Atinalıları "uyandırmak"tır.
Mahşer yerini andıran bir dans kulübünün çukurunda Trinitiy, Neo'ya şunları
fısıldar: "Bizi harekete geçiren aynı sorudur. Soru: Matrix nedir?"
Sokrates tıpkı Neo gibi, beyninin kıvrımlarına takılıp onu deli eden bir
soruyla uğraşmaktadır: "İyi bir hayat nedir?" Soru sorma her iki
kahramanımıza da bela getirir. Sokrates kendini tanrı tanımazlık ve gençleri
baştan çıkarmakla suçlandığı bir mahkemede bulur. Neo ise Ajanlar tarafından
"kanun kitaplarında yazılı bütün internet yasalarını" çiğnemekle
suçlanır. Sokrates hemşerilerine sorular sorup duruyordu; bu sorular genellikle
doğrudan sorulan, basit sorulardı, fakat daha sonra cevaplarının o kadar basit
olmadığı ortaya çıkıyordu. Tıpkı usta bir avukat gibi, birbiri ardına,
karşısındaki insanın bilgisizliğini ortaya çıkaracak daha zor sorular
soruyordu. Örneğin Sokrates arkadaşı Euthryphro'na sorar: "Kutsal nedir?
Bir eylemi kutsal yapan şey nedir?" Euthryphro cevap verir:
"Kutsallık tanrıların sevdiği şeydir ve tanrıların sevmediği kutsal
olmayanın karşıtıdır" Euthrypbro’a göre bu iyi bir cevap gibi
görünür. Ta ki Sokrates daha zor bir soruyla gelene kadar. "Kutsal olan
tanrılar onayladığı için mi kutsaldır, yoksa onlar onu kutsal olduğu için mi
onaylarlar?" Kolayca gözünüzde canlandırabileceğiniz üzere, Euthryphro
bunu cevaplandırmada zor anlar yaşar ve Sokrates'e biraz daha darılır.
Kişi kendi kendiyle
çelişene veya bir yanlış yapana kadar sorular sorma sürecine sokratik yöntem
denmektedir. Israrlı soru sorma, yalnızca öğrencileri (örneğin sözlülerde)
rahatsız etmekle kalmaz, politikacıları
da rahatsız eder. Fakat Sokrates'i toplumsal bilince sahip gençler arasında
sevilen biri, kendinden başka bir şey düşünmeyen seçkinlerin gözünde nefret
edilen biri haline getirmiştir. Bu sorgulama biçimi daha ziyade kendini
beğenmiş bir sohbet tarzı olarak görülse de, Sokrates kendi bilgisi söz konusu
olduğunda çok alçak gönüllüdür. Zaten Sokrates'i de Sokrates yapan bu değil
midir? Oyunculara daha sonra okutuldu mu bilmem ama sokrates’in “devlet”
kitabında da (aslında platon yazıyor ama platon bu kitapta
hocasının, socrates'in, sözlerine yer veriyor) Thrasymachus ile Socrates'in
şiddetli entelektüel çatışmalarında da Sokrates rakibini sorularıyla
hırpalıyordu. Sokrates'in ağzında pelesenk ettiği "Hiçbir şey
bilmiyorum," sözü, her şeyi bilmek bir yana, onun cehaletini anlatır. Peki
hiçbir şey bilmeyen biri, neden herkesi böyle ısrarla sorguya çeker? Tıpkı
Neo'da olduğu gibi, Sokrates'in mükemmel serüveni de bir Kahin'in sözleriyle ve
bilgi ile bilgeliğin doğasına dair bazı sezgilerle başlamıştır.
Kahin, Morpheus'a
Matrix'in kıskacını çözecek ve insanlığı hakikatle kurtaracak O'nu bulacağını
söyler. Böylece Morpheus Neo'yu kablolarından kurtarır ve biraz tedavi, biraz
Kung Fu'dan sonra, hatalı mı değil mi görmek için Kahin'e götürür. Neo bu büyük
olasılığa direnir, kaderinin bu şekilde önceden belirlenmiş olduğu fikrini
reddeder ve Morpheus'a kadere inanmadığını, hayatının kontrolünün kendisinde
olduğunu düşünmeyi tercih ettiğini söyler. Sokrates de kaderine aynı şekilde
direnmiştir. Platon'un "Sokrates'in Savunması" başlığıyla kaydetmiş
olduğu duruşmasında Sokrates şunları söyler: "Chaerephon bir arkadaşımdır. O bir
gün Delphi'ye gitmiş. Bu kadar yolu Kahin'e şu soruyu sormak için tepmiş,
dünyada benden daha bilge biri olup olmadığını sormuş; Apollon'un rahibesi
dünyada daha bilge birinin olmadığını söylemiş. Rahibenin bu yanıtını
duyduğumda şu şekilde tepki gösterdim: 'Tanrı ne söylüyor böyle? Buradaki gizli
anlam nedir? Ben küçük büyük hiçbir bilgeliğe sahip olmadığımı biliyorum. O
halde benim bu kadar bilge olduğumu söylemekle ne demek istiyor?"
Gerçekten de hiçbir şey bilmediğini iddia eden birinden daha bilge biri nasıl
olmaz?
Sokrates bize Kahin'in
öngörü niteliğindeki sözlerinin yanlışlığını göstermeye soyunduğunu anlatır;
"Ben de şunu yaptım: Kahin'e 'Bu adam benden daha bilge, oysa sen benden
bilgesinin olmadığını söylemiştin' diyebilmek, yanıtının yanlış olduğunu
ispatlayabilmek için, bulunduğum her yerde, bilge görünen insanlara
yanaştım". Sokrates bir politikacı olan, seçtiği ilk adamın, çok şey
bildiğini sandığı halde hiçbir şey bilmediğini öğrenerek hayal kırıklığına
uğrar. İnatçı bir doğaya sahip olduğu için, araştırmasına devam eder ve önce
Atina'nın meşhur oyun yazarlarını, ardından usta zanaatkarlarını sorguya çeker.
Yine hayal kırıklığına uğrar. İronik bir biçimde Sokrates, ne kadar cahil
olduğunu bildiği için gerçekten de Atinalılar arasında en bilge olanıdır. Sonuç
olarak Sokrates hemşerilerini sorgulamayı, onlara kendi cehaletini göstermeyi,
böylece onları uykularından uyandırmayı ve bilgi arayışına katmayı kendine
görev edinir.
Hikayelerdeki kahinlerin
evi birbirinden farklıdır. Mitolojiye göre Zeus, dünyanın merkezini bulmak için
bir kartalını doğudan, bir diğerini batıdan gönderir. Bu kartallar Delphi'nin
üstünde karşılaşırlar, böylece burası dünyanın merkezi veya göbeği olarak kabul
edilir. Görkemli bir güzelliğe sahip Parnassus Dağı'nın yamaçlarında bir yer
olan Delphi'de, Apollon, Pythia ismiyle de bilinen bir kahin olan rahibesine
konuşur. Morpheus da Neo'yu belki dünyanın merkezine değil ama, Matrix'in ta
kalbine; Kahin'in belki Parnassus Dağı'nda değil ama şehrin kenar
mahallesindeki evine götürür. Kendinden pek emin olmayan Neo, Morpheus'a sorar:
"Kahin neyi biliyor? Her şeyi mi?" Morpheus yanıtlar: "Ona
sorsan yeterince bildiğini söyleyecektir." Neo hala şüpheli, "Hiç
yanılmıyor mu?" Morpheus soğukkanlı, paradoksal bir yanıtla onu teskin
eder. "Doğru veya yanlış terimleriyle düşünmemeye çalış. O bir rehber Neo.
Sana yolu bulmanda yardım edebilir." Delphi'deki Apollon Tapınağı'na giden
bir erkek ziyaretçi (kadınlara yasaktır), kurbanlarını kesip hediyelerini
sunduktan sonra, Kahin'in yardımcılardan birine, ona sorması için bir soru
sorar. Üç ayaklı bir sandalyede oturan rahibe, Apollon'un nefesini, yani
yerdeki bir çatlaktan çıkan buharları (muhtemelen etileni), içine çeker.
Apollon'un rahibesi bir rock konserinde kafayı tütsülemiş biri gibi, başka bir
dünyanın anlaşılmaz diliyle konuşur. Bir rahip anlaşılmaz mırıldanmayı yorumlar
ve muhtemelen şiir formunda dile getirir. Tıpkı 900'lü hatları arayan birinin
edindiği bilge nasihat gibi, Kahin'in kehanetleri genellikle bulanık ve birden
çok yoruma açıktır.
Bildiğimiz üzere
Sokrates, Kahin'in ondan daha bilge kimsenin olmadığına dair sözlerini
şaşırtıcı bulur. Kahin'in çok anlamlı kehanetlerdeki ününü bildiği için, onun
hata yaptığını kanıtlamaya çalışır, fakat sonunda kehanetin ironik anlamını
keşfeder. Kahin Sokrates’e ya da soru soranların hepsine zor ve engelli
yolların, adayların kendini bulma kapılarını açacağını ve aslında kendisinin
yolu gösteren ve asla gerisine karışmayan bir ikona olarak kalması gerektiğini
ima eder. Vaktin Persler'e karşı savaş için uygun olup olmadığı hakkında
Kahin'e soru soran Kral Croessus, örneğin, Sokrates kadar bilge olamamıştır.
Kahin'in ona cevabı şu olmuştur: "Bu savaşa girersen büyük bir krallık
yıkılacak." Bu büyük haberi alan kral ordularını savaş alanına ve kendi
mahvına sürer. Artık, ona hangi krallığı kastettiği konusunda hatasını işaret
eden Kahin'e söyleyecek herhangi bir lafı yoktur.
Matrix filminin, sanal
kentin kenar mahallesinde yaşayan Kahin'i, tıpkı, bir dönem erdemliliğinden
kesin emin olunamayacak bir bakire yerine ellisini geçmiş kadınlardan seçilen
Pythia gibi, büyük annemsi, nigır bir kadındır: "Beklediğin gibi değil,
ha?" der Neo'ya Kahin. Kentli Kahin, Delphi'deki meslektaşından farklı
olarak, onu arayanlarla yüz yüze görüşmektedir. Her ne kadar o da üç ayaklı bir
sandalyede oturuyor olsa da, mutlulukla fırınından gelen kurabiye buharlarını
içine çeker, sigarasından dumanlar koparır ve anlaşılmaz kelimeler mırıldanmaz.
Fakat sakın bunun sizi aldatmasına izin vermeyin; mesajı ne kadar açık olursa
olsun, amacında Pythia'lı rakibinden geri kalmaz. Tuhaf bir şekilde burada
soruları soran Kahin'dir. "Niçin burada olduğunu biliyor musun?"
"Ne düşünüyorsun? Sence O sen misin?" Neo yanıt verir, "Bilmiyorum."
Sokrates hiçbir şey bilmediğini söylemeyi alışkanlık haline getirmişti; oysa
Neo gerçekten bilmiyordur. Kahin'in nükteli bir biçimde belirttiği gibi, Neo
sevimli fakat pek zeki değildir. Kahin Neo'un kendisinin O olmadığı sonucunu
çıkarmasına izin verir ve ona, O olmanın aşık olmak gibi olduğunu söyler. Hiç
kimse sana bunu söyleyemez. "Kemiklerindeki sızıdan anlarsın." Ne
yazık ki kötü bir kurguyla ona şöyle söyler. "Sende yetenek var, fakat
sanki bir şey bekliyorsun." "Ne?" diye sorar Neo. Onun kehanetimsi
yanıtı şu olur: "Belki gelecek hayatını. Kim bilir? Bu tür şeyler hep
böyle olur." Kahin seans sırasında bedava bir nasihat de verir.
Mutfak kapısının üstünde asılı bir levhayı işaret ederek Neo'ya orada ne
yazıldığını bilip bilmediğini sorar. Latince, der, anlamı "Kendini
Bil." Bu bilgelik gerçekten de Kahin'in kehanetini anlamlandırmanın
anahtarıdır. Aynı söz Delphi'deki Apollon tapınağında da yazar. Pythia'dan
gelen herhangi bir kehaneti yorumlamak, Kahin'in verdiği fiili yanıttan daha
önemlidir. Sokrates bunu fark etmiş ve şu maksimle yaşamıştır.
"Sorgulanmayan bir hayat yaşamaya değmez." Kral Croessus, daha önce
gördüğümüz gibi kendini bilmiyordu ve bunun cezasını fazlasıyla ödedi. Neo,
ancak zamanla kendini bildi, böylece kendine inanmaya başladı ve Kahin'in
kehanetinin derinliğini doğruladı. Kendini bilmek anahtardır. Bu anahtar yoksa,
başka bilgilere sahip olmanın hiçbir anlamı yoktur.
Bu konu yalnızca
Sokrates ve Matrix için değil, felsefi yönleriyle öne çıkan diğer filmlerde de
sık sık işlenir. "Fight Club" bir ergenlik sorusu sorar gibi görünür:
"Hayatında hiç kavga etmemişsen, kendini nereye kadar
tanıyabilirsin?" Kurgu ve kavga ilerledikçe, bunun salakça ve yalnızca
erkeklere özgü bir soru olmadığını görürüz. Kavga vasıtasıyla kendimizi tanırız.
Yine "Boys Don't Cry" filmindeki Marlon Brandon'un kendini ve
diğerlerini aldatışının getirdiği felaketimsi sonuçlar buna bir örnek teşkil
eder. Keza "Memento" şaşırtıcı bir soruyla uğraşır: "Kendime
yalan söylemem nasıl mümkündür? Hafıza kaybı yoksa cevabın bir parçası
mı?" Hollywood ve Atinalılar anlaşılan hemfikirler: "sorgulanmayan
hayat, hayat değildir". Kenar mahalle Kahin'i meselesini tamamlamak için,
Delphi'de yazılmış olan başka bir bilgeliğin de mutfakta sergilendiğini hatırlayalım;
"Hiçbir şeyde aşırılığa kaçma. Bir kurabiye al," der Kahin Neo'ya,
"birkaç kurabiye al" veya "canının istediği kadar kurabiye
al," demez. Güzel koktuklarını biliyoruz, belki de Neo onları tıkınmak
istiyordur. Kahin aynı zamanda tuhaf bir şey içmekte ve sigara tüttürmektedir.
Tahminen o, bu tür şeylerin keyfini aşırılığa kaçmadan çıkarabiliyor. Bu, Ajan
Smith'in gittiği yerdeki kaynakları tüketen, tüketince başka bir yere yönelen
virüsler olarak insan tanımıyla kesin bir zıtlık içindedir.
Efsaneye göre
Delphi'deki Kahin'e ilham veren buharlar, bir zamanlar bütün insanlara açıkmış,
fakat insanlar bu imtiyazı kötüye kullanıp buharın geldiği deliğin içine
atlayıp kendilerine zarar vermişler. Yalnızca Pythia'nın "Apollon'un
nefesini" solumaya izinli olduğu ve yorumlayıcı rahibin akıl danışana
aktarmak için kehaneti dinlemek zorunda kaldığı vakitler, akıl danışmaya
gelenin Tanrı'dan iki kat uzaklaştığı vakitlerdi. Eğer iyice sindirilirse,
"Kendini Bil" ve "Hiçbir şeyde aşırılığa kaçma"
bilgelikleri, seçilmiş olanı insanlara hakikati anlatmaya yetkili
kılacaktır. Belki ancak bundan sonradır ki herkes "kehanet dumanını
soluyabilir" ve Tanrıyla temas kurabilir.
Filmin felsefesini
ilham aldığı ana kaynaklardan biri de şüphesiz ki Descartes. Descartes,
bir klasik haline gelen “İlk Felsefe Üzerine Düşünceler” kitabında şüpheci bir
sav geliştirir. Bu etkili savın amacı, şüpheciliğin doğruluğunu göstermek
değil, bilime sağlam bir temel kazandırmaktır. Descartes bu görevi yerine
getirmek için ilk "Felsefe Üzerine Düşünceler" kitabına bir kararını
açıklayarak başlar. Bu karara göre, en ufak bir kuşku duyduğu bütün inançları
askıya alacaktır. Ancak kelimenin tam anlamıyla "mutlak kesin inançlar"
Descartes'in sınavından geçebilecektir ve bilime sadece böylesi inançlar
güvenilir bir temel oluşturabilir. Descartes'in köktenci şüpheciliği
yöntemseldir. Yani, entelektüel bir amaca hizmet etmek için tasarlanmıştır.
Descartes'in düşüncesinin bu aşamasında bütün kuşkulu inançları gerçekten
askıya aldığı doğru değildir. Bu, geçici, amaca ulaşıldığında atılacak bir
askıya almadır. İnançları askıya alma sürecinde ilk atılacak olanlar
Descartes'in duyumlara dayanarak oluşturmuş olduğu inançlardır. Birçok
fikrimizi görme, işitme, dokunma, koklama ve tat alma duyularımız aracılığıyla
topladığımız bilgilere dayandırırız. Örneğin apartmanın dış kapısında
gördüğümüz ev arkadaşımızın okuldan/işten döndüğüne ve deminden beri kapıyı
açmaya uğraşanın o olduğuna inanırız, yine anahtarlarını unuttuğu sonucuna
varırız. Bununla birlikte, Descartes'in dediği gibi, "bazen duyularımızın
aldatıcı olduğunu görürüz." Bu özellikle küçük ve uzaktaki nesnelere dair
duyularımız için geçerlidir, fakat diğer bütün nesneler içinde bir doğruluk
payı içerir. Apartmana girerken gördüğümüz, kapının kilidiyle uğraşan kişi
aslında bir hırsız olabilir. Çünkü duyularımız sık sık bizi aldatmaktadır ve
duyularımıza dayandırdığımız birçok inancımız Descartes'in yüksek
standartlarına uymaz, bu yüzden onun tarafından kapı dışarı edilirler. Bununla
birlikte Descartes düş gördüğümüz zaman tam da bu tür şeylerde yanıldığımızı
işaret eder.
Düşünüzde kendinizi bir
koltukta oturup kitap okurken görebilirsiniz, oysa gerçekte derin bir
uykudasınızdır. Uykudan uyanana kadar, düşteki hayatı, uyanık hayatımızdan
ayıramayız. Morpheus Neo'ya şu soruyu sorarken, bu noktadan hareket eder:
"Hiç sana gerçek gibi gelen bir düş gördün mü Neo? Ya bu düşten uyanman
mümkün değilse? O zaman düş dünyası ile gerçek dünyayı birbirinden nasıl ayırt
edeceksin?" Descartes düş örneğinden hareketle, gerçekleri duyu yaşantısına
dayandırmanın güvenilir olmadığı sonucuna varır ve duyuların sunduğu kanıtlara
dayanarak oluşturulmuş bütün inançları askıya alır. Descartes bununla yetinmez,
kendi inançlarına yaptığı saldırıya devam eder. Düş savı, fiziksel dünyaya dair
fikirlerimizin doğruluğundan kuşku duymamızı sağlarken, sayılar ve geometrik
şekillere dokunmaz. Descartes'in yazdığı gibi "ister uyanık, ister uyuyor
olayım, iki üç daha beş eder ve karenin yalnızca dört kenarı vardır."
Bununla birlikte ilk "felsefe üzerine düşünceler" kitabını aşağıdaki
daha köktenci bir zihinsel deneyle bitirir. Varsayalım der, "mutlak bir
güce sahip, kurnaz bir kötücül cin beni aldatmak için bütün enerjisini
kullanıyor olsun." Böyle bir yaratık, iki ile üçün beş ettiği veya karenin
dört kenarı olduğu hakkında bizi kolayca yanıltabilir. Hatta bu kötücül cin,
daha da kolay bir şekilde, bizi dışarıda bir dış dünyanın var olduğuna
inandırabilir; oysa "gökyüzü, hava, toprak, renkler, şekiller, onun
yargımızı bulandırmak için kullandığı düş yanılsamalarıdır." Böylece Descartes
"hatalı bir şekilde bütün bunlara sahip olduğumu düşünmektense, ellerimin,
gözlerimin, tenimin, kanımın veya duyularımın olmadığını varsayıyorum."
Descartes'in ileri sürdüğü kuşkucu savın hatalı olduğunu göstermenin herhangi
bir yolu var mı?
Descartes ile Matrix'in
ilham verdiği kuşkucu şüphenin pençesine düştüğümüzde, Ajan Smith'le iğrenç
anlaşmayı yapan Cypher'i anlayabiliriz. Gerçek dünyanın sefil hayatından bıkmış
olan Cypher, Matrix'te zengin ve ünlü bir aktör olarak yeni bir hayat karşılığında
Smith'i Morpheus'a götürmeyi kabul eder. Cypher, Matrix'in gerçek olmadığını
bilir. Fakat bunu kulak arkası edip yanılsamalı fantezinin keyifli dünyasına
geri dönerek hayatını daha iyi hale getireceğine inanır. Ne var ki Cypher
burada büyük bir hata yapar. Hayatını yalnızca zevk için sürdürmeyi seçerek,
zevkin onun hayatını yaşanmaya değer kılacak tek şey olduğunu iddia eder.
Felsefede, kendi başına değerli olan tek şeyin haz olduğunu söyleyen öğreti
hedonizm, yani hazcılık olarak bilinir. Hedonizm ilk başta insana çekici gelse
de, felsefeci Robert Nozick kitabı "Anarşi, Devlet ve Ütopya" (bir
arkadaşım hediye etmişti, inanılmaz sıkıcı bir kitaptır) da onun karşısına
güçlü bir sav çıkarır. Bu sav bizim için özellikle ilgi çekici. Çünkü başka bir
kavanozda beyin zihinsel deneyi içeriyor. Nozick de besin kimyasallarının
içinde yüzen şuursuz bedenler olabileceğimizi iddia ederek başlıyor.
"Deneyim makinesi" adında, merkezi sinir sistemimizi uyarmak için
elektrotlar kullanan güçlü bir bilgisayardan söz ediyor. Nöropsikologlar bu
deneyim makinesini kullanarak bizde, kitap okuduğumuz, arkadaşlarımızla
buluştuğumuz, sinemaya gittiğimiz ve benzeri hoş şeyleri yaptığımız
yanılsamasını yaratabiliyorlar. Ne var ki bütün bu süre boyunca biz, deneyim
makinesinin içinde bulunmaktayızdır.
Deneyim makinesinin
isteğimiz bütün deneyimleri üretmek için inşa edildiğini varsayarsak, kendimizi
tümüyle başarılı, mutlu ve güzel hissederek yaşayabiliriz. Nozick burada
soruyor: "Ömrünüz boyunca makineye bağlanmak ister misiniz?" Elbette
Cypher'ın cevabı "Evet." Ne var ki birçoğumuz haklı olarak daha
tedbirli olacaktır. Çünkü hayatımızı bu şekilde sadece elektrot uyaranlarına
dönüştürme fikrinde rahatsız edici bir şeyler var. Nozick, Cypher gibi deneyim
makinesine bağlanmak isteyecek olanlara karşı yönelttiği bir dizi savla bunun
neden böyle olduğunu açıklıyor. İlk olarak, diyor, "Biz bazı şeyleri
sadece tecrübesini edinmek için değil, sadece yapmak isteriz. Ne deneyim
makinesi ne de Matrix gerçek, anlamlı eyleme izin verir. Bunun yerine anlamlı
eylemin bir görüntüsünü yaratır. Fakat başka çareler de var: Biz bir şey olmak
istiyoruz. Ama tankın içinde yüzen biri hiçbir şey yapamayan bir et yığınıdır.
Tankın içinde uzun süre kalan insanın nasıl biri olduğunu yanıtlayamayız. Cesur
mu, zeki mi, nazik mi, nükteli mi, sevgi dolu mu? Bu sadece bir yanıt meselesi
değildir, onun bir şey olması imkansızdır. Nihayet deneyim makinesi,
birçoğumuzun şiddetli arzularının mecbur kaldığı gibi, hakikatle herhangi bir
şekilde temas etmemize izin vermez. Nozick buradan hareketle şu sonuca varır:
"Bir deneyim makinesi hayal ederek ve onu kullanmayacağımızı anlayarak
deneyimin dışında başka şeyler istediğimizi öğreniyoruz." Aynı şekilde,
Cypher'in kararını düşünerek ve aynı şeyi yapmayacağımızı fark ederek zevk
(veya ün veya zenginlik veya güzellik) dışında şeyler de istediğimizi
öğreniyoruz. Cypher'in seçimi, gerçekte, ahlakdışıdır. Oysa Neo'nun
"hakikat çölüyle" yüzleşme kararı, ona, hayatına anlam ve bu sayede
ahlaki bir değer katacak gerçek deneyimler ve gerçek eylemler yaşama fırsatını
veriyor. Ahlak felsefecisi John Stuart Mill'in yazdığı gibi, "Karnı aç bir
insan olmak, karnı tok bir domuz olmaya; kendinden hoşnutsuz Sokrates olmak,
kendinden hoşnut bir aptal olmaya yeğdir."
Peki ama sonsuz bir
hazzı isteyen Cypher’a sadece nozick'in ifade ettiği gibi daha doğrusu cypher’a
bundan bahsetsen siktir git diyeceği bir yaklaşımla saldırmak bir anlam ifade
edecek mi? Tamam bir et yığınından bahsediyoruz ve bu kapsüldeki şey hiçbir
olaydan haberdar değil. Bunu zaten cypher da biliyor ve sonuçlarına katlanıyor.
Burada asıl tehlike ajan smith’in dediği gibi hazzın sürekli ve kesintisiz
olması sistemi çökertiyor. Hatırlarsanız morpheus’un sorguya çekildiği sahnede
ilk kurulan matrix’in tamamen güzel anılardan oluştuğunu ve insanların bu
rüyayı kabul etmediğini ajan smith, büyük bir soğukkanlılıkla anlatıyordu.
İnsanlar bu kadar kusursuz bir dünyadan kıllandıkları için bu rüyadan kaçmak
istediler ve insan tarlaları ölmeye başladı. İşte bu yüzden yine ajan smith’in
deyimiyle insanlara bol bol sıkıntı ve uğraş ikram edildi. Bu sayede olup biten
her şey mantıklı gelecekti. Yani her şey güzel giderken bir anda bir kaza,
tabiat olayı falan filan. Arzuladığın kadınla asla beraber olamayacaksın olsan
zaten kendinin de ne bok olduğunu bildiğinden rüyadan uyanmak isteyeceksin, öyle
değil mi? Ajan smith’in söyledikleri bir senaryo için oldukça aşırı ve sinir
bozucu detaylar içeriyor. Bu sahne çoğumuz tarafından es geçilse de aslında
filmin en önemli felsefelerinden birini içeriyor. Tamam cypher, zengin ve güçlü
olup her gün karı kız yiyecektir ama başına bir kaza gelmemesini garanti
ettirmemiştir, ettiremez de. Bu durumu ajan smith de bilir fakat söyle(ye)mez.
"Vanilla sky" filminde, matrix'te anlatılan bu 5-10 dakkalık
bölüm tüm senaryoyu oluşturmuştur.
Rüyada sevişmek, at
araba ev sahibi olmak derken olaya bir de ters açıdan bakalım: Atlanta hastalık
izleme merkezlerine 1981 yılından 1990 yılına kadar 120'den fazla sebebi
bilinmeyen ölüm vakası bildirilmiş. Birçoğu Laotian Yaylalarından göç etmiş
olan Hmong topluluğuna ait yetişkinlerden oluşan bu insanlar, uykularında
ölmüştür. Ölümlere dair hiçbir tıbbi açıklama getirilememiş; bununla birlikte
Hmong'ların kendi açıklamaları vardır: "bu insanların geceleri gelip
insanların soluğunu kesen bir kötü ruhun kurbanı olduğunu iddia
etmektedirler". Bu kötü ruhun ziyaretinden sonra hayatta kalmayı başaran
çok az kişi, felç eden bir korkudan ve kötü bir yaratığın göğüslerine
çöktüğünden söz etmiştir. Gerçekten de kurbanların ölmeden önce korkunç bir
kabusun içinde çırpındıklarına dair bilimsel bulgular söz konusudur. Bilimsel
cemaat kesin bir teşhise varamamışsa da, "Açıklanamayan Ani Gece Ölümü
Sendrom"u olarak literatüre geçen bu raporlar, düşlerin insanı
öldürebileceği olasılığını kabul ettirmiştir. Yani biz hep hazdan felan
bahsediyoruz da böyle göte gelenler de var iyi mi.
Peki Matrix'te hangi
din(ler)den bahsediliyordu. Çekimlerin ilk gününde Budist ayini yapan ekip
aslında bize Budist öğretileri mi anlatmaya çalışıyordu? Michael Brannigan
“kaşık yok: Budist bir ayna” isimli makalesinde şunları anlatıyordu: "
"Anlaşılan kader ironiden anlamıyor," diyor Morpheus. Ne yazık ki
tarih de öyle. Buda'nın oğluna "zincir" veya "engel"
anlamına gelen "Rahula" ismini koyması çok öğreticidir. Sonradan
"uyanmış olan" anlamına gelen "Buda" ismini alan prens
Siddharta Gotama da, yirmi bir yaşında, içini kemiren, "bizi harekete
geçiren" soruyu, yani varoluşla ilgili bir şeylerin kökten yanlış olduğu
duygusunu çözmek için rahat hayatını terk etmişti. Aydınlanmaya vardıktan,
hakikate "uyandıktan" sonra, Rahula onun müritlerinden biri haline
geldi. Klasik Budist metinlerden biri olan Majihima nikaya'daki bir pasajda,
"uyanmış olan" ayna imgesini kullanarak oğlu "zincirlenmiş olana"
ders verir. "Bunun hakkında ne düşünüyorsun Rahula? Bir aynanın amacı
nedir? Amacı yansımaktır, rahip efendim. Öyle bile olsa Rahula, bir eylem bir
bedenle yapılır; bir eylem bir konuşmayla bir zihinle yapılır." Buda'nın
aynanın yansıtmasından bahsettiğine dikkat edin. Ayna, ilk önce, yansıtır. Ayna
netliğin cisimleşmesidir, önünde olanı çıkarır. Bu yüzden ayna Taoist ve Budist
öğretilerde, özellikle Zen Budizm'de ortak metafordur. Bu öğretiler bize ayna
gibi olmayı, temiz bir zihne, bir "ayna-zihne", kalabalık ve dağınık
olmayan, özgür ve yani boş bir zihne sahip olmayı salık verir. Bir ayna-zihin
tıpkı bir ayna gibi önüne geleni yansıtır.
Matrix'te aynanın
birçok önemli yerde kullanıldığını görürüz. Bay Rhineheart, çok önemli yazılım
şirketinin patronu, Neo'yu azarlarken, cam temizleyicileri binanın yüzeyini
temizler ve parlak bir yüzey göze batar. Ajan Smith'in güneş gözlükleri Thomas
Anderson ile Neo'nun iki kimliğini belli belirsiz yansıtırken, Morpheus'un ayna
camlı gözlükleri daha net yansıtır. Yine Morpheus'un Neo'ya teklif ettiği
kırmızı ve mavi hapı çıkardığı kutu da aynalıdır. Fakat filmin aynayı en
dramatik bir biçimde kullandığı sahne, Neo kırmızı hapı yuttuktan hemen sonra
gelir. Damla damla akan aynayla büyülenmiş olan Neo, ona dokunur ve ıslak ayna
önce kolunu, sonra bütün bedenini kaplar. Neo gerçeği keşfetme yolculuğunda
"tavşan ininden aşağı" düşmeden önce, tepeden tırnağa ayna kesilir.
Matrix'ten atıldıktan sonra, kendini kanalizasyonda çırılçıplak bulur. Yunanca
hakikat anlamına gelen “alethia” kelimesi, ayrıca "çıplaklık"
anlamına da gelir ve çıplak gerçeği akla getirir. Neo'nun ayna başkalaşımı
böylece onu ilk gerçek uyanmasına; gerçek olduğunu sandığımız şeylerin aslında
programlanmış bir yanılsama, "bizi hakimiyet altında tutmak için
bilgisayarlar tarafından üretilmiş bir düş dünyası" olduğu gerçeğine
taşır. Ayna-yansıtma metaforunun en derin kullanımına Kahin'in dairesini
gördüğümüz sahnede rastlarız. Bu sahnede tam Lotus duruşunda oturan ve tele
kinetik güçle kaşıkları eğen, Budist bir rahip gibi giyinmiş bir çocuk vardır.
Kaşığı Neo'ya tutarak kaldırınca, biz Neo'nun kaşıktaki yansımasını görürüz.
Bu, çocuğun Neo'ya iki kelimeyle aktardığı, en önemli dersi temsil eder:
"Kaşık yok." Buradaki Budizm ile paralellik çarpıcıdır. Çok iyi
bilinen Budist bir mesel vardır. Bu meselde üç rahip rüzgarda dalgalanan bir
bayağı seyreder. Rahiplerden biri bayrağın dalgalanmasına dikkat çeker. İkinci
rahip, gerçekte bir bayrak olmadığını, fakat onu hareket ettiren bir rüzgar
olduğunu söyleyerek tepki verir. Üçüncü rahip ikisini de azarlar. Ne bayrağın
ne de rüzgarın hareket ettiğini söyler. "Hareket eden sizin
zihninizdir." Budist mesaj açıktır. Eğilen kaşık değildir, çünkü kaşık
yoktur. Yalnızca zihin vardır. Dahası, kaşık olmadığı için, ayna-yansıtma bize,
yansıyan hayallere çok fazla önem atfetmeme hususunda dikkatli olmamız
gerektiğini hatırlatır. Hayaller yalnızca hayallerdir; ne fazla, ne eksik. Bir
kaşık olmadığı için, bir anlamda ayna da yoktur ve aynada yansıyan dünya sadece
bir hayal, bir yanılsamadır. Buda, bu ışıkta bize bildiğimiz dünyanın bir
yanılsama, maya olduğunu öğretir. Budist hocalar yanılsamanın doğası hakkında
çok tartışmıştır. Acaba bu, gördüğümüz ve dokunduğumuz dünyanın gerçekte var
olmadığı anlamına mı gelir? Matrix'in konusu iste bu metafizik yorumdur.
Peki Matrix filmi ne
kadar Budist? Bütün Budist havasına karşın, filmdeki birkaç içerik Budist
öğretilerle bağdaşmıyor. İlk olarak, filmin tümünü kapsayan Zerdüştçü bir
ikicilik, iyi kötü karşıtlığı var. Eğitim programında Morpheus sistemi
"düşman" olarak tayin ediyor. Fakat aynı zamanda ya seçim sonucu ya
da bilmeden sistemin bir parçası olanları da dahil ediyor. İkicilik, Budizm'in
en yüksek iki erdemi merhamet (kanına) ve şefkat (metta) ile kesin olarak
çelişiyor. Bu erdemler bütün duygulu varlıklar için geçerlidir ve
düşmanlarımızla dostlarımıza ayrım gözetmeden, aynı şekilde davranmamızı
gerektiriyor. Elbette bu, Budist ahlakın en zor yanlarından biridir. İkinci
olarak, aşırı şiddet sahneleri şiddet karşıtı (ahimsa) Budist öğretilere zıt
görünüyor. Gerçekten de film, Neo'nun "silah, daha çok silah" talep
etmesiyle ve Neo ile Trinity'nin Morpheus'u kurtarmak için girdikleri binanın
korumalarını düpedüz katlederek şiddeti taçlandırıyor. Kuşkusuz bütün bunlar,
bugünkü seyircilere filmi cazip kılma ticari amacını gözeten şeyler. Film
kendini bu şekilde satarak, bazı temel Budist ilkelerle çelişiyor. Budizm'e
göre bir bodhisattva, aydınlanmaya erişmiş olan ve duyduğu merhamet dolayısıyla
diğer insanlara rehberlik etmeyi seçen bir varlıktır. Bodhisattva'nın bütün
yaratıkları kurtarma yemini, kendini acıyı azaltma görevine adama, Budist
ahlakın özüdür. On yedinci yüzyıl Budisti Shantideva, bodbisattva'yı
"insanların yozlaşmış kuşakları yüzünden aydınlanmış kollarını asla
indirmeyecek, onların günahkar savaşları yüzünden dünyayı kurtarma kararında
asla tereddüt etmeyecek olan," diye tarif eder.
Elbette bu şiddet
sahneleri gerçeküstü olarak görülebilir. Yani, insan bu sahneleri sembolik
olarak görüp onların Budistlerin üç zehir dedikleri yanılsama, tamah ve nefreti
temsil eden zihnimizdeki iblislerin yıkımını sembolize ettiklerini ileri
sürebilir. Ünlü bodhisattva'lardan biri Manusri'dir ve bu üç zehrin kafasını
koparmak için elinde bir kılıçla dolaşırken resmedilir. Üçüncü olarak, filmdeki
dil bazen çok kaba. Bu kesinlikle Budist "doğru söz" öğretisini
çiğniyor. "Doğru söz" kendimizi acı çekmekten kurtarmak için geçmek
zorunda olduğumuz Sekiz Katlı Yol'dan biridir. Ajan Smith'e parmak göstermek
seyircilerin gönlünü fethedebilir, fakat filmin, halkın sıkıcı hayatına çekici
gelmek için aşırı uğraşı, daha ciddi mesajlarını zedeliyor. Budizmin doğasında
var olan uyumluluğu işaret ederek bu kusurları önemsiz göstermek mümkündür. Bu
görüşe göre Budizm bukalemun gibidir ve çevresine uyum gösterme eğilimindedir.
Çin Budizmi'nin kökeni Hint Budist kaynaklardan bir şekilde farklı olmasının
sebebi budur. İşte bu yüzden Budizmin belirli bir kültürde aldığı hali
vurgular, örneğin Japon Budizm'inden, hatta Amerikan Budizmi'nden söz ederiz.
Amerikan kültürünün şiddetle nasıl eğlendiği hesaba katılırsa, filmde şiddet
kullanılmasının Amerikan Budizmi'nin bir özelliği olduğu iddia edilebilir. Ama
Budist öğreti Budist öğretidir en nihayetinde ve filmdeki bazı yerlerde bu
çiğnenmiştir.
.
Matrix her açıdan
bakıldığında Budist bir film değil. Yukarıdaki çelişkilere rağmen Matrix
filminin başarısı, birçok Doğu ve Batı geleneklerinden çeşitli dini ve felsefi
unsurları birleştirerek kullanmasında yatıyor. Çağdaş siber teknik bağlamında
Hıristiyanlığa, Platonculuğa, Budizme zengin gönderimler içeren metaforları
ustaca birbiriyle karıştırıyor ve yayınlandığı ilk günden itibaren kendi
alanında yalnız bir klasik bir daha asla bu kadar gerçekçi olamayacak bir
hikayeler bütünü. Filmin dehası, can alıcı repliklerle süper imajları, derin,
fakat çoğu zaman anlaşılmaz Budist özgürleşme mesajlarını yaratıcı bir biçimde
birleştirebilmesinde yatıyor. Matrix filmi bu sayede, seyirciyi uyandırıyor ve
yaşamaya alışkın olduğumuz zihnimiz üzerine düşünmeye (ve düşünmemeye) davet
ediyor. Bizi aynaya bir daha baktığımızda şu soruyu sormaya zorluyor:
"Gördüğümüz şey kim ve ne?"
Peki ya ülkemizde de
çok tartışılan matrix’in Hıristiyanlığın bir reklamı olduğu iddiasına ne
demeli? Matrix'te anlatılan, mesih’in Hıristiyanlarca inanılan hikayesi miydi?
Matrix filminin gösterime Paskalya'ya denk düşen hafta sonunda girmesi bir
rastlantı değildir. Filmde bazıları açık, bazılar örtük sayısız Hıristiyan
motif var. En açık olanı vaat edilen kurtarıcı temasıdır. incil'de, hz. İsa,
vaat edilen Mesih, "gelecek olan" kişidir. Filmde Neo,
"One" yani "O"dur ve "neo", "one"nın
evirmecesidir. Dahası, Yunanca'da Neo "yeni," anlamına gelir ve ayağa
kalkan Neo'nun girdiği ve öteki insanlar için de olanaklı hale getireceği yeni
hayatı işaret eder. Thomas Anderson ismi de savımıza ek bir destek vermektedir.
Hem adı, hem soyadı açık Hıristiyan çağrışımlara sahiptir. İsa'nın birini
dirilttiğinden kuşku duyduğunu ifade eden havarisi "Kuşkucu Thomas"
gibi, Neo'nun da Matrix'in gerçek olmadığı, yapabilecekleri ve kendisinin O
olduğu hakkında bir türlü kurtulamadığı kuşkuları vardır. İsveççe'de
"Andrew'in oğlu" anlamına gelen Anderson Yunanca "insan"
anlamına gelen "andr-" kökünden türetilmiştir. Böylece Anderson
etimolojik olarak, İsa'nın sık sık bir unvan olarak kullandığı "insanın
oğlu" anlamına gelir. Filmin başlarında Neo'ya bizzat "Hz. İsa"
diye hitap edilir. Neo korsan yazılımı verdikten sonra Choi şöyle der.
"Allah'a şükür! Sen benim kurtarıcımsın, adamım. Sen benim kişisel
İsa'msın."
Neo'nun yolu, bakire
doğum da dahil olmak üzere birçok yerde Hz. İsa'nın hikayesiyle çakışır.
Matrix'ten kurtarıldığı sahnede, Neo uyandığında kendini rahim benzeri bir
tüpün içinde bulur, göbek kordonuna benzeyen kablolardan kurtulur ve doğum
kanalını sembolize eden bir tüpün içinden aşağı kayar. Dahası, makine
egemenliğindeki gerçek dünyada insanlar "doğmayıp, yetiştirildikleri"
için Neo'nun uyanışı ve bu dünyaya girişi, edebi anlamda "bakire
doğum"dur. İsa, Vaftizci Yahya tarafından Ürdün Irmağı'nda vaftiz
edilmiş.
Neo da benzer bir şekilde Morpheus ve Nebuchadnezzar tayfası tarafından vaftiz
ediliyor. Nasıl İsa çölde şeytan tarafından kırk gün denendiyse (Luka 4:1-13),
Neo da Ajanlar tarafından Morpheus'a ihanet etmeye teşvik edilir. İncil'de İsa,
hayatını "çokluk yararına kurtulmalık" olarak verir (Markos 10:45).
Filmde ise Neo, bilerek hayatını Morpheus'u kurtarmak için feda eder. İsa'nın
ölümünün ardından üçüncü günde dirilişi gibi, Neo, Trinity'nin öpücüğüyle 303
numaralı odada hayata geri döndürülür. Neo'nun canlılığını geçici olarak
yitirmeyip fiilen öldüğü yalnızca Hıristiyanlıkla olan paralelliklerle değil,
filmdeki çok miktarda iç kanıt tarafından desteklenir: Kahin'in (1) ya Neo'nun
ya Morpheus'un öleceğine dair kehanetiyle, (2) Neo'nun bir şey "belki
ikinci hayatını" beklediği ifadesi. Yazar-yönetmen Larry Wachowski'nin
Time dergisinde yayınlanan röportajında Neo'nun dirilişinden söz etmesi
de dikkat çekicidir. Dahası tıpkı İsa'nın dirilmiş bedeninin olağan fiziksel
sınırlamalara tabi olmayan "yüceltilmiş" bir beden olması gibi (Luka
24:3, Yuhanna 20:19, Yuhanna 20:26), Neo hayata geri dönüşünün ardından dikkat
çekici yeni güçlere sahip olur.
Ölümünden ve
dirilişinden önceki bir tecelli olayında, üç öğrencisinin gözleri önünde
İsa'nın görünüşü değişir, yüzü ve giysileri ışık gibi apak olur (Matta 17:2;
Luka 9:29). Aynı şekilde Neo Ajan Smith'i yok ettikten sonra ışıldar. Ve o anda
orada üç ajan vardır ve tıpkı İsa'nın yeryüzündeki görevini tamamladıktan
sonra bedensel olarak göklere yükselmesi gibi (Luka 24:51), Neo filmin son
sahnesinde gökyüzüne uçuyor. Matrix filmindeki isimler de önemli Hıristiyan
bağlantılara sahipler. Geleneksel Hıristiyan tanrıbiliminde İsa, Tanrı'nın
Oğlu, yalnızca Baba Tanrı tarafından, değil fakat Baba, Oğul ve Kutsal Ruh
tarafından diriltilir. Filmde ise Neo hayata isyancılar arasında en yakın
yoldaşı olan Trinity'nin aşkı ve imanı sayesinde döndürülür. Filmdeki
isyancıları ele veren şeytani karakter Cypher ile İsa'ya ihanet eden havari
Yahuda arasında açık paralellikler vardır. Ayrıca Cypher ile Şeytan arasında da
açık bağlantılar vardır: Cypher, Şeytanın geleneksel betimlerini andırır,
bilenler için "Melek Kalp" filminde Robert De Niro'nun canlandırdığı
Şeytani karakter Louis Cyphre'ı hatırlatır. Filmde Zion, insanların elinde
kalan son şehir, insanoğlunun son umududur. Eski Ahit'te Zion, Kudüs'ün dini ve
şiirsel anlamlarla yüklü ismidir ve Hıristiyan literatürde iman sahiplerinin
ruhsal evi olarak bilinir.
Filmde isyancıların
uzay gemisinin adı Nebuchadnezzar'dır. Yazar-yönetmen Larry Wachowski'nin
kendisiyle yapılan bir görüşmede dile getirdiği gibi Nebuchadnezzar
"hatırlamadığı bir düşü arayan" bir Babil kralıdır. Benzer bir
şekilde Neo, belirsiz fakat ısrarlı sorularına bir yanıt arayışını sürdürür.
Ayrıca Nebuchadnezzar üzerindeki bir tabelada "Mark III No.ll /
Nebucbadnezzar / Made in USA / Yıl 2096 yazması da dikkat çekicidir. Bu
muhtemelen "Markos 3:ll"e bir gönderme içermektedir: "Kötü
ruhlar O'nu görünce önünde yere kapanıp, 'Sen Tanrı'nın Oğlu'sun!' diye
bağırıyorlardı." Ancak matrix her ne kadar birçok Hıristiyan motif içerse
de, hiçbir şekilde bir "Hıristiyan filmi" de değildir. Daha ziyade Tibet
dinleri ve Zen Budizm'den, Bilinmezcilikten [Gnostisizm], klasik ve çağdaş Batı
bilgi-kuramından, popüler kuantum mekaniğinden, Jungcu psikolojiden,
postmodernizmden, bilim kurgudan, Hong Kong dövüş sanatları filmlerinden ve
diğer kaynaklardan alınma temaların buluştuğu bir kilim desenidir. Film
belirgin bir şekilde Hıristiyan olmayan bir Mesih kavramını içeriyor. Ortodoks
Hıristiyan inanışa göre İsa, dünyaya, güç veya şiddetle değil, fakat kendini
kurban eden, ölümü ve dirilişiyle kurtuluş getiren günahsız bir Tanrı insandır.
Neo ise aksine, sadece bir insanoğludur; günahsız olmaktan çok uzaktır;
amaçlarına ulaşmak için (hatta gereksiz yere masum insanları öldürür,
morpheus'u kurtarmaya giderken güvenlik görevlilerini öldürmüştü) şiddet
kullanır; ve her ne kadar fiziksel kölelikle zihinsel yanılsamadan kurtuluş
getirse de, selamet getirmez.
Filmde ayrıca
Hıristiyan olmayan bir insani çıkmaz kavramı vardır. Hıristiyan inanışa göre en
temel insani sorun Tanrı'ya yabancılaşmadır ve insanın günahkarlığıyla
sonuçlanır. Filmde temel insani sorun günah değil, cehalet ile yanılsamadır ve
insani çıkmaz kavrayışı Hıristiyanlıktan ziyade doğu mistisizmi veya
bilinmezcilik ile tutarlıdır. Larry Wachoski'nin kendisiyle yapılan bir
görüşmede kabul ettiği gibi, Matrix'in kullandığı temalardan biri de
"Buda'nın yeniden doğumunu bulma"dır. Tıpkı Dalai Lama'nın müritleri
tarafından Merhamet Buda'sı ve selefinin yeniden doğumu olduğuna inanılması
gibi, isyancılar Neo'nun onları Matrix'ten kurtarmış olan Musa benzeri
kurtarıcının yeniden doğumu olduğuna inanır. (Sahnelerden birinde Kahin, Neo'yu
fiziksel olarak inceler. Tahminen onun O olduğunu kanıtlayacak fiziksel
alametleri aramaktadır. Tibet Budizm'inde gerçek Dalai Lama'yı belirlemek için
benzeri bir yordam takip edilir.) Kısaca Matrix, yalnızca Hıristiyanlıktan ve
Budizmden değil, bu ikisinden farklı olan dinlerden ve felsefelerden
cımbızlanmış temalarla karmaşık bir bütündür.
Savunduğumuz herhangi bir düşüncenin özellikle
rüya ile ilgili olanının doğruluğu tartışılır ve farklı yaklaşımlar da
olabilir. Bunu ister dinle bağdaştıralım ister başka bir şeyle rüya meselesi ve
gerçek'i aramak her zaman ve herkesin düşündüğü, içinde olduğu şeyler
olacaktır. Söylenecek belki daha da fazla şeyler var ama gerisini çay
sohbetlerine saklayalım. En sevdiğim filmlerin tepesindeki üçlünün tepesindeki
bu filmi bir de yazımı okuduktan sonra izleyin derim. Haftaya bir sıkıntı olmaz
ise yine güzel bir filmle karşınızda oluruz.
The Matrix film eleştirisi