8 Ekim 2015 Perşembe

Bir Müptezel'in Hayat Hikayesi-3

Alper tuvalet sırasını yaklaşık beş dakikadır bekliyordu. Eliyle kıyafetini düzeltip karşısındaki aynaya baktı, gömleği biraz ütüsüz gibi gözüküyordu. Gömleğin yakalarından biri uçmağa varır gibi yukarı yöne doğru bükülmüştü yine. Yıllardır uğraşıyor bu problemi çözmek için ama beceremiyordu. Diğer yaka ise yerinden kımıldamıyordu. Ceketinin cebindeki hışırtı birden dikkatini dağıttı Alper’in. Yıpranmış bir kağıt parçasını eline alınca ne olduğu ortaya çıktı. Aaa geçen günkü maçların olduğu kupondu bu. Dalgınlıktan maçları kontrol edememişti. Türkiye liglerinde bayram tatili vardı, bundesliga ve seri-a’nın kalleşliği Alper’i Arjantin ligine yöneltmişti. Aradaki saat farkından maçların oynandığını unutmuştu Alper. Oynadığı maçları şöyle bir gözden geçirdi tekrar. Tutarsa 256,00 tl, garantiye yakın bi kupon yapmış niyeyse. “Estudiantes – İndependiente” maçına maç sonucu 1 vermiş Alper. Kaç kaç bitti acaba maç diye düşünürken bıyıkları sigaradan dolayı sararmış Hüseyin amca tuvaletten çıktı. Tuvaletin girişinde göz göze gelmişlerdi. Hüseyin amca eski bir yelek giymişti üstüne ve içindeki gömleğin cebinde kırtasiye açacak kadar malzeme vardı. Cüzdan taşımaya karşıydı Hüseyin amca. Arka cebinin yakınlarında uzunca bir zincir ve bu zincirin tuttuğu ev ve kömürlüğün anahtarları. Yine cebinde koyu kahverengi bir tarak ile beraber iddia kuponu. Hüseyin amca kanlanmış gözlerini kısıp Alper’e “estudiantes – independiente” maçının sonucunu sordu. Alper ise "büyük bir sürpriz olmadıysa maçı Estudiante almış olabilir" dedi. Estudiante’ye fazla güvenilmeyeceğini çok iyi bilen Hüseyin amca sert bir iç geçirdi. Hüseyin amca bayram günü akrabalarından çok Juan Sebastian Veron’u düşünüyordu. 

Alper daha fazla tutamadı kendini ve "amca müsaadenle" deyip tuvalete girdi. Tuvalete ilk girdiğinde burnuna kötü bir koku gelmesini bekleyen tüm siz okuyucuları yanıltan o sıradışı durumla karşılaştı. İçerde kötü bir koku yoktu. İçerdeki şey duvarları sarartan bir organizmaydı. Burnunuz ağrırdı o kokudan. Ama asla kötü bir koku değildi. Bambaşka bir sıfat bulunmalıydı, kötüye haksızlık olmaması için. Burnunuzun direğini sızlatırdı. Pisuvarların üzerine metalimsi bir şey koymuşlardı yıllardır da oradaydı. Metalin üzerindeki yaklaşık 50 tane delik işlendiği güne isyan ediyordu. Alper alışamamıştı bu kokuya. Pisuvarın başına geldi nihayet sıkışmıştı üzerinize afiyet baya. Mustafa ise üst komşularındaydı. Mustafa’nın sınıf arkadaşı Gökhan, üst komşularının en küçük oğluydu, beraber takılıyorlardı bilgisayarda. Alper burnunu sızlatan kokuyla başa çıkabilmek için çok sevdiği ormanı düşünmeye başladı. Alabildiğine uzanan kestane ağaçları, üstte uçuşan kuşlar, hızlı hızlı hareket eden sincap ve tavşanlar. Hayır dayanamadı koku ağır basıyordu. Sabah traş olduktan sonra çok keskin bir losyon kullanmıştı. Şimdi o koku hiç gelmiyordu burnuna. Traş seremonisini hatırlamaya çalıştı. Latin playboys’dan “Manifel de amour”u dinlerdi hep. Mevzu bahis oldu galiba, “Desperado” Alper’in favori filmlerindendi. 

Tuvaletten çıktığında üç sinirli göz Alper’a bakıyordu. Alper biraz gecikmişti okey masasına. Hemen karşısında Muhammed abi oturuyordu. Sağında Bora solunda da Şevket abi vardı. Bu dört farklı yaş ve karakter grubundan insanı bir araya getiren kaybedenler kulübünün herhangi bir masasıydı. Aslında “cafer’in yeri” isimli bir kıraathaneydi ama ben oraya “kaybedenler kulübü” adını vermiştim. Bayram’ın üçüncü günü hiçbirinin konuşacak bayramlaşacak dertleşecek bir tanıdığı ailesi yokmuş gibi, belki de yoktu, hınca hınç doldurmuşlardı bu kaybedenler kulübünü. Dışarıdaki insanlar görmesin diye de rengi solmuş branda, güneşlik, naylon ne bulurlarsa örtmüşlerdi. Caddede diyanet işleri başkanının dediği o "bayramın neşesiyle coşan Müslümanlar" varken içeride okey taşı sesleri, sigara dumanından oluşturulmuş yapay atmosfer, asık suratlar ve içeridekilerle beraber benim de anlamadığım o iğrenç çay. Sürekli çay demleniyor zira bayat olamamalı ama içerken insan, insan olduğuna pişman oluyor. 

Kaybedenler kulübünde laubaliliğe asla yer yoktu. Burası toplumun istenmeyenlerinin yeriydi. Kıraathaneye göre ise dışarıdakilerin içeriye girmesi yasaktı. İmamların bahsettiği bayram huşusu, kardeşlik, dayanışma, sevgi pınarları ve pek çok metaforlu cümleler neredeydi. Neden bu kıraathane bu temiz duyguları hissedemiyordu. Okey masasında inanın kimin kazanıyor olduğu zerre umurlarında değildi. Alper yıllar önce “half-life” oynamaya giderdi internet cafelere sonra “counter” gelince veda etti hiç ısınamadı o oyuna. Bora’ya göre “counter”, Yahudilerin oyunuydu, büyük Siyonizm hareketinin bir parçasıydı. Hayır Bora asıl sen Siyonizm’in en büyük silahısın ve bunun farkında bile değilsin. Alper tuvaletten gelince hemen başladılar oyuna. 

Alper kıraathanenin kapısına doğru baktığında saçlarını arkasında toplamış 1,85’lik bir adam deri paltosuyla kapıda tebarüz etti. Elinde eski bir gitar çantası vardı. Aman tanrım, “desperado”dan “el mariachi” kıraathaneye gelmişti. “Yarağı yedik” dedi içinden Alper, “el mariachi” kahvedekilere baktıktan sonra çaycıya “hiçbirinizle bir problemim yok sadece Bucho'yu arıyorum” dedi. Cafer abi parmağında tuğralı yüzük olan bu Meksikalı'ya biraz baktı ve “Bucho hacca gitti” dedi. “Kurbanı da orada kesecekmiş”. Mithat bu lafa çok bozulmuş olmalı ki ağlayarak dışarı çıktı. El mariachi ağlıyordu. Dışarıda bekleyen muhtar Ekrem bir yönetmen gibi kıraathaneyi izliyordu. Ona doğru ağlayarak gelen Mithat’ı teselli etmeye başladı. “Hayatımda gördüğüm en iyi performanslardan biriydi Mithat” dedi. “Silah sahnelerine çalışmamız lazım” diyerek Mithat’ı evine gönderdi. Muhtar Ekrem kıraathaneye geldiğinde herkes tedirgin olmuştu. Hep bir ağızdan “muhtar bari bayramda rahat bırak bizi” dediler, “artık film setinde olmak istemiyoruz”. Daha geçen haftaki İngmar Bergman’ın “persona” denemesinin psikolojik bunalımlarını mahalleli henüz atlatamamıştı. “Olum tüm fakirler burada, başka film çekebileceğim adam da yok dışarıda” dedi ve Erol Taş gibi gülmeye başladı. Hayır pardon Ajan Smith gibi gülmeye başladı. Hayır pardon Muhammed abinin ilk ve son aşkı Meryem’in babası gibi gülmeye başladı.

Muhammed abi sanayi sitesinde çalışıyor ve üstelik sigortası yatmıyor, kaçak çalıştırılıyor. İster çalışır ister çalışmaz nasılsa dışarıda binlerce tüketim toplumuna yenilmiş köle vardı. Muhammed abi 40’lı yaşlarda olsa gerek. İnanılmaz bir olgunluğu var ve bu tavrı bazen insanı kıskandırabiliyor. Emekliliğine çok az kaldığını söylüyor, kendisi yatırıyor primlerini. Emekli olduktan sonra baba yadigarı evine gideceğini söylüyor. Evleri Kars'taymış. Ankara’da ise ablasında kalıyor. Enişte uyumlu bir adam Allah’tan da o evde kalması bir problem yaratmıyor. Aldığı az buz paraya da tatlı mı tatlı ufak yeğeni Nilüfer’e kitap veya oyuncak alıyor. Bir an önce emekliliğini bekliyor ki Kars’a Meryem’in oralara gidebilsin. Yıllar önce Meryem’i çok sevmiş aşık olmuşlar birbirlerine ama Meryen Kürt kızıdır ve ailesi karşı çıkmış bu evliliğe. Sonra bu acıya dayanamamış ve büyük şehre gelmiş. Herkes evlenir yuva kurar diye düşünürken Muhammed abi kimseyi istememiş. Belki aşklarını olduramamışlardı ama yüreğinde yanan koru söndürmeye de hiç niyeti yoktu. Kars’a gidecekti belki belki de Meryem’le bi konuşabilse ahh, ona “seni unutmadım hiç” diyecekti. Meryem evlenip boşanmış diye duymuştu. Olsun Muhammed abi için problem değildi. Onun için mutluluğun tanımı çok basitti. Meryem’in nefesi Muhammed abinin bıyıklarına değerek uyusalar bi kere olmaz mı. Olmaz mı lan dedi bağırdı birden, “noluyo Muhammed abi, ne olmaz mı” diye uyardı Alperler ama dalmıştı Muhammed abi “yok bir şey” dedi. Mutluluk çok basitti. Beraber bir şeylere gülseler, şakalaşırlarken Meryem hafiften Muhammed’in kafasına vursa ve gülmekten konuşamasalar. Muhammed abi çok yakışıklı değil, muhtemelen Meryem de çok güzel değil ama olsun mutluluk çok basitti. “One of these mornings” dinleyip beraber yolculuk yapmaktı Meryemle, mutluluk. Bu kadar basitti işte. 

O sırada Adem, Alanya’ya otele gitmişti eşiyle beraber. Kıt beyinli memur karısı iş yerindeki herkesin gittiğini söyleyip ısrar edince 5,750 tl harcayıp  tatile gitmişlerdi. O paraya Norveç’e bile gidebilirlerdi halbuki. Mutluluk çok basitti. Vittoria de sica’nın “bisiklet hırsızları”nı izleyeceklerdi her ayın son cumartesi akşamları, Muhammet abinin favori filmiydi, elbet Meryem de severdi ellaaam. Otelde öğlen çıkan etler biraz bayat gibiydi ve yan masalarındaki aile çok gürültü yapıyordu, lanet olsun hava da kapalıydı. Adem’in eşinin canını sıkacak 78 unsurdan üçü bunlardı. Adem’in ve eşinin tatili zehir zıkkım olmuştu. Mutluluk çok zordu gerçekten 78 unsurun bir araya gelebilmesi kolay olmasa gerek. Otelin yatağı da sanki ne bileyim böyle şey gibi, can sıkıcı konu başlıklarını 79’a çıkartabilir miyiz, teşekkürler.

Muhammed abi kendi düşünde sörf yaparken Bora kaybolan yıllara üzülüyordu. Bora’nın lise çağlarında çok yakışıklı olmak gibi bir derdi vardı. Havalı havalı giyinir, lisede mutlaka lisenin en güzelleriyle takılırdı. Saçını öyle bir jölelerdi ki mahallenin ufaklıkları Bora’nın yaptıklarını yaparlardı. Moda ikonuydu adeta. Bu orijinal tavırları, bakışları, konuşması felan çocuk manken olmalıydı. Mahallenin ileri gelenleri bu işe el atıverdiler. Çeşitli ajanslarla konuşuldu ama bir türlü çocuğun yıldızı parlamıyordu. Saçma sapan bi tekstil firması cüzi bir miktara anlaştı Bora’yla. Bu işin devamı da gelmedi. Manken veya oyuncu olamayacağını acı da olsa kabullenen Bora, Ankara’nın kara delikleri, ruh yutucu o büyük yapıtlara avm’lere kaptırdı kendini. Ayakkabı, kozmetik, saat, erkek giyim bir sürü firmayı dolaştı. Şu sıralar bilmem ne turun avm içi bayisinde orta sınıfa süper lüks koltuklu yolculuklar pazarlıyor. Sabahın köründe onu otobüs beklerken buluyoruz. Ünlü olmak, pahalı arabalara binmek işin bir başka boyutuydu ve Bora bunları gerçekten istemiyordu. Sadece şunu anlamaya çalışıyordu. Birden bu hale nasıl gelebildi? Neden bu saçma hülyalara kapılmıştı. Mutluluk çok basitti aslında Bora için, çok saf bir çocuktur kendisi, kandırılmamak. Çalışmak gücüne gitmiyordu ama biraz yükseklerde uçmuştu zamanında. Avm’de çalıştığına bakmayın insanlardan nefret ediyor. Boş zamanlarında kaybedenler kulübünde buluyordu kendini. Burada herkesin bir yarası vardı mutlaka. Yaranın azı çoğu yok. İnsanlar yalnız veya yitik, zavallı veya müptezel. Rahatça ilk ajansa gittiği akşamı düşünebiliyordu bu mekanda; artık büyük bir yolculuğun ilk adımı atılmıştı ajanslardan telefonlar gelecekti sürekli, olmadı, gelmedi sağlık olsun. Saçları dökülmeye başlamıştı Bora'nın. Hepimiz üzülüyorduk Bora'ya sonra biz de o da alıştı bu duruma. Alışmak, insanın kendisine yapabileceği belki de en büyük ihanettir. İlk kıraathaneye geldiği vakitler “Bora diye isim mi olur” lan sorularına acı tebessümlerle karşılık vermişti. Şimdi o olmayınca kulübün tadı olmuyor.

Şevket abi Yozgatlı'ydı. Küçükken ailesiyle beraber güz vakti üzüm bağlarına giderdi. Önce karnı ağrıyana, üstü batana kadar kocaman sarı üzümlerden yerlerdi kardeşleri ve kuzenleriyle beraber. Traktörü dedesi kullanırdı çoğunlukla. Garibanlık o zaman daha kaliteliymiş diye düşünürdü hep Şevket abi. En azından kimseler görmüyor, şehirde gariban olmak zor. “Bir sürü şeyler yapmışlar koymuşlar dükkanlara, mağazalara; çoluğa çocuğa alamayınca insanın gücüne gidiyor” diyordu. Dün akşamki yemeğin yanında üzüm de vardı. Yediği üzümlerden hiç tat alamıyordu Şevket abi. Biz “hormonlu” deyip beğenmiyoruz. Şevket abi “ruhsuz üzümler” diye beğenmiyordu. Üzüm yemenin heyecanını duyamıyordu artık. O çocukluğuna dönmek istiyordu Şevket abi. Halası, annesi, babası, kardeşleri, babannesi hep beraber üzüm yiyebilseler keşke. Askerden gelince “iş bulur, yaşarız” diye Yozgat’tan Ankara’ya geldi. Yan sanayi firmasının tekinde 30 sene çalışıp emekli oldu. Bu 30 seneyi bir yana koyuyor, o üzüme giderken traktörün üstünde sağa sola savrula savrula gitmesini, rüzgarın içine içine işlemesini bir kenara koyuyordu. Mutluluk neydi? O ufak köy bağına tekrar dönüp, herkese lütfen beni buralardan göndermeyin demek istiyordu. Mutluluk, bir salkım üzüm için heyecanlanabilmekti. Mutluluk eşitlikti. Herkes aynı üzümü yiyebilmeliydi. Her gördüğü meyveyi eve alamıyordu Şevket abi, işçi emeklisi Şevket abi. Bu esnada radyodan kaybedenler kulübünün onursal başkanı yıllar utansın diyordu;

“Bizim gönlümüze hasret düşüren, şu geçit vermeyen dağlar utansın. Bizi bizden alıp yabancı eden şu uzayıp giden yollar utansın. Düşüren kim bu aşkı dillerden dile? İsyan eder oldum şansa kadere, aynalar yaşlanmış gösterse bile yaşanmadan geçen yıllar utansın. Yar yanımda yoksa en çılgın hasret, sevdasız geçecek ömüre hayret. Gönülde açmazsa solacak elbet, çiçeklerle dolu dallar utansın.”

Mahallemizde kaliteli meyve sebze satan bir yer vardı. Bu mahallenin standartlarını zorlayan bir yerdi. Sürekli gidemesem de arada bi meyve almaya giderdim. Nedendir bilinmez bayramda canım katedral üzümü (o isimle satılıyordu) çekti. Benim arkadaşlar gelirdi beni görmeye bayramda hep, belki onlarla yerim diye mi alasım geldi bilemiyorum. Katedral üzümlerini ilk defa orada gördüğümde eşek gözü gibi kocaman olan bu meyveye bakamadan edememiştim. Arada alır yerim, biraz pahalı ama. Manav reyonundaki eleman üzümleri hazırlarken ismini kaybedenler kulübü koyduğum yeri gördüm, hemen bitişiğindeydi. Brezilya’da çok sık görülür en zenginlerle en fakirlerin dip dibe oturmaları. Aynı durum olduğum caddede de vardı sanki. İçerisi gözükmesin diye baya bi çaba sarfetmişler ama tek tük seçilebiliyordu simalar. Yıllar önce buraya bir arkadaşımla gelmiştim. Hemen önünde ufak bir trafik kazası mı oldu araba mı çalışmadı biz çekiciyi beklerken ayakta dikilmeyelim diye “cafer’in yeri”ne nam-ı diğer “kaybedenler kulübü”ne geçip iki çay söylemiştik. Pardon ya, üç kişiydik  üç çay söyledik. İçerideki insanları biraz garip bulmuştum o gün açıkçası. Biraz sonra gelen çay galiba içtiğim en kötü çaydı, düzeltiyorum en kötü içecekti. Çay bardağının üzerindeki köpükte “burada umudu olanlara yer yok, bir daha buralara gelme güzel insan” yazıyordu. Bir daha da gitmedim oraya ama hep dikkatimi çeken bir yerdi bu kaybedenler kulübü. Bayramlarda bile tıklım tıklım doluysa buranın ismi neden kaybedenler kulübü olmasındı. Üzümü aldım eve doğru geçiyorken içeride Alper’i gördüm. 

Alper’in ne işi vardı burada, en son olması gereken yer burasıydı. Eğer kaybedenler kulübündeyse son umutlarını acı çayın içinde ölüme terk etmiş olmalıydı. Allah kahretsin onunla konuşmalıyım. Acı zulüm içeri girdim. Oyuna ara vermişlerdi galiba boş boş oturuyordu. Elime geçen ilk sandalyeyi kaptığım gibi Alper’in yanına gittim. Alper beni görünce şaşırdı biraz. Sandalyeyi ters çevirip bacaklarımı sandalyenin yanlarına doğru uzatıp oturdum. “Tüm bu olup biteni bana anlatmak ister misin?” dedim ona. Alper “As I walk through the valley of the shadow of death …” deyince birden köylü Ekrem Allah’ım Allah’ım durun, bu ne, bu nasıl bir sahne dedi ve her şeyi herkesi durdurdu. Evet, evet bunu görmek istiyorum tekrar dedi ve cafer’den “gangsta’s paradise”ı açmasını istedi. “Dangerous mind” filmini çekmeye hiç niyetim yoktu, canım çok sıkkındı Alper’i orada gördüğüm için. Hemen onu aldım ve dışarı o muhteşem kalabalığa doğru yönelttim. Biz çıkarken muhtar Ekrem gördüğü en iyi performanstan ötürü ağlıyordu. Doğaçlama yapmıştım aslında, gururum da okşanmadı değil hani neyse.

“Alper” dedim “aklımda çok güzel bir iş var, beraber yapabiliriz, parayı dert etme sen, biraz birikmişim var” deyince Alper, “saol güzel insan ama biz gidiyoruz, arabayı ilana koydum, satılsın gidicez” dedi. “İlana koyalı bi hafta felan oldu ama amına koduğumun hükümeti mi ne kurulsun diye millet bekliyormuş, faizler de yükselmiş baya derken satamadım yani” dedi. “Artık son çare ucuza vericem “bahtiyar”ı. Sonra Mustafa'yla gidicem buralardan” diye devam etti. Ama Alper yardım edebilirim demeye kalmadan gözlerim dolmaya başladı. “Şimdi benden sert, küfürlü cümleler bekleme, abartılacak bir şey yok kimseye kızgın veya kırgın değilim. Sadece beceremedim ve yenilgiyi kabulleniyorum, artık bu şehirde bana yer yok galiba” dedi ve yavaşça gitti. Hava kapalıydı sabahtan beri ve şu anda gök gürüldüyordu. Bizi izleyen muhtarın aklına hangi film geldi bilemiyorum “the doors”dan “rider’s on the storm”u açtırdı. Müzik o kadar güzel gidiyordu ki bir an sessiz kalmak mecburiyetinde hissettim kendimi. Alper gidiyormuş deyince muhtar Ekrem, Muhammed abi, Şevket abi ve Bora bana dik dik baktılar. Muhtar Ekrem ve Bora nasıl olur diye üzüldüler. Muhammed abi Meryem’i; Şevket abi de üzümleri düşledi yeniden ve bu şehirden git artık çocuk deyip içeri geçtiler. Alper gidiyordu, ne yapacaktı, bu radikalliğe nasıl ulaşabilmişti, gidince ne yapacaktı hakikaten bilmiyordum ve çok huzursuz olmuştum. Kaybedenler kulübünde ise Şevket abi’nin şiiri herkesi, her şeyi susturmuştu. Muhtar Ekrem bile şiire bıraktı kendini herhangi bir filme trans yapmadan;

“Beni bu şehirden al götür anne. Martılar, can çekişen denizler istemem. Ben suları içilen billur ırmakların çocuğuyum. Sabahları çiçek kokusu ve kuş sesleriyle uyanmak istiyorum. Beni bu şehirden al götür anne. Badem ağaçlarını resimlerde görmek yetmez bana. Ben mehtaplı akşamların samanyolu çocuğuyum. Yüreğim sığmaz bu sefertası apartmanlara. Gökyüzünü görmeden yaşayamam. Beni bu şehirden al götür anne...”