15 Temmuz 2012 Pazar

Intouchables



“Intouchables” filmini Fransız yönetmenler Olivier Nakache ve Eric Toledano yazıp yönetmişler. Başrolde ise François Cluzet ve Omar Sy yer alıyor. Film gerçek bir yaşam öyküsünden yola çıkılarak oluşturulmuş ve dünya çapında 355 milyon dolarlık bir hasılata erişmiş. Filmimiz galiba en fazla kazanan Fransız filmi ayrıca benim nadir sevdiğim Fransız filmlerinden de biri olduğunu söylemem gerek. Daha önceki yazılarımda bahsetmiştim, Fransız filmlerinden hiç hazzetmiyorum acayip sıkıcı geliyorlar o yüzden bir film Fransız ise önyargılı davranıp es geçerdim. Bu filmi de çıktığı günden beri sağda solda görmeme rağmen izlememiştim ama imdb puanı açıkçası beni biraz heyecanlandırdı ve izlediğime de değdi. 


Fransız filmlerine olan önyargılarım asla değişmeyecek ama bu filmi ayrı bir kategoride değerlendirmek istiyorum. Zira sağlam şekilde duygulandım. Filmdeki en çok hoşuma giden şey ise duygu sömürüsüne çok müsait olan bu eserde çoğunlukla gülmemdi. Eğer bu filmi bir Türk yada Hintli yönetmen çekseydi engelli adamı muhtemelen sokakta tinerciler dövüp soyarlardı ama burada öyle bir sahne göremedim. Çok bekledim adama bir şey olsun diye ama çok şükür olmadı. Yine Türk izi taşıyan iyi kalpli adamların ne olursa olsun filmin sonunda iyileşmesine de şahit olamıyoruz. Bu da beni ayrı sevindirdi.


Intouchables'a benzeyen filmlere örnek de verebiliriz. İlk akla gelen tabii ki de al pacino'nun başrolünde oynadığı ve tek oskarını kazandığı gelmiş geçmiş en güzel ‘kör taklidi’ gördüğümüz film “scent of a woman”. Bir de “profuma di donna” var ki bu film "scent of a woman"ın öncül filmidir ve İtalyancadır. "My left foot" yine güzel filmlerden, ileride değinebiliriz. Bir diğer önemli benzer film ise “the bucket list”. Az biraz benzeyenlere de “awakenings” ve “black” (hint filmi) örnek verilebilir. Ama “black” aralarında en nefret ettiğim idi.  Anadolu çocuğuyuz, sakat topal gördüm müydü içim cız ediyor dayanamıyorum, şu hariç. "Scent of a woman" tabii ki de bunların hepsinden güzel ama aralarında belki de en eğlendiğim film intouchables'dır. Çünkü filmin başından sonuna kadar güldüğümü söyleyebilirim.


Philippe ile driss’in Maserati sürerkenki diyalogları ve polisli sahneler, driss'in lüks ve entel hayata kattığı sokak kültürleri, adamı temizlerkenki serzenişleri, klasik müziği yerin dibine sokması, operadaki gülüşmeleri (burada çok güldüğümü hatırlıyorum), driss‘in pahalı tablolara yaptığı yorumlar ve sonrasında kendi yaptığı saçma resim, yine driss’in adamın özrüyle sıkça dalga geçmesi ve beraber gülüşmeleri, beraber ot çekmeleri, driss’in philippe’e aşk hayatında yardım etmesi ve yazdığı mektuplarla dalga geçmesi, traşlı sahne, kulak memeli sahneler, driss’in philippe’in sıkıcı doğum günü partisini manipüle etmesi ve yamaç paraşütlü sahnelerde çok eğlendim diyebilirim.


Sonlara doğru yollar ayrılmışken baya canım sıkıldı ama sokakta büyümesine rağmen temiz bir insan olan driss’in yaptığı son sürpriz ile tekrar neşem yerine geldi. Filmin sonundaki yeni hayatlar da bir o kadar rahatlatıcı. Filmlerde sevdiğim bir diğer husus da, gerçek hikaye anlatan filmlerin sonunda gerçek karakterlerin resimlerinin gösterilmesi. Bu filmin sonunda da gerçek kişileri görüyoruz ve duygulanıyoruz. Bunu yapan diğer filmlere örnek de verebiliriz; “into the wild” ve “the blind side”. Bu ikisinde de resimler cuk diye oturmuştu.


Filmimiz sıkıcı hayatların yeni arkadaşlıklarla birden değişebileceğini anlatıyor ve çok güzel bir akışı var. Dram bu kadar güzel yansıtılamazdı. Film dediğin böyle olmalı, hem eğlenmeli, hem düşünmeli hem de ara ara üzülmeliyim. Monoton yaşam eleştirisine ise diyecek bir şey yok. Hayatın anlamını aramaya yönelik yapıtlar her daim hoşuma gitmiştir. İlerde “into the wild” gibi bu konu üzerine değinen filmleri blogda sıkça görebilirsiniz. Bunlar da gerçek adamların resimleri, kendinize iyi bakın...



Intouchables film eleştirisi