"A Torinoi lo", filmini ünlü yönetmenlerden Bela Tarr yazıp yönetmiş. Bela Tarr, filozof olmak isteyip de arzuladığı kıvama gelemeyen ve hobi olarak da film çeken Macar asıllı bir arkadaş. Filmlerinin çoğu hatta hepsi için söylenebilecek belki de tek şey idraki zor olmalarıdır. Ben aslında kendisinin filmlerine "satantango" ile giriş yapmayı düşünüyordum ama nietzsche'nin az da olsa konuyla ilgili olması beni bu filme itti. Biliyorsunuz konu niçe olunca en sıkıcı filmleri bile ayağınıza getirebilirim. Ancak bu filmimizi zorunluluk icab ettiğinden yazmıyorum.
Blogda siyah beyaz filmlere de çok sıkıcı kült filmlere de örnekler vererek değindik. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki sıkıcı film formatlarına sahip yapıtlar arasında en eğlenceli olanlarından bazıları bana göre bela tarr'ın filmleridir. Kabul etmek gerekirse film baştan sona sabır ve ilgi isteyen ögelerle dolu ama formatına rağmen çok heyecanlanabileceğiniz hatta empati kurabileceğiniz yerler de var. Bu dediklerim sıkıcı filmler için zor bulunan unsurlardır ve çoğunluğunu da sinemaseverler izlemek zorunda oldukları için izlerler ama bu filmin kesif düşünceler içerdiğini biliyorum ve eminim. Bu anlam yoğunluğu fazla olan sessizlikleri ve insanların davranışlarını niçe'nin öğretilerini ve yaşamını göz önüne alarak sizlere anlatmaya çalışacağım.
Filme geçmeden önce başrollerde bela tarr'ın çoğunlukla beraber çalıştığı kişiler ön planda; janıs derzsi, erika bök ve mihaly kormos. Bu üç oyuncu neredeyse yönetmenin en önemli eserlerinin hepsinde yer almış. Oyuncuları da çok beğeniyorum. Bu arada şunu söylemem gerekir ki İskandinavların 5-6 yılda bir yaptığı rezalet boyutlarda sıkıcı filmler var. İnternet ortamında ya da entel sohbetlerde bu filmlerin kıymetlerinin anlaşılamadığı ve oyunculukların antik yunanın tiyatral özelliklerini barındırdığı ifade ediliyor. Ben bu düşüncelerin hiç birine katılmıyorum. Bir film sıkıcı ise güzel olacak diye bir şey yok.
Filmin niçeyle ne alakası var diyebilirsiniz çünkü filmde niçe'nin ne adı ne de öğretileri yer alıyor. Topu topu 2 başrol oyuncusu ile bir at görüyoruz. Söylentilere göre niçe, torino'da delirmeden önce bir gün yolda bir atın sahibi tarafından kırbaçlandığını görür ve bu duruma çok içerlenerek hemen gidip atın boynuna sarılır ve ağlar derken birkaç gün hasta yatar ondan sonra da ölene kadar bir daha hiç konuşmaz ve kısa süre sonra da bitkisel hayata girer. Annesi ve bacısı tarafından da ölene kadar kendisine bakılır. Ancak niçe'nin neden delirdiğini veya neden konuşmamayı seçtiğini akabinde de neden bitkisel hayata girdiğini kendisine soramayacağımız için tam anlamıyla bilmek mümkün değil. En kesin görüş bu idi. Filmimiz ise o kırbaçlanan atın sahibi ile kızının başından geçenleri anlatıyor. Yönetmenin dediğine göre biz o meşhur olaydan sonra niçe'nin başına ne geldiğini biliyoruz asıl bilmediğimiz ise at ve atın sahibinin başına gelenler. O yüzden de yönetmen bu filminde sadece at, atın sahibi ile atın sahibinin kızının 6 günlüğü çekilmiş yaşam öykülerini anlatıyor.
Filmde kullanılan sinema teknikleri ve kameranın yaklaşımı ilk defa bu tarz film izleyenler için ilk başta garip gelebilir. Bu bildiğin amatör çekim diyebilirsiniz ama ilk yarım saatinden sıkılmayıp filmi sonuna kadar izleyebilirseniz ne kadar etkileyici bir teknik ile film çekildiğini anlayabilirsiniz. Filmde bahsi geçen kişiler İtalya'nın torino kentinin bir dağ evinde yaşayan bir aile. Ailede sadece baba, kız bir de at var. Baba sabahtan evden ayrılıp atı ile taksicilik vb. işler yaparken kız da ev işleriyle uğraşmaktadır. Yıl da 1890'lar felan. Aile inanılmaz derecede fakir ve bir o kadar da medeniyetten yoksundur. Yaşadıkları her gün, bir diğerinin kopyası gibidir. Hatta babanın sabahları uyandığında verdiği tepkiler bile aynı ve sinir bozucu. Babanın sağ kolu felçli olduğu için çoğu işinde kızının yardımını alır. Baba karakterinin iyi mi yoksa kötü mü olduğu izleyiciye bırakılmışken yaşlı, bunak ve biraz da pişmanlıkla dolu bir hayata sahip olduğu aşikar. Kızı ise dört duvar arasında 5-6 tane ev araç gereciyle evcilik oynayan kocaman biri. Her gün yedikleri haşlama patates ne kadar gerçekleri yansıtır bilinmez ama fakirlik bundan güzel anlatılamazdı. Her gün tek öğün yemek o da haşlanmış patates. Babanın patates yemesindeki garipliği anlayabilmiş değilim. Bu güzel yemeklerden başka sabahları ve akşamları acayip acayip içkiler içerler, sularını da avludaki kuyudan karşılarlar.
Derken günün birinde babanın başına niçe'li olay gelir. Bu olay filmde gösterilmiyor. Film, olaydan hemen sonrası ile başlıyor. Ne oluyorsa ondan sonra oluyor ve ailenin yaşamında gariplikler cereyan etmeye başlıyor. Niçe ile yönetmenin durumundan yoksun insanlar için film sırlar evreni modunda geçecektir. Adam atı dövdü sonra tüm aile boku yedi. Tabi bu şekilde yorum yapacak birinin bu filmle herhangi bir yerde buluşabileceğini düşünmüyorum.
Niçe'nin torino'da ne işi var diyebilirsiniz. Niçe “neden bu kadar akıllıyım?” adlı makalesinde iklim ve sosyal çevrenin insanın kişisel gelişimi üzerine derin etkileri olduğunu şöyle ifade ediyordu: “Şu zamana kadar yaşamış olan zeki insanların yaşadıkları yerleri, zekanın, kurnazlığın, hainliğin insanı nerelerde mutlu kıldığını, dahilerin nelerde kendilerine bir yuva edinmeye zorlandıklarının bir listesini oluşturun: bu listeden çıkabilecek olan tek bir ortak nokta vardır; havası kuru olan yerler. Paris, provence, florans, Kudüs, Atina. Bu yerlerin isimlerinden de anlaşılacağı kadarıyla, dahiler kuru havaya, duru göğe, yani hızlı bir metabolizmaya, hiç durmadan ve büyük ölçülerde kişinin enerjisini tazelemesine bağlıdır. Bununla ilgili bir örnek hatırlıyorum; özgür yaratılışlı, değerli ve zeki birisi, sırf iklim konusunda bir içgüdüye sahip olmadığı için dar kafalı, sinik ve hırçın bir uzmana dönüştü ve hastalığım beni sağduyulu olmaya, gerçek sağduyu konusunda düşünmeye zorlamasaydı, benim sonum da aynı olabilirdi. Uzman bir araştırma sonucunda fark ettim ki, iklimin ve havanın üzerimdeki etkilerini, çok hassas ve güvenilir bir aygıttan okur gibi okuyabiliyorum. Örneğin Torino’dan Milano'ya kısa bir yolculuk sırasında, havanın nemlilik oranındaki değişikliği bedenimle ölçebiliyorum ve yaşamımın son on yılı dışında, tehlikeli yıllarımın hep benim için yanlış, bana kesinlikle yasaklanmış yerlerde geçtiğini düşününce dehşete kapılıyorum. Naumburg, Schulpforta, çoğunlukla Thüringen, Leipzig, Basel, Venedik…”
Yine bir başka makalesinde şöyle diyordu: “en büyük sarfiyatlarımız, sık bir şekilde ufak ufak yaptığımız sarfiyatlardır. Bir şeyden kurtulmaya çalışmak, onu yanımıza yaklaştırmamaya çalışmak bir sarfiyattır; olumsuz amaçlar için boşuna harcanmış bir güçtür. İnsan sürekli olarak kendisini savunmaya çalışırken, kendisini savunamayacak kadar bitkin düşünceye kadar ileri gidebilir. Varsayalım ki, dışarı çıktım ve karşımda soylu ve sessiz Torino şehri yerine bir alman kasabası buldum. O bastırılmış ve korkak dünya içime dolmasın diye içgüdüsel olarak hemen kabuğuma çekiliveririm. Ya da tam tersi olsaydı da, taştan binalarla dolu, iyi kötü her şeyin oraya sürüklenip getirildiği bir alman şehri çıksaydı karşıma? O zaman bu, bir kirpiye dönüşeceğim anlamına gelmez miydi? Fakat bu bir sarfiyattır; dikenlerimizin çıkmasının gerekmediği, sadece ellerimizi açarak yaklaşmamız gereken bir durumdur, iki kat lükstür…”
Bir başka yazısında da torino'yu ve yörenin insanını şöyle övüyordu: “okurlarım arasında gerçek üstün zekalılar bile var; viyana'da, Petersburg'da, stocholm'da, Kopenhag'da, Paris'te, new york'ta, her yerde beni bulmayı başardılar; avrupa'nın en basık ülkesi Almanya hariç. İtiraf edeyim, beni okumayanlardan, ne adımı, ne de felsefe sözcüğünü duymuş olanlardan memnunum. Ama örneğin burada, yani torino'da nereye gitsem beni görünce herkesin yüzü gülüyor. Şu ana kadar, gururumu en çok okşayan olay da, meyve satan yaşlı kadınların en tatlı üzümleri verebilmek için çırpınıp durmaları. Filozof dediğin işte böyle olmalı….”
Torinoyla ilgili son yazıyı da "ecce homo" adlı eserinden verelim: ( her ne kadar ecce homo ile beraber güç istenci gibi eserleri bacısı tarafından tahrifata maruz kaldıysa da yoğun çalışmalar sonucunda niçe'nin el yazılarının birebir kopyaları kitaplar haline getirilmiştir. Bilenler için bazı yazılarında niçe çelişkili şekilde gözükür gerçi bu iddiayı ispatlayacak bir delil elimde yok ama şimdilerde eserlerinin tamamıyla tahriften yoksun olduğu söyleniyor neyse) “bahsi geçen çalışmayı (putların alacakaranlığı ya da bir psikoloğun atıllığı) bitirir bitirmez, bir gün bile boşa geçirmeden hemen o büyük görevime, yeniden değer biçme işine koyuldum. Bu işe başlarken daha önce kimsenin hissetmediği kadar gururluydum. Her geçen dakika ölümsüzlüğümden birazcık daha emin oluyor ve bronz tabletler üzerine bir kaderin şaşmazlığıyla imgeleri ardı ardına kazıyordum. 3 eylül 1888 tarihinde önsözü yazdım. Sabahleyin, önsözü yazdıktan sonra dışarı çıktığımda, ober engadin’in o güne kadar bana gösterdiği en güzel sabah karşımdaydı; berraktı, renkler alevler gibi parıldıyordu. Tüm zıtlıkları, güneyle buz arasındaki tüm geçişleri bir araya getiren bir gün. Ancak 20 eylül tarihinde ayrılabildim sils-maria’dan. Seller yüzünden gidememiştim. Sonunda o eşi benzeri olmayan o yerin son misafiri olarak ben kalmıştım. Oraya duyduğum minnetin karşılığı olarak ona ölümsüz bir ad vereceğim.
Bir sürü sorunla dolu bir yolculuktan sonra, ancak gece yarısında varabildiğim Como’yu da seller almıştı; bu yüzden bir de ölüm tehlikesi atlatarak 21. Günün öğleden sonrası, daha önceden bir sınava tutulduğum yere, bundan böyle kalacağım Torino'ya vardım. Gene bir ilkbaharda oturduğum, altı katlı via carlo alberto’nun üçüncü katındaki, Victor emmanuele'nin doğduğu o devasa saray carignano'nun karşısındaki evi tuttum. Charles albert meydanı ve daha uzaklarda tepeliklere bakıyordu evim. Bir an için bile tereddüt etmeden, hiç oyalanmadan hemen çalışmaya oturdum; geriye çalışmamın dörtte biri kalmıştı. 30 eylül günü büyük zafer; yedinci gün; cennetten inmiş olan po kıyılarında (torino, po kıyılarında gezinti yapılabilecek olan yerleriyle meşhurdur. Niçe de bu yere çok düşkündür) bir gezinti. Hayatımda hiç böyle bir sonbahar geçirmedim ben. Dünya üzerinde böyle bir şeyi yaşayabileceğimi düşünmezdim hiç. Sonsuzluğa uzanan claude lorraine caddesi her gün aynı ebedi mükemmelikte…”
Bu güzel anılarını paylaştığı eylül ayı ve sonbaharı belki de niçe'nin en son güzel aklı başında yıllarıydı. 1989'un 3 ocağında yine sevdiği torino şehrinde dolaşırken bir adamın atına kırbaç salladığını fark eder ve sinir krizi geçirir sonra atın yanına gider, ona sarılır ve ağlar. Derken sinir krizleri hiç dinmez ve artık niçe kimseyle konuşmaz olur zaten hafiften de sıyırık idi, derken zamanla daha kötü hale gelir ve bitkisel yaşam bir on yıl sonra da ölür. Peki burada tüm suç at sahibinin şuursuz hareketleri miydi? Kesinlikle hayır, bu olay niçe'nin sabırsızlıkla beklediği bir olaydı.
Niçe, kişisel yaşamında ne kadar alçak gönüllüyse eserlerinde de bir o kadar saldırgan ve eleştiri kabul etmez bir karakterdi. Daha genç bir filozofken dört bir yana saldırmıştı. O zamanki tavırlarını niçe şöyle aktarıyordu: “Çağa aykırı düşünceler dörtlemesinin her bir parçası saf savaş ordularıdır. Bu dörtleme, benim aklı bir karış havada bir hayalperest olmadığımı, gerektiğinde kılıcımı kınından çıkarttığımı ve bu kılıcı sağa sola gözüm kapalı sallama ihtimalim olduğunu göstermiştir. (david strauss eleştirisi 1873, tarihin yaşamımıza etkisi 1874, eğitmen olarak schopenhauer 1874, richard wagner bayreuth’da 1876)” görüldüğü üzere Avrupa'nın en popüler eserlerine ve kişilerine hunharca saldırıvermişti, bundan sonraki eserlerinde de aşağılamaya devam edecekti.
Niçe "böyle buyurdu Zerdüşt"ü yazdıktan sonra ise artık kendisine rakip tanımamaya hatta Zerdüşt'ü kendisinin bile anlayamayacağı bir yapıt haline getirdiğinden bahseder olmuştu. Zor durumlarda anekdotlarından yararlandığı, kendisinden nasıl olmuşsa ortaya çıkmış; gelmiş geçmiş en komplike kitap olarak görüyordu. Niçe'nin şu sözünü de hesaba katarsak: “Benim savaş taktiklerim dört kuraldan oluşur: birincisi, sadece galip gelmiş şeylerle savaşırım, eğer öyle değillerse galip gelmelerini beklerim” artık olmayan rakiplerin dünyasında, ve anlaşılamamın derin sessizliğinde kendisine tek bir çare kalıyordu. Zerdüştünün yanına gitmek. Peki bu delirme nasıl olmalıydı tabii ki dillere destan bir şekilde. Son dönem etkilendiği yazarlardan olan Dostoyevski'nin bir eserindeki hikaye birden kafasında canlanır ve sihirli yol hazırlanır. Biliyorsunuz 1887 yılında "yer altından notlar"ı okuyan niçe, Dostoyevski’yi incelemeye alır. Yine biliyorsunuz ki "suç ve ceza" adlı Dostoyevski eserinde raskolnikov, bir gün kötü muamele gören attan çok etkilenerek sıyırıyordu. İşte bu güzel esin niçe'nin sessizlik süreci için en güzel senaryosuydu.
Filme dönecek olursak yönetmenin niçe'nin nihilizminden etkilendiği aşikardır. Ve bence yönetmen de niçe'nin bu taktiğini çözer ve bunu tüm torino'ya uygulamak ister. Dünya artık erdemin, ahlakın ve bilginin çok uzağındadır ve bilgeler daha doğrusu decadent'ler anlaşılamamaktadır. Artık bu düzenin yıkılması gerekecektir ve bu yıkılma sürecinde ara form derin bir sessizlik ve hiçliktir ki yönetmenin diğer filmlerinde de bu unsurlar göze batar. İlk önce niçe suskunluğa bürünür, sonra iklim alışılmışın dışında bir tepki verir, evin etrafında sürekli sesler çıkaran böcekler susar, at yemek yemeyi ve su içmeyi keser, evin kuyusu kurur, evin kızı sessizliğe bürünür ve sonunda bu büyülü yolu başlatan adam susar. Böylece artık susup bir sonraki aşama beklenilecektir.
Özetleyecek olursak niçe ile beraber tüm torino ve beklenilen o ki tüm evren derin bir sessizliğe bürünecek ve kaçınılmaz son gelecektir. Burada suçlu aramamak gerekir. Atın sahibi hata yapmıştır ama tüm bunlardan asla sorumlu olamaz. Bozulan dünyanın ve insanlığın, susmaya ve sessizce ölmeye ihtiyacı vardır. İşte filmimiz bu geçiş sürecindeki birkaç portrenin başından geçenleri anlatıyor.
A Torinói ló film eleştirisi