28 Ağustos 2011 Pazar

A Man for All Seasons



"A man for all seasons" filmini favorilerimden Fred Zinnemann yönetmiş. Başrollerde de Robert Shaw, Paul Scofield, Vanessa Redgrave, Leo McKern ve Orson Welles yer alıyor. Film 8 dalda oskara aday gösterilip bunun altısını almıştır. Çekildiği 1966 yılı ve de günümüz itibariyle tartışmasız bir başyapıt. Oyunculukların mükemmelliğinden ziyade, yönetmen Zinnemann ile filmde oyuncu olarak karşımıza çıkan Orson Welles filme kafadan 3 oskar kazandırmış gibi.


İngiltere kralı 8. Henry ile Thomas More'un başta dinde reform olmak üzere bazı konularda ihtilafa düşmeleri ana konuyu oluşturuyor. Şansölye Wolsey'in ölümünün ardından onun yerine gelen Thomas More, zamanının en önemli düşünürlerinden biridir. Ayrıca kralı da çocukluğundan beri düşünceleriyle etkilemiştir. Kral onu çok sever ama bir konuda ihtilafa düşeceklerdir, o da kralın Katolik inancını reddetmesi ve yeni bir din ortaya çıkarmasıdır. Bildiğiniz üzere bu kral 8. Henry, karıya kıza düşkün bir adamdır. Bunun ilk evliliği Aragonlu Catherine iledir ki kendisi İspanyol sarayından gelmiş olup koyu bir katoliktir. Ama kral gönlünü bi gün Anne Boleyn'e kaptırır, bazı bahaneler uydurarak ilk evliliğini iptal etmek ister ama hem İspanya Kral'ı hem de papa bu duruma karşı çıkar. Zaten geçmişte papa bu herif için bazı tavizler vermişti (ilk karısı, ölen abisinin hanımıydı, papa yasak olan bu evliliği onaylamıştı). Bu evliliği Katolik kilisesi inançları yasaklıyor o zaman ben de yeni bir din kurayım diyen kral Henry'e başta Thomas More olmak üzere herkes karşı çıkar ama nafile, kral kafayı boleyn kızıyla bozmuştur.


Kral kendi kafasından uydurduğu kuralları bir din haline getirmiş ve anglikanizmi çıkarmıştır. Thomas Cranmer isimli devlet adamının da sayesinde yeni din ülkede hızlıca yayılmış ve Katolik inanışını benimseyenler krala karşı gelmek suçundan idam ettirilmiştir. Şu an dünyada angkilanizmi benimseyen ülkeler arasında birleşik krallığa ait ülkeler ve amerika yer almaktadır (amerika'da nüfusun neredeyse yarısının Protestan olduğu düşünülmekte). Tabi bu arada papa da İngiltere'yi kutsal ittifaktan atmış ve Fransa ile İspanya'yı sürekli İngiltere'ye karşı kışkırtmıştır. Gerçi baya bi sonra başka bi papa aforozu kaldırıp barışı sağlayacaktır.


Kralın tüm Katolik dünyasını karşısına almasına sebep olan Anne Boleyn de krala erkek çocuk veremez ve akabinde o da idam ettirilir, kralın bundan sonra 4 evliliği, yüzlerce metresi olacaktır ama asla huzura kavuşamayacaktır. Ancak bu adamın Anne Boleyn'den olan kızı 1. Elizabeth, İngiltere tarihinin en başarılı hükümdarı olacaktır, onun zamanında en parlak devirlerini yaşayıp dünyanın süper gücü olacaklardır. Kralın ilk evliliğinden olan çocuğu Mary, her ne kadar Elizabeth'ten önce tahta geçip tüm Katolik karşıtlarını yaktırsa da bu İngiltere'nin dinini değiştirmeyecektir. Elizabethle de birlikte Anglikanizm iyice ülkeye yayılır. Hatta hanedan değiştiğinde bile din değişmez. İngiltere'yi bi 10 dan fazla hanedan sırayla yönetmiş. Bunlardan biri de Tudors hanedanlığı. Tudorslardan 8. Henry ile 1. Elizabeth İngiltere'nin en popüler iki hükümdarı olabilmişler ve getirdikleri kurallar onlar öldükten sonra bile devam ediyor.


Filmde daha çok Thomas More'un kendi mücadelesini görüyoruz. O koyu bir katoliktir ve kralın yanlış yaptığını anlatmaya çalışmaktadır ama nafile, kralın yeni versiyon adamları onu hiç sevmemektedirler. Thomas More, onurlu bir adam olduğundan şansölye görevinden istifa edip kendi izbe mekanına çekilir ama kral onun gibi sadık bir adamın kendisine (yeni dine) inanmamasını kabullenemez , ona şu teklif yapılır canın mı yoksa yeni din mi? Thomas more da inancından taviz vermez ve idam ettirilir. Kralın ölümüne en çok üzüldüğü adam bu Thomas More'dur. 


İngilizleri hiç sevmem , sokakta görsem selam vermem belki de döverim ama bu Thomas More beni çok etkilemişti. Özellikle "ütopya" isimli eseri yazıldığı tarih itibariyle bir şaheser bir zeka abidesi. İlk ütopyayı kendisi yazmamıştır, yunan düşünürlerin eserlerinde ütopya görülmüştür, özellikle Platon'un "Devlet"i buna en uygunudur ama ütopya isminden ilk defa bahseden (kitap ismi olarak) kendisidir. Ütopya isimli kitapta; More, Antwerp'te elçilik görevindedir. Peter Giles adında bir arkadaş edinir, bu adam da onu Raphael Hythladay adlı yeni dünyada ütopya adası diye bilinen bir yerde yaşayan ve oradan yeni dönmüş yanık tenli bir denizci ile tanıştırır. More ve Giles veHhythladay, More'un evindeki bahçede bulunan bir yeşilliğe otururlar ve Hythladay'ın yolculuğundan bahsederler. Kitaptaki bu hayali konuşmalarda ütopyadan şu şekilde bahsedilir;


"Ütopyada kimse özel mülk nedir bilmemektedir. Herkes aynı kıyafetleri giymektedir, yaşadıkları şehirler ve evler birbirine benzemektedir. Öyle bir düzen var ki çalışma ve dinlenme saatleri bile programlanmıştır. Hiçbir zaman aylaklık yapmazlar, boş vakitlerinde bile kendilerini geliştirirler. Kumar oynamazlar sadece iki çeşit oyun bilirler. Birinde sayılarla kavga ederler ki bu kapitalizmin kritiği gibidir. İkinci oyunda ise iyilikle, kötülük savaşır. Her iki oyun da eğiticidir. Ütopyalılar zamanlarını olabildiğince toplum içinde hep birlikte geçirirler. Yemekler büyük halk evlerinde beraber yenir. Devlet politikası hakkında uluorta, yerli yersiz konuşmak yasaktır, cezası idamdır; zira kimsenin kimseyi galeyana getirmesine müsaade edilmez. Hastalıklı fikirlerin ne kadar çabuk yayılabileceğinin farkındadırlar. Genelde saat sekizde yatıp, sabah gün doğmadan kalkarlar. Her yurttaş çeşitli görevlerle uğraşır. Kimisi bilim dersleri alırken, kimisi çeşitli zanaatler ile uğraşırlar, ancak halkın çoğu tarımla ilgilenir.


Ütopyalılar pasif insanlardır, sadece savaşmak zorunda olduklarında savaşırlar. Kendi yurttaşlarından ziyade paralı asker kullanırlar, bazen de özel yetişmiş katiller tutarak düşman liderlerine suikast düzenlerler. Bu bütün orduyu yok etmektense ki çoğunun hiçbir günahı yoktur; belanın kökü olan lideri yok etmek daha mantıklıdır. İlk bakışta ütopya gibi bir yerde kölelik insana barbarca gelebilir ama onlar köleliği disiplin altına almış ve yararlı işlerle uğraşan; bir gün özgür olabilecek insanlardan oluşan bir kurum haline getirmişlerdir. Ütopyalıların zevk anlayışları Avrupalılar ile bağdaşmaz. Ütopyalıların zevkleri daha basit ve tatmin edicidir. Onlar Avrupa'da zevk diye bilinen şeylerin insanların ruhlarını öldürdüğüne inanırlar." More, ütopyayı öylesine ironik yazmıştır ki, sonunda ütopyayı güzel bulmaktan ziyade Avrupa ve İngiltere'yi kötü bir yer olarak görürsünüz. Okurlar yaklaşık 400 yıldır ütopyayı nükteli bulmuşlardır; ayrıca More'un da kitabı yazarken oldukça eğlendiği şüphesizdir; zira isimler latinceden gelmektedir. Hythladay'ın anlamı latince saçmalama ustasıdır. Ütopya, latincede hem hiçbir yer hem de güzel bir yer manasına gelmektedir.


Kitabı iyi okumuş bir okuyucu için belirgin not: “Hıristiyan Avrupa'sı için iyilikler” şeklinde olacaktır. More, bu manayı verirken her zaman ütopyada mükemmel işleyen bir sistemden bahsetmiştir. More'un niyeti Avrupa'da komünizmi falan görmek değildir; fakat Hıristiyan Avrupa'sının daha iyi noktalara geldiğini görmektir. Kitabın sonunda More, Hythladay'ın anlattıklarını kritize eder. Bu, Rönesans zamanında bütün yazarlarca kullanılan iyi bir taktiktir. Amacı bütün kitap boyunca doğru şeyleri anlatıp sonunda bunlar yanlış ve saçma şeylerdir diyerek kilisenin hışmından korunmaktır. Filmin tam bir klasik olduğunu söyledik ama bu 8. Henry, Thomas More ve Tudors hanedanlığıyla ilgili daha fazla bilgiye ulaşmak isterseniz  "The Tudors" dizisini de izleyebilirsiniz.





A Man for All Seasans film eleştirisi

21 Ağustos 2011 Pazar

Nostalji





Biraz nostalji yapalım dedim. 1998 dünya kupası benim en sevdiğim dünya kupasıydı. Çocukluğumda olmak istediğim tüm adamları aynı anda televizyonda görmüştüm. Eskiden mahallede maç yaparken gol atınca olmak istediğimiz futbolcuların ismini söylerdik ve sevinci yaşardık. Tabii o zamanlar forma felan da yok sırtımızda, bi tane dandik top, 20 kişi topun arkasında ne oynadığımız da belli değil. Yorulduğumuz zamanlarda yani maç yapmadığımız çoğu zamanlarda da kendimizce kadro kurardık, sonrasında ise hayali alemlerde o kurduğumuz kadroları dövüştürürdük. Ve tabiki de tsubasa.






Bir de biz küçükken futbolcu kartları vardı. Her kartın bir numarası olurdu, bi arkadaşım atardı yere bir de ben, son rakam aynı geldi mi, pişti oldu derdik, alttaki tüm kartları alırdık. Bir de 7 saniye sonra tüm şekeri giden sakızlar vardı, o sakızlardan futbolcu resimleri çıkardı, onları defterlerin kitapların üzerine yapıştırırdık. Defter kitap demişken eskiden çanta manta da pek kullanılmazdı böyle dikdörtgene benzeyen mukavvadan mütevellit çantalarımız vardı içine flüt zor sığacak cinsten. İşte o çantaların her yerine futbolcuların resimleri yapıştırılırdı. En az anamız babamız kadar severdik onları. 90'lı yıllarda çocuk olmak başka bişeydi. O güzel günlerin jübilesini de 98 dünya kupasında, TRT başında yaşamıştık.


1998 dünya kupasının sonunda o zamanlar en sevdiğim takım olan brezilya yenilince sabaha kadar ağlamıştım. O zamanki futbolcular belki de ağlanabilecek tek futbolculardı, şimdikiler bana çok çocukça geliyor, sevinmeleri bile bi acayip, belki biraz da büyüdük ondardır ama 90'lı yıllardaki futbol ile futbolcular bi başka güzeldi. 90'lı yıllarda sadece futbol değil her şey güzeldi, dedim ya belki çocuktum o yüzden her şeyi sevmiştim ama milenyumdan sonrasını hiç hazzetmedim. Eskinin arkadaşlıkları, boş zaman aktiviteleri, mahallenin haleti ruhiyesi her şey bambaşkaydı. Eskiden evden sabahın erken saatlerinde çıkar akşam ezanına kadar top oynardık, şimdiki bebeler futbolu geçtim artık basket bile oynamıyorlar, bizim zamanımızda zengin bebeler basket oynardı o da tek tük, doğru düzgün zaten hiçbirimizde de spor ayakkabı felan olmazdı, bazen taş veya sıkıştırılmış kola kutularını top niyetine oynardık, bazılarımızın ayakkabıları yırtık olurdu. Daha önceden  yırtılmış da sonradan diktirilmiş ayakkabılar olurdu ayaklarımızda, o eski dikişe ait ipler yırtık yerden fışkırırdı ve çorapla beraber gözükürdü uzaktan. Bazen yırtık yere top değince ağlardık.








Eskiden oyunlar da çok güzeldi öyle kızlarla felan oyun bilmezdik şimdiki bebelerin oyunlarına bakıyorum da kız olmadı oynamıyor evlere dağılıyorlar. Hepsinin de elinde bi cep telefonu neyse, simit diye bi oyun vardı, artık Türk coğrafyasında pek gözükmüyor. Bir tane ebe olurdu onun da nasıl ebe olduğu muamma, (sınıfın popüler bi bebesi son gelen ebe derdi tabi bu ibne en öndedir, en sondaki uzun boylu, hafiften yapılı, dersleri kötü, miskette üttürülen arkadaş hep ebe olurdu) sonra bu ebe güvenli olduğu alandan simiiiiiiiiiiiiit diye bağırarak koşmaya başlardı. Nefesi kesilene kadar birisine dokunmak zorunda eğer dokunamazsa nefesi kesilmeden güvenli alana gidebilmeli, yok nefesi kesilip kalesine gidemezse o zaman o uzaktan şirin gözüken bebeler ona tekme tokat ana avrat kafa ne bulursa vuruyorlardı bazısı bandik de atardı (şimdiki çocuklarda bandik kültürü de yok, bandik o zamanlar için en önemli enstürümanlarımızdan biriydi, bilmeyenler için anlatıyorum şimdi bir arkadaş arkadan yaklaşır orta parmağı veya yumruğuyla öndeki arkadaşının kaba etine değer ve arkadaşı döndüğünde ona dünyayı kurtarmış gibi sırıtırdı bir de arkadan sarılıp bacak arasından daşşak tutmaca vardı ki o adetin kalktığı iyi olmuş) Simit kesmeyince birdirbir oynardık maç yapardık felan. Sonra kan ter içinde derse geçerdik. Okuldan sonra da kesinlikle eve gitmez çantalarımızı taşlarla birleştirir maç yapar arada kendimizi ödüllendirmek için meybuz kola mola alırdık ama çok da paramız olmazdı. Şimdiki bebeler her istediklerini alabiliyorlar, böylelikle nesneler önemini yitiriyor ve çocuklar yalnızlaşıyorlar.





En çok kendimi mal hissettiğim olay da izlediğimiz filmlerden acayip etkilenip mahallenin amına komamızdı. O zamanlar gerek Cücü olsun gerek Bruce Lee olsun tvlerde baya boy gösteriyorlardı. Bruce Lee'nin filmlerinden sonra sokağa çıkar apuaaaaa diye bağırıp birbirimize vururduk. Her gün dayak yer dayak yiyince de annemi çağırıp beni döven bebenin yanına giderdik. Artık annemle bir ritüelimiz haline gelen bu ateşkes antlaşmaları şimdi beni çok düşündürüyor. Sadece mahallenin belalıları değil (bu belalılar da şu an sokaktaki her türlü işimizi yapan, bankalara 20-30 yıllık kredilerle borçlanan adamlar, hiçbiri okuyup adam olamadı, en fiyakalısı polis olmuştur) annem de çok döverdi. Kadın beni dövmek için baya bir uğraşırdı, babam ise yılda bir döverdi ama kodummuydu da oturturdu. Babamın dövmesi daha çok hoşuma giderdi çünkü vurur, içeri tv izlemeye giderdi, 10 saniyede bitirirdi işini ama annem öyle değil kadıncağız yorulana kadar döverdi, hayır acıtmıyor bir de ağlayınca anne diye bağırdığımızdan bu kadar ironik bir durum olamaz.  Annem bazen beni yıkarken de döverdi o çok acıtıcıydı. Hem soğuk (böyle afedersin pipin büzüşürdü) hem su az, hem ben pazar günleri banyoya oldum olası karşıyımdır bir de dayak yiyince hiç olmuyordu, hacı şakiri kafama kafama vururdu bazı kere. Beni sevdiği, gururlandığı zamanlarda da bu lifler varya bol sabunlu, onu suratıma sürerdi yüzüm temizlensin diye o ne iğrençtir ya. Sahi niye pazar akşamları banyo yapmak zorundaydık? Şimdi ikisi de hem yaşlandı hem de bir sürü hastalık felan. İnsanın annesinin babasının yaşlanmasına şahit olması, zamanla onların neşelerinin gitmesini derinden fark etmesi herhalde şu dünyanın en acı gerçeğinin bir tecellisi.







Bir de o zamanlar internet bilgisayar olmadığından hep dışarıdaydık, inanılmaz bir sosyal çevremiz vardı. Mahallenin tüm bebeleri birbirini tanırdı. Aramızdan birinin parası oldu mu şimdikiler gibi yavşakça davranmazdık herkese meybuz alırdık, bazen de paraya kıyar 9 kat kames top alırdık. Evet 9 kat kames top diye piyasaya sürülen toplar vardı. Niye 9 kat olduğunu hala çözemedim ama 1 gün dayanmazdı, o gün sonunda patlamasa bile bi gün sonra öyle bi şekil alırdı ki tübitak incelemeli, bi yeri dümdüz bir yeri şişmiş bi yeri göçmüş. Ha bir de arada futbol topu geçerdi elimize o da hemen patlardı ama onun içine kames top koyar oynardık o biraz daha dayanıklıydı işte bi hafta felan.






Bazen de cesaretimizi toplar ateri salonlarına giderdik. Mustapa diye bi adam vardı. Zenciydi galiba ama hepimizin Mustafa diye arkadaşı olduğundan o adamı çok severdik. Bir de hagar mı ne vardı. Habire önümüze çıkanı öldürdüğümüz bu oyunlarda meğersem adamları jetonla zengin etmişiz. Bi ara da televizyon atarileri çıktıydı öyle herkeste olmazdı mesela bizde yoktu. Bi arkadaşımda vardı onlara oynamak için gitmiştim, 1 saat izin almıştım neyse gittim evlerine street fighter diye bi oyun varmış, ryu öz abim olsun isterdim hep, oyunu o kadar sevdim ki başından kalkamadım taa geceye kadar oynamışım, en son babam mı ne geldiydi döverek eve götürdüydü beni. O gün aduket çekmeyi, aparkat yapmayı, dep dep sallamayı öğrendim. İlk dep depimin ardından bir seviniyorum ki sorma şimdilerde o tadı inan hiç bişeyde bulamıyorum.






Eskiden çok fazla paramız olmazdı da oldumuydu affetmez bakkala giderdik. Bakkalın amına koyuyum mal mal ürünleri kakalardı bize. Cipsleri elletmezdi bile, elleyip de ne yapacaz bedava taso mu ne işte. Bundan başka dondurma çıkmadan önce gelen bi şey vardı böyle yine külahtaydı ama galiba kaymaktı. Leblebi tozuna para verip onu yerdik normalde sarı leblebiyi hiç sevmem şimdilerde bile kuruyemiş tabağında en sona o kalır ama o zaman birbirimizle yarışırdık. Yeni yeni taso mevzuu çıkıyordu ama biz genelde futbolcu kartları oynardık. Bir de ağabeylerimiz misket oynardı bi 10 kişi oynadımıydı benim boyum kadar misket yere dizilirdi, baş altını vurdunmuydu deme keyfine, 1 tane hariç hepsi senin, en karizmatik olanı baş altını vurmak idi. Ben o zamanlar misket karaborsasında iş yapıyordum, şimdi sıkıyosun diyecen ama benim bulduğum bi işti o. Misket oynayan ağabeylere zor durumlarında misket tedarik ediyordum. Sonra 10 tane verdiysem 15 tane alıyodum adam zaten 100 tane gömçürmüş bana fazladan bile veriyordu, bi de öküz gibi misketler vardı onları da pazarlıyodum ama iki mislisini alırdım. Herkesin kendine has misketleri ve atış taktikleri vardı ben hiç oynamayı beceremedim hep ütüldüm ama bu karaborsa işinden sonra baya misketim olduydu. Sonra bi gün evde babam miskete mi ne basmış sinirlenip hepsini ben evde yokken camdan atmış, daha hala o konu da babama kızgınımdır.






Misketten başka, gazoz kapaklarını mermer zemini olan apartman girişlerine dizerek oynadığımız bi oyun vardı onda da aynı mantık vardı ama bu oyunda aramıza kızları da alırdık. Sonuçta bizim de sevdiğimiz kızlar olurdu. O zamanlar sınıfta bi tane güzel kız olurdu güzel dediğim de tokası felan var işte. Hepimiz onu severdik onunla evleneceğimizi düşünürdük. Bizde bi Tuğba diye kız vardı ona aşık olmuştuk. Bizim bi Mert vardı o en iyi top oynayanımızdı, çok iyi top sektirirdi o yüzden de takım kaptanımızdı ben hiç sektiremezdim genelde kaleye geçerdim, önemli mahalle maçlarında ise kale arkasında top getirirdim (mahallede başka mal yoktu) bi de bu Mert çok güzel küfürler bilirdi, bi Gökhan vardı it gibi güçlüydü yeri geldi mi hepimizi döverdi hem babası da pideciydi (etli olanlardan) Tuğbanın en zaaf noktasına çok yakındı, Fatih Onur vardı o bebeyi hiç sevmezdim o da sınıfın en çalışkanıydı, bi de Ahmet vardı o hem popüler olanımız hem de zengin olanımızdı bu street fighterı da onlarda oynardık hatta bi kere sınıfta cartel karakanı söylemişti, tüm kızları etkilediğini sezinlemiştim, şimdi benim ne vasfım var? Hiç yok, Tuğba bizi ne yapsın. Sınıfta kendisinden üstün olduğum bi Mustafa vardı o da zaten tıfıl bişeydi Tuğba'da da gözü yoktu, bi de adını hatırlamadığım bi çocuk vardı Celal hocamız ona ne olmak istiyon derdi, o da robot olacam hocam derdi, bi de Ethem diye bi arkadışımız vardı onlar fakir olduğundan (bizim zengin olduğumuzdan değil de onlar çok fakirdi) bu Ethem okul çıkışında çalışırdı ama onun beslenmesi de kral olurdu (gofret çikolata meyve suyu hiç eksik olmazdı, ben haftanın bi günü ülker haylayf koyardım beslenmeye o kadar). Ethem kürttü ve ailesi haliyle kalabalıktı, babası da inşaat işçisiydi, sevgili Ethem umarım şimdilerde paranın ebesiyle aşk yaşıyorsundur.







Beslenme demişken haftanın bir günü yumurta günümüzdü. Böyle haşlanmış yumurtaları 70 tane (yazıyla yetmiş) bebe, yumurtanın sarısını ağzına atıp çiğniyordu, hepimizin amına koyum o nasıl bir koku o nasıl bir rezilliktir lan hala haşlanmış yumurta yemiyorum iyi mi. O zamanki bebelerde yani bizde görülen bir diğer alametifarika da çoğumuzun sümüklü olmasıydı bende olmazdı da bazımızın burnunda 365 gün sümük olurdu. Sanki bir organımızmış gibi, yaz kış sabah akşam. Aynada da mı görmüyon lan, pislik. Çok ilginç bebelerdi şimdi o sümüklülerin çoğu ana baba olmuş. Tuğbayı etkileyebilecek hiç bi meziyetim yoktu dedik, ben de arada getirdiğim meyveleri verirdim, o zamanlar beslenmemizde muz yasaktı biliyon mu ben de mandalina vermiştim bi kere, sonra bana çok çirkin bi hareket yapmıştı hiç unutmuyorum. Hatta onu etkilemek için tüm kokulu kağıtlarımı yoluna köpek etmiştim de koklamadan yere atmıştı. Haa, o zamanlar bi de kokulu kağıtlar vardı birbirimizle değiştirir takas ederdik böyle çok güzel kokan kağıtlardı üstlerinde de acayip acayip desenler sonrasında bizim jenerasyon hep içici oldu bence asıl sebebi o kağıtlardı. Benim hiç bi meziyetim yoktu da ben de galiba bu karaborsa işini iyi yapıyodum, o kağıtlar en çok bende vardı ama Tuğba dönüp bakmamıştı bi kere. Ama hayat işte, şimdi Tuğba'yla evlendik iki çocuğumuz var. Şaka lan Tuğba umarım şu an 4-5 tane çocouğun vardır haha